Beyaz Saray'da bir karabasan...
Truman ve Eisenhower karanlığını bir nebze yırtabilmiş olan Kennedy'nin katlinden yıllarca sonra ABD emperyalizmi kendine tam layık bir başkana kavuştu...
ABD Başkanlık seçimi sonuçları her defasında Türkiye'deki iktidarların tutumunu da belirleyen bir unsur olageldi... "Milli Mücadele" yıllarında tek dış desteği olan Sovyet Rusya ile ilişkilerini cumhuriyetin kuruluşundan sonra 20'li ve 30'lu yıllarda benimsediği anti-komünist ve ırkçı politikaya uygun olarak azaltan Ankara yönetimi, buna karşılık giderek Avrupa'ya egemen olan ve ideolojik olarak kendine daha yakın bulduğu İtalya'nın faşist, Almanya'nın Nazi rejimleriyle ilişkilere öncelik vermişti.
2. Dünya Savaşı sonunda bu rejimlerin tarihe gömülmesinin ardından, Atlantik'ten Pasifik'e kadar dünyanın efendiliğine soyunan ve Türkiye'nin esasen mesafeli bulunduğu Sovyetler Birliği'ni bir numaralı düşman ilan eden ABD emperyalizmi, Ankara'daki yöneticileri için "öncelikli ilişki"nin de ötesinde, ideolojik, politik, ekonomik ve askersel planlarda körü körüne itaat edilecek bir "hakimi mutlak" olmuştur.
Özellikle, Franklin Roosevelt’in ölümünden sonra 1945’te Beyaz Saray’a giren Harry Truman 1952’ye kadar ABD emperyalizminin sadece Latin Amerika değil, Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinde de ideolojik, ekonomik, politik ve askeri hegemonya kurmasına kumanda eden kişidir. İsmet Paşa liderliğindeki Türkiye yönetimini de kendine bend etmeye, Washington’da vefat eden Türk Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naşını ABD Donanması’nın en büyük savaş gemisi Missouri zırhlısıyla İstanbul’a göndererek başlamıştır.
Ardından Nazizm’in ezilmesinde en büyük rolü oynayan SSCB’ye ve onun müttefiki sosyalist ülkelere karşı ne bahasına olursa olsun mücadeleyi öngören Truman Doktrini‘ni ortaya atmış, bu doktrin uyarınca birçok ülke gibi Türkiye de 1947 yılında 100 milyon dolarlık Marshall Yardımı karşılığında tamamen ABD’ye bağımlı hale getirilmiştir.
Savaş sonunda tek parti rejimine son verilip sözüm ona çok partili rejime geçilmiş, ancak ABD’nin dayattığı anti-komünist seferberlik içerisinde Türkiye’de kurulan sol partiler ve sendikalar derhal sıkıyönetimce kapatılmış, solcu ve barışsever aydınlar TKP tutuklamalarıyla zindanlara atılmıştır.
Bu arada Kore’ye 4500 mevcutlu bir tugay göndermesi karşılığında NATO’ya da dahil edilerek Türkiye’nin askeri bakımdan ABD emperyalizmine teslimiyeti perçinlenmiştir.
Sekiz yıllık başkanlığında kendi adını taşıyan doktrini başarıyla uygulayan Truman’ın görev süresi bittikten sonra 1952 başkanlık seçimlerinde ABD’nin dünyada hegemonyasını daha da pekiştirmek için İslam’ı ön plana çıkartacak bir cumhurbaşkanı Beyaz Saray’a girmiştir: 2. Dünya Savaşı’nda Batı Avrupa Müttefik Orduları’nın, 1951’den sonra da NATO’nun başkomutanlığını üstlenmiş olan General Dwight Eisenhower.
O tarihe kadarki olayları ortaokul ve lise öğrencisi olarak izlemişken, ABD'deki 1952 cumhurbaşkanı seçimi ve sonrasında olup bitenler, artık genç bir muhalif gazeteci olarak daha dikkatli izlediğim ve de tavır koyduğum gelişmelerdi.
"YARDIM" TUZAĞINDAN SONRA EISENHOWER'IN ORTADOĞU FÜTUHATI"...
Ünlü general Eisenhower'ın Beyaz Saray’daki ilk büyük anti-komünist jesti, nükleer silahlar konusunda Sovyetler Birliği’ne bilgi sızdırdıkları iftirasıyla idama mahkum edilen bilim insanları Ethel ve Julis Rosenberg’in infazını önlemek için büyük sayıda imza toplanarak yapılan çağrıyı elinin tersiyle reddetmesiydi. Rosenberg’ler, tüm protestolara rağmen, 19 Haziran 1953’te Sing Sing Hapishanesi’nde elektrikli sandalyede katledildiler.
Eisenhower yönetimindeki ABD’de anti-komünist histeri giderek daha da yoğunlaşacak, Mac Carthy’ciler milyonlarca ABD vatandaşını komünist ya da komünizm sempatizanı diye sorguya çekecek, birçoğunu tutuklayarak işkenceden geçirecek, işinden gücünden edecekti. Bu terörün hedefi olanlardan, çocukluğumuzdan beri filmlerini kahkahalarla seyrettiğimiz Charlie Chaplin de ABD’yi terketmek zorunda kalacaktı.
Eisenhower döneminin denizler ötesi en çarpıcı operasyonlarından birisi İran’da petrolleri millileştirmeye karar veren Başbakan Musaddık’ın CIA destekli bir darbeyle devrilmesiydi.
Türkiye’de ise “1951 Komünist Tevkifatı”nda tutuklanan aydın ve işçilerin davası 7 Ekim 1954’te 184 mahkumiyetle sonuçlanacaktı.
NATO üyeliğinden sonra Türkiye üzerinde ABD emperyalizmi kontrolünün güçlenmesinde ikinci önemli aşama, Menderes iktidarının Eisenhower’ın dayatmasıyla 24 Şubat 1955’te İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin yanısıra Bağdat Paktı’na katılım anlaşmasını imzalamasıydı.
Bu arada Türkiye’nin yakın tarihi için utanç verici bir başka olay da aynı iktidarın 17 Nisan 1955’te Bağlantısız Ülkeler hareketini yaratan Bandung Konferansı’nda ABD’nin 5. kolu gibi davranarak Batı dünyasından bağımsız bir tarafsızlık politikası izlenmesine karşı çıkmasıydı.
ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki kontrolünü pekiştirmek için İslam’ı da kullanmaya başlaması, Cumhurbaşkanı Eisenhower’in 5 Ocak 1957’de açıkladığı ünlü Eisenhower Doktrini’nin Temsilciler Meclisi’nde 30 Ocak, Senato’da ise 5 Mart 1957’de onaylanmasından sonradır.
Özellikle Mısır ve Suriye‘de kurulan yeni rejimlerin ABD ve İngiliz emperyalizmine karşı tavır alması, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle ilişkiler kurması, özellikle de Başkan Nasır’ın 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirmesinden sonra Eisenhower Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarını koruyabilmek için tek çarenin İslam’ı politize ederek müslüman ülkelerin yöneticilerini avucunun içine almak olduğuna karar vermişti.
Eisenhower Doktrini Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere ABD’nin ekonomik ve askeri yardım yapmasını, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan” herhangi bir devletten bu ülkelere silahlı saldırı olması halinde Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılmasını öngörüyordu.
Eisenhower kendi adını taşıyan doktrini Temsilciler Meclisi ve Senato’dan geçirtirken Suudi Arabistan Kralı İbn Suud’u da Beyaz Saray’da ağırlayarak ABD emperyalizmine hizmet etmesini garantiye almıştı.
Türkiye’deki DP iktidarı Eisenhower Doktrini’ni 1947’deki Truman Doktrini’nin bir devamı olarak hemen benimsemiş, yaptığı basın toplantısında “ABD Ortadoğu’da Sovyet yayılmacılığını önleyecek tek güçtür” diyen Başbakan Adnan Menderes 21 Mart 1957’de Ankara’da ABD yetkilileriyle birlikte Eisenhower Doktrini’nin esaslarını papağan gibi tekrarlayan bir ortak bildiri yayınlamıştı.
Muhalefetteki CHP de ondan geri kalmamış, Eisenhower Doktrini’ni desteklediğini açıklamıştı.
İşte bu doktrin uygulamaya girdikten sonradır ki Türk gençleri Suudi Arabistan’a gönderilerek Müslüman Kardeşler militanı olarak yetiştirilmişti.
Bunlar 60’lı yıllarda Türkiye’ye döndüklerinde İlim Yayma Cemiyetleri, İslam Enstitüleri, İmam Hatip Okulları, Kuran Kursları, Komünizmle Mücadele Dernekleri, MTTB, Yeşilay, Hademe-i Hayrat Cemiyetleri’nde örgütlenmişler, bunlardan Necmeddin Erbakan Türkiye Odalar Birliği genel sekreterliğine, 1971 darbesinden sonraki görece demokratik açılım dönemindeki CHP-MSP koalisyonunda da başbakan yardımcılığına kadar yükselmişti.
Eisenhower Doktrini’nin yarattığı olanaklarla palazlananlar, ABD emperyalizmine minnet borçlarını ödemek için 1969 Kanlı Pazarı’nda Amerikan 6. Filosu’nun Boğaz’a demirlemesini protesto eden işçilere ve öğrencilere alçakça saldırıp kan dökmekten de çekinmemişlerdi.
Bugün Türkiye’de İslamcı faşizm’i devlet düzeni olarak kabul ettirmeye çalışan, Türk Ordusu’nu üç kıtada İslamcı fütuhat için seferber eden, aidiyetini her fırsatta Rabia işareti yaparak ortaya koyan Erdoğan ve kafadarları da Eisenhower Doktrini’nin ürünüdür…
KENNEDY'NİN AÇILIMLARINDAN 62 YIL SONRA TRUMP KARANLIĞI
Eisenhower'ın sekiz yıllık iktidarından sonra 8 Kasım 1960'da yapılan seçimlerde Demokrat Parti adayı genç senatör John Fitzgerald Kennedy'nin, üstelik protestan çoğunluklu ülkede bir Katolik olarak cumhurbaşkanı seçilmesi, tıpkı 48 yıl sonra, 2008 yılında, Kenya kökenli siyah Barack Obama'nın seçilmesinde olduğu gibi, özellikle ABD emperyalizminden çok çekmiş ülkelerde büyük umut yaratmıştı.
Ne var ki, ilk başta Sovyetler Birliği ile gerilimi azaltacak bazı açılımlar yaptıysa da, Kennedy kısa zamanda Latin Amerika kıtasındaki ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelelerini ezmek ve yeni mücadeleler başlamasını önlemek için emperyalist uygulamalar başlatmakta gecikmeyecekti.
Kennedy'nin, tüm Latin Amerika ülkelerinde giderek büyük umut ve örnek olan sosyalist Küba'yı içerden çökertmek için 17 Nisan 1961'de Amerikan uçaklarıyla Küba hava alanlarını bombalatması, CIA tarafından devşirilip eğitilen Kübalı karşı devrimcileri ABD donanmasının gemileriyle Domuzlar Körfezi'ne çıkartması, ancak Küba halkının yiğitçe direnişiyle bu saldırının püskürtülmesi, yeni ABD yönetimi için tam bir yenilgi olmuştu. Kennedy'nin kendisi de olaylardan sonra bir açıklama yaparak olayın bütün sorumluluğunu tek başına üstlenmişti.
Küba'nın emperyalist kuşatma ve komplolar karşısında kendini savunmak için Sovyetler Birliği ile bir çok konuda ittifak yapması, özellikle de Sovyet yapımı orta menzilli balistik füzeleri kendi toprağında üslendirmesi üzerine patlak veren ve tüm dünyayı nükleer bir felaketin eşiğine getiren Füzeler Krizi Kennedy'nin o dönemdeki Sovyet lideri Kruşçef'le yaptığı bir anlaşma ile çözüme kavuşturulmuştu... Sovyetler'in Küba'daki füzeleri çekmesine karşılık, ABD de Sovyetler Birliği'ni vurmak üzere yerleştirdiği füzeleri çekmeyi kabul etmişti.
Daha sonraki dönemde çeşitli konularda Sovyetler Birliği ile diyalog kuran ve barış içinde bir arada yaşamanın gerçekleşmesi için olumlu girişimlerde bulunan Kennedy, ABD içinde ırk ayrımcılığına karşı da bir mücadele başlatmış, siyah öğrencilerin güney eyaletlerdeki üniversitelere girebilmelerini sağlamıştı.
28 Ağustos 1963'te ırkçılığa karşı yüzbinlerin katılımıyla Washington'da gerçekleştirilen İş ve Özgürlük yürüyüşünün ardından okullarda, otellerde ve lokantalarda ırk ayrımcılığını tamamen ortadan kaldıran bir yasa önermiş, ancak bu yasayı Kongre reddetmişti.
John Fitzgerald Kennedy 22 Kasım 1963'te Teksas'da bir toplantıya giderken katledildi...
Ardından gelen ABD cumhurbaşkanları, onun gerek iç, gerekse dış politikada başlattığı girişimleri gerçekleştirme konusunda farklı performanslar gösterdiler.
Bunların içinde geçtiğimiz yılın son günlerinde vefat eden 38. cumhurbaşkanı Jimmy Carter, 42. cumhurbaşkanı Bill Clinton ve 44. cumhurbaşkanı Barack Obama hem uluslararası ilişkiler, hem ülke içi demokratikleşme planında bazı önemli adımlar attılar.
Ne var ki, geçtiğimiz pazar günü, gözü dönmüş milyarderlerin desteği ve işbirliğiyle ikinci kez Beyaz Saray'a yerleşen 47. cumhurbaşkanı Donald Trump yaptığı ilk açıklamalar ve imzaladığı kararnamelerle sadece ABD için değil tüm dünya için karanlık bir dönemin ilk işaretlerini verdi.
ABD'yi Paris İklim Anlaşması'ndan ve Dünya Sağlık Örgütü'nden çekmesi, idam cezasının uygulama alanını genişletmesi, milyonlarca göçmeni sınır dışı edeceğini açıklaması, güney sınırında acil durum ilan ederek girmeye çalışan latinoları öldürmek üzere askeri birlik göndermesi, 6 Ocak Kongre baskınından sanık olanlara, içlerindeki müseccel suçlular da dahil, af ilan etmesi yeterince endişe verici...
Yeryüzünün namlı faşist liderleri yemin törenine özel davetli olarak katılıp Elon Musk, Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg gibi para babalarıyla birlikte ABD'nin "Asri zamanlar diktatörü"ne alkış tutarken, törene her nedense davet edilmeyen devlet başkanlarından Recep Tayyip Erdoğan da geride kalmayıp, özellikle Rojava'ya yönelik karanlık projelerine destek vereceği umuduyla Donald Trump'a dostluk ve başarı mesajları iletiyor...
Beyaz Saray'ın yeni patronu kendi halkına da, dünya halklarına da ne yaparsa yapsın, yeter ki Tayyip'in Türk-İslam futuhatına engel olmasın, hele hele Rojava'nın Suriye'deki İslamcı yeni iktidar sahiplerinin de cürüm ortaklığıyla yok edilmesine karşı çıkmasın...