Erol Köroğlu
Ziya Gökalp’tan kaç milliyetçi çıkar?
Geçen hafta soğuk algınlığı nedeniyle yazımı yazamadım. Yazılarımı takip edenlerden özür dilerim. “Milletten uzaklaşmak” temalı beşinci yazımı yazıyorum. İki hafta önceki yazının sonunda şunu söylüyordum:
“Haftaya burada da kalmayalım. Milliyetçiliğin ulusal akımı oluşturan unsurlardan sadece biri olduğunu iddia etmekle yetinmeyelim ve aslında tek bir Türk milliyetçiliğinden değil, artzamanlı ve eşzamanlı olarak farklı Türk milliyetçiliklerinden söz etmemiz gerektiğini de konuşalım. Sizce bazı Türk milliyetçilikleri ‘Türk edebiyatı’ derken, başka bazı Türk milliyetçilikleri de ‘Türkçe edebiyat’ diyor olabilirler mi? Görelim.”
“Türkçe edebiyat mı Türk edebiyatı mı” zorlatmasına dayalı espriyi bir yana bırakırsak, burada önemli bir iddia ortaya atıyorum. Aslında bunu 2004 tarihli kitabımda dile getirdim ve ondan sonraki yayınlarımda bu doğrultuda düşünce üretmeye devam ettim ama hem akademik hem akademi dışı ortamlara hâkim bir kabul var: “Türk milliyetçiliği tek parçalı bir gelişime sahiptir ve arada farklı görüşler olsa bile ilk milliyetçilerden, diyelim Ziya Gökalp’tan bu yana aynı Türk milliyetçiliği gelişmeye devam etmiştir.”
DİYALEKTİK MİLLİYETÇİLİK?
Bunu sadece Türk milliyetçileri de iddia ediyor değiller. Örneğin Taha Parla gibi önemli bir Türk milliyetçiliği ve Ziya Gökalp uzmanı da, belirli farklılıkları incelese bile genelde bir tutarlılık okuması yapıyor ve ele aldığı dönem ve isimlerin bu tutarlı ideoloji içindeki konumlanışlarını inceliyor.
Bu tutarlılık okuması, aslında Türk milliyetçiliğini kurarken tarihini de yazmış iki önemli ideoloğun, yani Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın yazdıkları Türkçülüğün tarihi çalışmalarında da mevcut. Bu tür tarihleri okuduğunuz zaman, herkesin karınca kararınca aynı Türk milliyetçiliğine, o ideal ya da Gökalp’ın tercih edeceği kavramla, “mefkûre”ye katkıda bulunduğunu düşünüyorsunuz. Oysa bu iki ismin dünyayı algılayışları birbirinden çok farklıdır. Akçura neredeyse materyalist bir gözle dünyaya bakar ve özellikle geç dönem Osmanlı’daki milliyetçi etkinliği sırasında Osmanlı dışındaki Türkleri de kapsayacak bir iş birliği arayışından hareket eder. Gökalp ise, milliyetçiliği bir inanç sistemi olarak kurmaya önem verir ve Osmanlı başkenti İstanbul üzerinden gelişip genişleyecek bir Türklük hedefi gözetir.
Aslına bakarsanız, şu yukarıda yazdıklarımla bile kendimle çelişiyorum. Şöyle demeliydim: Akçura’yı bir yana bırakıp Gökalp’ı düşünelim. Gökalp’ın milliyetçilik anlayışı son derece dinamiktir ve günlük gelişmelere göre farklılıklar gösterir. Bu da hiç tuhaf bir şey değildir aslında. Biz Gökalp’ı haklı olarak Türk milliyetçi ideolojisinin kurucu babalarından olarak görüyoruz ama o aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Merkez-i Umumî’sinin, yani genel merkezinin bir üyesi ve cemiyetin ideoloğu ve her tür kültür işlerinden sorumlu şefiydi. Bu nedenle de, gündelik gelişmeler doğrultusunda milliyetçilik anlayışında değişiklikler yapıyordu.
VATAN VATAN İÇİNDE
Biz bugün Gökalp’ı kitapları üzerinden biliyor, çalışıyor ve düşünüyoruz. Oysa onun o çok ünlü Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak kitabı, aslında Balkan Savaşı’nın ardından 1913 ve 1914’te ünlü Türk Yurdu dergisinde yayımladığı makalelerinden oluşan bir kitaptır. Bu yüzden de tam olarak o dönemle bağlantılı, dönemden kaynaklanan tanımlar ve görüşler içerir. Bunları, daha sonra yayımlayacağı Türkçülüğün Esasları ile birlikte okuduğunuzda pek çok şeyin farklı olabileceğini görürsünüz.
Bir örnek olarak Gökalp’ın 2 Nisan 1914 tarihli ve 62 numaralı Türk Yurdu’nda yayımladığı “Türk Milleti ve Turan” başlıklı yazısında yer alan şu vatan tanımına bir bakalım. Bu makalenin sonunda vatan kavramına yönelen Gökalp, iki vatandan söz edecektir:
“Filhakika bir İslâm vatanı vardır ki, bütün Müslüman milletlerin sevgili yurdudur. Diğeri millî vatandır ki, Türkler kendilerinkine Turan nâmını veriyorlar. Osmanlı ülkesi İslâm vatanının müstakil kalan bir cüz’üdür. Bundan bir kısmı Türk yurdudur ki, aynı zamanda Turan’ın bir parçasıdır. Diğer kısmı da Arap yurdudur ki, büyük Arap vatanının bir parçasıdır. Türklerin Türk yurdunu ve yahut Turan’ı hususî bir aşkla benimsemeleri ne küçük İslâm vatanını (Osmanlı ülkesi), ne de büyük İslâm vatanını unutmalarını iktizâ etmez. Çünkü millet mefkûresi, devlet mefkûresi, beynelmileliyet mefkûresi başka başka şeylerdir ve her üçü de mukaddestir.”
Gördüğünüz gibi birinci vatan dinsel olan: İslâm vatanı. Müslümanların yaşadığı yerlerin bütünü bu vatanı oluşturmakta. Bunun ardından ulusal vatan geliyor. Türkleri ulusal vatanı Gökalp’a göre “Turan”. Osmanlı, İslâm vatanının bağımsızlığa sahip bir parçası. Bu parçanın Arap vilayetleri Arap ulusal vatanının, geri kalan yerler de Türk vatanının parçaları. Gökalp’a göre Türkler Osmanlı’nın Türk kısımlarını veya Turan’ı severken, Osmanlı ve İslâm vatanlarını da unutmuyorlar. Bu çapraşık düşünme biçimin nereden kaynaklandığını da en sonda göreceğiz: Etnisiteye dayalı bir millet mefkuresi, istemeden de olsa gayrimüslimleri de kapsayacak bir devlet, yani Osmanlı mefkuresi ve son olarak İslâm âlemini kapsayacak bir uluslararasılık mefkuresi mevcut.
MİLLİYETÇİLİKTE BİR BELİRLEYİCİ OLARAK KONJONKTÜR
Bu son nokta sizi şaşırtmasın. Çünkü Gökalp’ın bu döneminde uluslararasılığı belirleyen şey din. Bu belirleyici de, tüm bu paragraftaki çapraşıklıkla birlikte tam olarak Gökalp’ın yazmakta olduğu dönemden kaynaklanıyor. Tarihini de verdim işte yukarıda. 1914’ün Nisan ayı başında böyle düşünüyor Gökalp. Çünkü böyle düşünmek zorunda. Öncelikle şunu belirteyim: Gökalp’ın bu tanımı zaman içerisinde değişecek. Fakat genelde milliyetçilik ve özelde Gökalp çalışmalarında olduğu üzere, bunu statik bir Gökalpçı “vatan tanımı” olarak alacak olsak, kaç Türk milliyetçisi buna katılırdı? Örneğin Mustafa Kemal Atatürk katılır mıydı? Atatürk, devrimleri gerçekleştirmekte olduğu 1926 sonrası döneminde Türkiye’nin büyük İslâm vatanının parçası olması gibi bir düşünceyi kabul eder miydi? Bugünkü ulusalcıların ne kadarı bu tarz bir şeyi kabul ederler?
Bu noktada bir not düşeyim de, herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın: Ben milliyetçiler arasına nifak düşürmeye filan çalışmıyorum. Böyle bir kaygı umurumda bile değil. Ben milliyetçi olsun ya da olmasın, bu konuyla ilgilenenlerin dikkat etmesi gereken bir noktaya işaret etmeye çalışıyorum.
Gökalp’ın yukarıdaki vatan tanımının, makaleyi yazmakta ve yayımlamakta olduğu dönemin konjonktüründen kaynaklandığını da belirttim. Bununla ne demek istiyorum, kısaca açayım: İttihatçı iktidarın bir parçası olan siyasetçi Gökalp, Balkan hezimetinden sonra dünya yavaş yavaş Cihan Harbi hengâmesine doğru giderken, Osmanlı devletinin içindeki farklı ideolojik grupları bir kesişimler kümesi içerisinde uzlaştırmaya çalışıyor. Dikkat edilirse, onun tanımındaki ayrıntılar Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde bir tür özerkliği de kapsamakta. İmparatorluk içindeki Türkçülere de, “tamam Turan’ın hayalini kurun ve bu doğrultuda işleyin ama başta Araplar olmak üzere başka Osmanlı vatandaşları olduğunu da unutmayın ve bunlar arasında anlaşma olması gerektiğini es geçmeyin” demiş oluyor.
KRONOTOPİK BİR KONUMLANIŞ OLARAK İDEOLOJİ
Gökalp bu yazının sonunda o ünlü sözlerini de söyleyecektir: “Ya, o halde bu milletin vatanı neresidir? Buna cevaben deriz ki: Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!.. Turan Türklerin efrâdını câmi ve ağyarını mâni olan mefkûrevi vatanıdır. Turan Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin mecmuudur.”
Gökalp burada 1910’da Selanik’te çıkarttıkları ünlü Genç Kalemler dergisinde yayımladığı kendi ünlü “Turan” şiirinin sonunu alıntılıyor. Bu beyitte Turan bir ideal vatan haline gelmiş durumda. Fakat Gökalp yazıda bununla yetinmeyecek. Bir kapsama ve dışlama denemesine de girecek: Turan, Türk olanları kapsayan ve olmayanları dışarıda bırakan ülküsel bir ülke. Bu anlamda Türklerin oturduğu ve Türkçe konuşulan her yer Turan oluyor.
O zaman Turan’ın bir kısmını kapsayan Türkiye, her bölümüyle Turan’ın parçası olamıyor. Örneğin Ege’de Rum nüfusun yoğun yaşadığı Foça ya da Ayvalık gibi kasabalar Turan’a dahil olmasa gerek. Ya da İstanbul’un cumhuriyet döneminde manidar biçimde Kurtuluş olarak yeniden adlandırılan Tatavla semti, Gökalp’ın yazdığı dönemde pek de Turan olmasa gerek. Kısacası bu şiirsel ifadelerde, sonraki yıllarda tanık olacağımız kanlı bir tarihin ön tasavvurları da mevcut.
Gökalp’ın bu tanımıyla bu haftaki yazıyı tamamlamış olayım. Haftaya tam da bu tanım üzerinden ona yönelen muhalefetten ve dolayısıyla hemen aynı dönemde nasıl farklı Türk milliyetçiliklerinin ortaya çıktığından söz ediyor olacağım.
Ancak yazıyı sonlandırırken, şu notu da düşmüş olayım: Ben sadece aynı anda ve tarihi akış içerisinde belirli bir milliyetçilik içerisinde, fraksiyon ya da nüans olarak değerlendirilemeyecek büyük farklılıklar oluşundan söz ediyor değilim. Solu ya da İslamcılığı da benzer biçimde düşünebiliriz ve düşünmeliyiz. Burada gözümüzü açacak şey günceli takip etmektir. Her tür fikri, ortaya atıldığı dönemdeki konumlanışlar içerisinde anlamaya ve değerlendirmeye çalışmalıyız. Tarihi daha iyi anlamak için de, bu anlayıştan güç alan yapıcı bir siyaset üretebilmek için de buna ihtiyacımız var.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.