Pâre: Orhan Alkaya’nın parça tesirli şiirleri
Alkaya’nın hayattan kesitler sunan yeni yapıtını, şiir semtindeki herkesi ilgilendiren şiirlerden oluşan bir şemsiye olarak da tanımlayabiliriz. Hem de “çok faşist bir yağmur” altında açılmış bir şemsiye.
Geçen yılın şiir merkezli gelişmelerine, “2024’ün Şiir Bavulu” başlığı altında değinirken söz, 2024’te masanın üstünde biriken şiir kitaplarından oluşan yığınağa gelmişti. Bıraktığımız yerden başlayalım ve masanın üstünde birikmiş kitaplardan, okunmuş olanların kapağını usulca kapatmayı sürdürelim.
Bu bağlamda konumuz, okuduğumuz halde kapağı açık duran Orhan Alkaya’nın (1958) Kasım 2024’te yayımlanan şiir kitabı olacak.
Orhan Alkaya’nın “Pâre” adlı kitabı SRC Yayınları’nın Bi’Dünya Şiir Dizisi’nden çıktı. Şairin yirmi yedi şiirini bir araya getiren “Pâre”, yüz yirmi sekiz sayfa.
Alkaya’nın daha önce yayımlanan kitapları şunlar: “Parçalanmış Divan” (1990), “A! Etika” (1991), “Yenilgiler Tarihi Cilt 1” (1994), “Erken Sözler” (1999), “Tuz Günleri” (2001) ve “Altı” (2011). Orhan Alkaya, çok yazan bir şair değil. son iki kitabı arasındaki on yılı aşkın sürede bunun işareti.
Yanlış adım
“Pâre”nin ilk iki şiiri okurunu, şairin belirlediği, seçtiği bir başlangıca, tarihsel bir kurucu ana, o anın ortamına, atmosferine taşıyor. “Zeitofeles” başlıklı şiirin ilk iki betiğini okuyalım:
en yüksek simsardı zaman
terk edilmiş bir eski hayat
!dan
bir rü’ya, hep korkulan
ve zaman terkisinde bir at
dekbâz bir kahkahaydı
zamandan bende kalan
kânun–i esâsîye koştuyduk
: ân, zamanı silen türkçü vatan
!dan
kurtulur gibiydi –muvakkat
ite kaka uyandırıldık o rü’yadan
tıkırdıyordu grapondan bir saat
ki kıraat zamanın tuhaf ânıydı
büyüyecekti sirkatte el!aman
Şiir, yol ağzı denilebilecek bir yolculuğun eşiğine, başlangıcına; o başlangıçta, o eşikte atılmış yanlış ilk adıma, düğmenin yanlış iliklenmişliğine, kısaca temel bir yanlışla başlamaya dair olarak yorumlanabilir. Yanlışın yaralayıcı, kıyıcı oluşunu da göz ardı etmemek gerekir.
Dört el silah sesi
Şiirde “dan” hecesi, o heceye içkin ses ve çağrışımı dikkat çekiyor. Dört betikten oluşan şiirin her betiğinde yineleniyor “dan.” Şiirdeki biçimsel konumu itibarıyla ayrı bir sözcük olarak da okunan bu hecenin, bizdeki çağrışımsal karşılığı silah sesi. Buna göre, şairin ilk şiirinde dört el silah patlıyor diye düşünüyoruz.
Kitabın ikinci şiiri de ilk şiirle bağlantılı. Çünkü “Pâre” yekpare değil. Kitapta öncelik sanki her parenin kendi başına bir bütün oluşturmasına verilmiş. Nitekim şair de, Deniz Durukan’la yaptıkları ve Artı Gerçek’te yayımlanan söyleşide buna değiniyor: “Dört yüz küsur yıllık kartezyen ekolün içinden geldik ve yetiştik. Erken modernite, geç modernite, her ikisi de… Biz geç modernitenin evlatlarıyız. Parçadan bütüne giden kavramla şekillendik. Marksizm de sonuçta spiral ilerleme, gelişme teorisi ortaya atarken kartezyen ekolünden yürüyordu. Sonra bir şeyi fark ettim: Parçanın kendisinin bir bütün olduğunu. Parçadan bütüne yürünmüyor, her zaman parçaya yürünüyor. Körlerin fili elleme hikayesi bir yanlışlıklar komedyası değil. Herkes ellediği yeri tanımlıyor çünkü. Pâre ismi buradan çıktı.”
Kitabın ilk şiirinde duyulan dört el silah sesi önemli. Bunu şiirin yan metninde kurulan sahnenin, şairin, Çehov’un tüfeğini değil, ama o tüfeğin sesini, duvara asması olarak değerlendiriyoruz.
Yolun başlangıcında patlayan silahla yaralananınsa zaman olduğu düşüncesindeyiz ve o “yaralı varlık”, ikinci şiirde okuru “zamanın ruhu” olarak karşılıyor. Kitabın başlangıcını da oluşturan iki şiir; “yaralı ruh”un ve “yaralı zaman”ın şiiri; birbirine tutunan iki parça gibi de okunup yorumlanabilir. Söz konusu iki şiirin ortak meselesinin, Adorno’nun meşhur, “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözüne bağlandığını söyleyebiliriz. Bahse konu kitabın “Geistofeles” başlıklı ikinci şiirinden de iki betik okuyarak devam edelim:
yaralı parça bir iz sürümüdür
daralan vakitte; anneden sızan koku
ilk aşktan süregiden rayiha belki
hatırlananlar karşısında yaşamak
çoğu zaman birçok yalandır ama
emdiğin sütün ekşiliği kadarsın
−daima! bilmek anlamaktır
bir hatırlamalar ayinindesin şimdi
korkma. unutacaksın
bir ara sen de kavuştuydun. Kavuşacaksın
İki şiir aslında her şeyin, daha doğrusu kitaptaki her parçanın başlangıcı ya da ana parçası gibi. Kitabı oluşturan temanın ana parçası, temel öğesi de denilebilir. Bir tür deniz feneri; okura sunulan bir harita; Ece Ayhan’ın ağzıyla söylersek “tarih atlası” ya da o atlastan bir sayfa olarak kabul edilebilir. Yeri gelmişken; Orhan Alkaya’nın şiirinin modern Türkçe şiirde en çok Ece Ayhan’ın şiiriyle ruh ortaklığı içinde olduğunu da kaydedelim. Kastettiğimiz iki şairin de uğraştıkları mesele açısından bir yakınlıklarının olması.
Şiir ve ‘arkaizm’
Okur için, Alkaya’nın şiirinde ya da şiirlerinde Ahmet Oktay’ın deyişiyle “eski sözcükçülük” (arkaizm) aşılması gereken bir engel olarak yorumlanabilir. Ancak şiir okuma ediminin aslında engelli, dolambaçlı, sarp bir yoldan geçilerek gerçekleştiğini belirtelim.
Orhan Alkaya, “sekenler şiiri”nde belirginleşen “eski sözcükçülük” eğilimini benimseyen şairlerden biri oldu. Bu tavrını zaman içinde şiirinin biçimsel omurgası olarak korudu ve sürdürüyor.
Oktay, “İmkânsız Poetika” adlı kitabında yer alan “Seksen Sonrasında Şiir” başlıklı yazısında “eski sözcükçülük eğilimi”ne de değiniyor. Ahmet Oktay’ın bu dönemde yükselen “eski sözcükçülük” yönelişine ilişkin saptamaları ve yaklaşımı dikkate değer: “Bir yandan gelenekle ilişki kurma arayışının, bir yandan da gündelik dilin büyük ölçüde ideolojikleşmiş ve bürokratikleşmiş yanından kurtulma isteğinin bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Bu girişim medyatik dilin egemen konuma geldiği 1990’lar bağlamında daha antikonformist ve daha saldırgan ya da dizgenin rational’i içinde konuşmak istemeyen bir dil bulma arzusu çerçevesinde değerlendirilebilir.” Oktay’ın söyledikleri, Alkaya’nın benimsediği arkaizm tutumunun, deyim yerindeyse sözcüğü sözcüğüne çözümlemesi gibi. Alkaya’nın şiirinde benimsediği arkaizmin, arka planında öyle anlaşılıyor ki büyük ölçüde yeni bir imgesel şiddet düzeyi arayışı yer alıyor. Deniz Durukan’la olan söyleşisinde şair bu konuyla ilgili de görüşlerini paylaşıyor: “Kelime akrabası ile ölçülür. Ne kadar geniş akrabası varsa o kadar kıymetlidir. Yeniden üretilmiş kelimelerde akrabalık yoktur. Bağdaşık kelimeler yoktur. Başından itibaren dili en zengin haliyle kullanmayı tercih ettim. Bir şeye sorun dediğinizde anlayacağınız şeyle, mesele dediğinizde anlayacağınız şey aynı değildir. Mesele kelimesinde sayısız akraba vardır, öbüründe yoktur. Dili kullanma biçimim eleştirilmişti. Mesela daha ilk zamanlarımdı, henüz şiir yayınlamamıştım, Akif Kurtuluş’un ısrarıyla Ankara’da Türk Dil Kurumu’na gitmiştik. Çok da sevdiğim Ali Püsküllüoğlu’na iki şiir verdim, okudu, şu iki kelimeyi değiştir, bu sayı basayım dergide dedi. Ayağa kalktım, şiirleri geri aldım ve teşekkür ettim. Kelime benim haysiyetim.”
Karşı ateş
Kitabın dört el ateşle başladığını belirtmiştik. Dört el ateşin aslında bir “karşı ateş”, bir öz savunma ateşi olduğunu da düşündüren ve arka arkaya sıralanan dört şiir var kitapta: “Toz”, “Çamur”, “Kemik ve “Süt” başlıklı dört şiir. Şiirlerin dikkat çeken özelliği yakın tarihin önemli kırılma anları olan olaylarına ve tarihsel rolleriyle hafızalarda yer alan kişilere odaklanması. Örneğin “bir bodrumda canlı yayında yakılan insanlar / görmüyorsan her şey toz” dizeleriyle biten “Toz” başlıklı şiir, Şırnak’ın Cizre ilçesinde uygulanan sokağa çıkma yasağı sürecinde yaşanan çatışmalar, kıyım ve yıkımla ilgili. Hatırlanacağı üzere 4-12 Eylül 2015 tarihlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasağında öldürülen on yaşındaki Cemile Çağırga’nın cansız bedenini annesi, iki gün boyunca buzdolabında tutmak zorunda kalmıştı. “Çamur”, Ankara Gar’ında 10 Ekim 2015’te, 103 kişinin ölümüyle sonuçlanan “canlı bomba saldırısı”ndan sonra, iktidar yanlısı kesimlerin gösterdiği insanlık dışı tepkiyi odağına alıyor. Katliamdan sonra Konya’da, maçtan önce yapılan saygı duruşunu Konyalı seyirciler ıslıklamıştı. “Kemik”se cenazeleri hiçbir zaman bulunamayan Cemil Kırbayır, Sabahattin Ali ve Veysel Güney için yazılmış. Şiir aynı zamanda Cemil Kırbayır’ın oğlunu arayan, devletten oğlunun kemiklerini isteyen Berfo Anaya da bir saygı duruşu. "Süt” başlıklı şiir Aysel Tuğluk’a ithaf edilmiş. Şiir aynı zamanda annelikle, hapishanede çocuğunu emziren annelerle ilgili bir duyarlılık ve farkındalık çentiği... “Kemik”ten “Cemil” başlıklı betiği okuyalım:
kemiklerini verin Cemilimin diyedurdu
oğlumun mezarını bileyim yeter bana
bilmeden ölmeyeceğim dedi durdu kuş
suretli, özgürlüğüne düşkün koskoca
kanatlarını itinayla gizleyen kırk kuş
yahut kısaca inatçı bir sabırdı Berfo Ana
oğlunun kemiklerine kavuşamadı bir türlü
kırla bayırla kötülüğe fıtrattan hayır!la
gün geldi ince kemikli parmaklarının içine aktı
inanmak müşkildi, ölüverdi yüz’üne az kala
Şairin ‘yenilgiler tarihi’nde yeni bir cilt…
Ara başlıkta dile getirdiğimiz şairin “yenilgiler tarihi”nde yeni bir cilt saptaması aslında bize ait değil. Turgay Kantürk’ten mülhem bir cümle. Aslında cümleyi soru olarak yeniden kurmak gerekiyor: “Pâre”, şairin “yenilgiler tarihi”nde yeni bir cilt mi? Bize göre yeni bir cilt olarak da, bir kapanış, final olarak da okunabilir diyelim ve Kantürk’ün ara başlığımıza esin kaynağı olan “A’dan Z’ye 2024’te Şiirimiz…” başlığıyla Artı Gerçek’te yayımlanan yazısındaki değerlendirmesini paylaşalım: “Pâre’yi şairin son dönem şiirlerini ve aramızdan ayrılan şair Sina Akyol’a yazdığı özel bir şiiri de okurla buluşturuyor. İnsan tekinin benzerleriyle ve başkalarıyla yürüdüğü yoldan, derin ve renkli izler taşıyan, çoklukta yalnızlık hallerini ince ince işleyen şiirlerle kucaklıyor sizi Pâre. Kitap şairin ‘Yenilgiler Tarihi’ne eklemlenen yeni bir cilt olarak da okunabilir.”
“Pâre”nin Sina Akyol’a yazılan şiirlerin olduğu bölümünü, kitabın içinde ayrı bir kitap olarak da değerlendirmek mümkün. Bununla birlikte, bu bölümdeki şiirlerin “Orhan Alkaya şiiri”nde farklı bir katman oluşturduğu izlenimi verdiğini de kaydedelim. Yas sürecine ilişkin, şairin o süreçteki duygularına, düşüncelerine, çalkalanan iç dünyasına, dış dünyaya bakışına ayna tutan, kısaca yas deneyimini aktaran “Geberesiye Hasret Ânında Sina ile Bilmem Kaç Konuşma” başlıklı şiirin “Dertlikenar” başlıklı betiği şöyle:
öldüğümde, şafak vaktinde, yarın
seni, Seyhan’ı, İlhan’ı toplayıp iki kadeh
parlatamayacaksam eğer ben ne öleyim
ne sen, bir Seyhan, büyük şair İlhan bir de
bok mu vardı da beni beklemediniz cânım
Bask’lı ve ETA’lıydı ilk mısrayı kanlarıyla
yazan arkadaşlar, billahi ben daha iyi
mısra duymadım, ben zaten mısra değil
hep manâ duydum duymasına da
evvel Seyhan, ortanca İlhan, bir de sen gidince
cancağzım, hiç mi düşünüp taşınmadınız
pek tenha kaldım
Orhan Alkaya, seksen sonrasında “siyaset yapmayan”(!) politik şiirin temsilcilerinden biri oldu. Bu tutumunu “Pâre”de de sürdürüyor. Siyaset yapmayan politik şiirin aynı zamanda etikle ilgili, hatta etik şiir olarak da tanımlamak olası diye düşünüyoruz. Etik şiir, yani ilkeli şiir. Bununla hayata, dünyaya, olup bitenlere belli ilkeler çerçevesinden bakan, o ilkeler ekseninde tavır alan, tepki gösteren şiiri kastediyoruz.
Epik dilin lirik sesi
Şeref Bilsel, Orhan Alkaya’nın kitabına ilişkin sosyal medyada paylaştığı değerlendirmesinde şöyle yazdı: “Toplumun içindeki bireyin, bazen toplumla yan yana, bazen topluma rağmen sözcükler üzerinden tok bir sesle dünyayla konuşması. Ne mi var dünyanın içinde? İnsaf yok, merhamet yok, adalet yok. Bütün bu yoklukların harekete geçirdiği şairin sesi her zaman olduğu gibi ‘tedbirli’ ve özenli ve kuşatıcı. Epik olanla lirik olanı, düşünenle hissedeni bir araya getiriyor özne bağlamında. Hepimize değen ve fakat maalesef çok azımızda kalıcı izler bırakan toplumsal kırılmaların, kış altında unutulmuş yasların derin izleri etrafında bir yüzleşme kitabı ‘Pâre’.Yanılmış ama yılmamış; yaşamış ama tanıklıkları unutmamış, arayışı terk etmemiş bir şairin payına düşenler.”
Modern Türkçe şiirde Nâzım Hikmet’le açılan çığır, kırklı yıllarda başka bir yöneliş içinde oldu. İkinciyeni sonrasında, altmışlı yıllardaysa ikinci toplumcu yeni gerçekçilik olarak tanımladığımız eğilime dönüştü. Seksenlerdeyse altmışlarda gelişen yönelişin yeniden biçimlendiğini söyleyebiliriz. Alkaya da ikinci toplumcu yeni gerçekçi dalganın seksenlerden itibaren güncel atılımı olarak beliren şiirsel güzergâhın temsilcilerinden biri oldu. Bu şiir çizgisini “epik dilin lirik sesi” olarak da kaydedebiliriz.
“Pâre”yi değerlendirirken bu şiir çizgisinin tarihselliğini de dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü de kaydedelim.
Alkaya’nın hayattan kesitler sunan yeni yapıtını, şiir semtindeki herkesi ilgilendiren şiirlerden oluşan bir şemsiye olarak da tanımlayabiliriz. Hem de “çok faşist bir yağmur” altında açılmış bir şemsiye.
Kitaptan Pir Sultanların, Dadaloğluların, Köroğluların sesini yükselten iki dizeyle bağlayalım sözümüzü:
haykırırım anam dilini, odur erzağım
devlet gitsin ben yaşarım o zaman