Kemal Can: İktidar geriledikçe daha da tahripkâr oluyor

Türk milliyetçiliği üzerine yaptığı araştırmalarla da bilinen gazeteci Kemal Can'a göre AKP geriledikçe daha da tahripkâr oluyor ama muhalefet bunun önüne geçecek bir ortaklık kuramıyor.

AKP’nin yıllara yayarak derinleştirdiği toplumsal kutuplaşma muhalefetin tabanını oluşturan kesimlerde de hüküm sürüyor. Bu da muhalefetin belli bir ortak hedef belirleyerek iktidara karşı alternatif yaratmasını epey zorlaştırıyor. 

Seçimlere yaklaşıldıkça iktidarın, muhalefet tabanına da yaydığı fay hatlarını kırmaya girişeceği düşünülüyor. Peki AKP-MHP bunu yapabilmek için ne tür araçlara sahip? İslamcı-Türkçü iktidar bloğuna karşı seküler-milliyetçilik bir alternatif olabilir mi? Bu "alternatif" ne tür tehlikeler barındırıyor? Seçim sath-ı mailinde Türkiye’yi neler bekliyor? 

Türk milliyetçiliği üzerine araştırmalarıyla da bilinen gazeteci Kemal Can’a kulak veriyoruz…

Son günlerde artan konser yasakları, ırkçı saldırılar, tedavüle sokulan büyük bir planın parçası mı sizce?

Konser yasakları ve birtakım dini, ahlaki, milliyetçi reflekslere dayalı taassubun iki yüzü var. Bunun tepeden aşağıya doğru işleyen, bayağı organize, iktidar yanlısı odaklar tarafından köpürtülen, sosyal medya örgütlenmesini de kapsayan bir yüzü var elbette. Ama meseleye sadece iktidar ve onunla açık veya örtülü işbirliği içindeki odakların manipülasyonu olarak bakmak, karşı karşıya kaldığımız şeyi açıklamaya yetmiyor.

Meselenin diğer yüzünde ne var peki?

Bunun toplumsal zeminde başlayıp yukarıya doğru çıkan ve siyasal alanı etkileyen yönü de var. Türkiye’nin geçmişinde bunun çok sayıda örneği olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla iktidar ve çevresinin yarattığı ortamla birlikte, biraz kendiliğinden ama elbette mevcut siyasal iklimden de beslenerek ortaya çıkan ve çok tehlikeli dinamiklerin kapaklarının açılmasından söz ediyoruz.

İyi de neden bu dinamikler seçimlere yaklaşılmışken, ekonomik kriz derinleşmişken bir dalga gibi  yükselmeye başladı? 

İktidar hazır potansiyellerin kapağını son derece provokatif biçimde açarak bu dinamiklerin "kendiliğinden" de harekete geçmesini sağlıyor. Dolayısıyla iki dinamik aynı anda çalışıyor. Örneğin bir Kürt sanatçının konseri yasaklanıyor, sonra da bunun toplumsal zeminde tekrar yeni hamleler devreye giriyor. Mesela bazı fenomenler Alana dalıveriyor. İktidarın, toplumsal zemindeki bu etkileri mutlak bir biçimde ve tamamen yönettiğini söyleyemeyiz ama bunu yapmaya çalışıyor. 

HER AÇIDAN ÇOK TEHLİKELİ BİR DÖNEMDEYİZ

Peki ekonomik krizle boğuşan bahse konu toplumsal kesimler neden anti-Kürtlüğe, iktidarın ekonomiyle ilgisi olmayan çeşitli hamlelerine bu kadar teşne?

Toplumda bu tür reaksiyonların karşılık bulabileceği, kriz ortamının da tetiklediği bir vasat ve yüksek gerilim hatları var. Maalesef muhalefet, henüz bu gerilimi giderebilecek bir ortaklık duygusu, güvenlikli zemin yaratabilmiş değil. O yüzden de bu tepki potansiyelleri iktidar tarafından manipüle edilebiliyor. Çünkü iktidar daha organize ve kontrolündeki çevreler de toplumda birikmiş gerilimi asıl problemden uzaktaki zayıf aktörlere yönlendirebiliyor. Muhalefet ise ekonomik krizden toplumsal gerilime kadar reaksiyonları toplayıp pozitif bir enerjiye çevirecek motivasyonu üretebilmiş değil. Toplumda sürekli bir değişim talebi oluşuyor ama bu talebin muhtevası, dayandığı kaynaklar, tepkiler henüz aynı çanakta toplanmış ve güçlü bir ortak potansiyel haline gelmiş görünmüyor. O yüzden de reaksiyon alanlarını belli ölçüde hâlâ iktidar yönetebiliyor. Bunun örneklerini 1930’larda Almanya’da, 1970’lerin sonunda Türkiye’de gördük. 

Nasıl gördük?

Krizli, bunalımlı dönemlerde organize birtakım çevreler, toplumdaki rahatsızlık potansiyelini rahatlıkla başka hedeflere, örneğin azınlıklara, yabancılara, "kültürel elit" denen kesimlere, ahlaki çöküntü veya dış mihrak diye sunulan "düşmanlara" kanalize edebiliyor. Şu anda da bunun örneğiyle karşı karşıyayız. Yüksek gerilimin asıl odaklanması gerektiği alanlar uzaklaştırılıp gerilim sistemli bir müdahaleyle zayıf görülen kesimlere yönlendiriliyor. Aşağıdan gelen reaksiyon, yukarıdan gelen müdahaleyle yön değiştiriyor ve iktidar kendisini hedef olmaktan çıkarıyor. Bu ve her açıdan oldukça tehlikeli bir dönemdeyiz. 

MÜLTECİ KARŞITLIĞI ASKERİ HAREKATİN SONUÇLARINA TABİ KILINIP BEKLENTİ YARATILABİLİR

Son dönemde artırılan anti-Kürt dalga mülteci düşmanlığıyla da buluşturulduğunda bahsettiğiniz tehlikenin boyutları daha da artıyor ama daha yakın zamana kadar mültecilik "kartını" iktidara karşı işlevselleştirmek isteyen bizatihi muhalefet ve CHPydi. CHPliler iktidarı mülteci karşıtlığıyla sıkıştırmaya çalışırken, şimdi bu kartın tam da CHPnin elinden alınıp iktidar ve çeperindeki odaklarca kullanıldığını söyleyebilir miyiz?

İktidar şu an bunu deniyor. Erdoğan’ın sığınmacıları göndereceklerine dair beyanatı, ardından göndermeyeceklerine dair açıklaması, bu konuyu tam olarak nasıl kullanacaklarını netleştirmediklerini gösteriyor olabilir. Fakat önümüzdeki günlerde Kuzey Suriye’ye yönelik bir harekâtla sığınmacıların gönderilmesi arasında bağ da kurulabilir. Böylece bazı toplum katmanlarında yaygınlaşmış olan mülteci karşıtlığı, askeri bir harekâtın sonuçlarına tâbi kılınarak yeni beklenti de yaratılabilir. 

Peki iktidarın bunda muvaffak olması mümkün mü?

Sonucunu bilemeyiz ama bu yolu deneyebilir. Öte yandan bildiğimiz ve gördüğümüz bir şey var ki, iktidar kendisini tehdit eden sorunları kendisi açısından sorun olmaktan çıkarabiliyor. Gerçek sorunları manipüle ederek, bu sorunun kendisi üzerinde bir baskıya dönüşmesini imkânsız hale getirecek bir dağınıklık yaratıyor. Gerçek sorun çözülmüyor ve bu nedenle toplumdaki öfke büyüyor ama iktidar, yardımcı aktörlerin de doğrudan veya dolaylı desteğiyle bu öfkenin adresini değiştirebiliyor. Bunu defalarca başardıklarını söyleyebiliriz. 

MUHALEFETİN İÇİNDE KÜRT SORUNU, GÖÇMEN MESELESİ, DEVLETİ ALGILAMA BİÇİMİ GİBİ KONULARDA FAY HATLARI VAR

Kaybedeceği, kaybettiği, yönetemediği düşünülen bir iktidar nasıl oluyor da devasa sorunları hiç çözmeden, hatta derinleştirerek kendi lehine bir siyaset alanına dönüştürebiliyor?

Bu sorun ortak muhalefet içinde de bazı kırıklıklar oluşturan fay hatları üzerinde cereyan ediyor. Kürt sorunu, göçmen meselesi, ekonomik kriz, kutuplaşma veya toplumsal kırılma ve devlet kapasitesinin yok edilmiş olması, Türkiye’nin en önemli sorunları. Eğitimden tarıma, sağlıktan bürokrasiye, yargıya kadar genişleyen, Weberyen anlamdaki devlet bürokrasisinin çözüldüğü bir sürecin içinde bu devasa sorunlar daha da derinleşiyor. Fakat muhalefet bu başlıkları, iktidarın yarattığı sorunlar bütünü olarak bir arada tutup ortak bir reaksiyon örgütleyemiyor.

Neden?

Çünkü bu fay hatları muhalefetin içinden de geçiyor. Örneğin Kürt sorunu, göçmen meselesi, devleti algılama biçimi, ekonomik tercihler bu fay hatlarının başında geliyor.

Muhalefet içinde en azından ekonomik tercihler konusunda ciddi ihtilaflar var mı?

Ali Babacan gibi bir faktör mesela, "ülkede her şey iyiydi, iyi işliyordu ama bir noktada bir şey oldu ve her şey bozuldu, o bozulan parçayı değiştirip eski parçayı yerine takarsak her şey çözülür" noktasında. Kemal Kılıçdaroğlu ise altını ne kadar doldurduğu ayrı mesele ama neoliberalizm diyor, kamuculuk diyor ve Babacan’dan farklı bir pencere açıyor. İYİ Parti ve diğer partiler açısından da Kürt sorunu, dış politika, göçmen meselesi, hayat tarzı, laiklik derin fay kırıklıkları yaratıyor. Dolayısıyla iktidarın kutuplaştırmayı kullanma biçimine karşı etkili ve bütünlüklü bir alternatif duruş oluşturulamıyor. Dahası, iktidarla, ona benzeşerek, onun etrafındaki toplumsal kesimlere tavizler vererek, o tarafa hoş görünerek baş edilebileceğine dair inanç da kırılmış değil. Buna karşın iktidar cephesine baktığımızda, bütün çatlaklarına rağmen daha mono-blok bir cephe görüyoruz. Orada sadece Erdoğan ve Bahçeli’nin iyi anlaştığı değil, tabanlarının da birbirine benzeştiği görülüyor.

ARTIK OYUNU ERDOĞAN KURMUYOR AMA OYUNU TAMAMEN TESLİM ETMİŞ DE DEĞİL

İdeolojik bir benzeşme mi?

Ekonomik kriz konusuna bakıldığında mesela, AKP ve MHP seçmeni benzer bir biçimde zamların sebebi olarak dış mihrakları görüyor. Şimdiye kadar geçici olacağı düşünülen milliyetçi-İslamcı  alaşımın tabanda da çok derin bir karşılık yarattığı görülüyor.

Ama sürekli iktidar içi çatlaklardan söz ediliyor…

Oradaki çatlaklar daha çok çıkar çemberleri ile ilgili çatışmalardan çıkıyor. Ama siyasal tercihler açısından mono-blok bir durum var. Ayrıca iktidarın elinde başta devlet ve medya olmak üzere çok kuvvetli araçlar bulunuyor. Dolayısıyla muhalefetin parçalı yapısına karşı iktidar cephesinin daha bütünlüklü bir görünüm arzettiği söylenebilir. O yüzden de sorunların sürdürülebilirliğini yönetebiliyor iktidar. Ama bu kabiliyetinin de giderek azaldığını görüyoruz. Moda yorumla "oyunu hep Erdoğan kuruyor" deniyordu ya, hayır, artık oyunu Erdoğan kurmuyor. Ama oyunu tamamen teslim etmiş de değil. 

7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra da, kaybeden AKPnin bir daha doğrulamayacağı düşünülüyor, oyunu artık Erdoğan’ın kuramayacağı söyleniyordu. Fakat 7 Haziran- 1 Kasım arasında iktidar çeşitli hamlelerle tabloyu lehine çevirmeyi başardı. Şimdi de kaybedeceği düşünülen iktidarın devletin gücünü kullanarak bir kez daha iktidarda kalmayı başarma olasılığı yok mu?

Elbette öyle bir olasılık var ama 7 Haziran sonrası döneme göre iktidarın imkânları çok sınırlı.

İKTİDARIN BİR TAŞKIN SAHASI KALMADI

Neden?

Çünkü AKP o dönem pek çok aracın yanısıra kuvvetli bir yedeklemeyle iktidarını kurtarmıştı. 7 Haziran’da kaybettiği iktidarı, devleti yanına alarak, burada sadece Devlet Bahçeli’den söz etmiyorum, kurumsal olarak devlet kapasitesini kendisine ortak ederek, çok kuvvetli bir güç konsolidasyonu sağladı. Böylece önemli bir güç toparlanmasıyla iktidarını kurtardı. Şu anda da devlet kapasitesi AKP’nin elinde ama hem kontrol edemediği alanlar artıyor, hem de taze kan temin edebileceği bir alan kalmadı. Üstelik devlet kapasitesini fütursuzca kullanıp zorladığı için elindeki araçları da yıpratması söz konusu. Diğer yandan toplumsal destek sağlayabileceği yeni alanlar da kalmadı. O yüzden ancak mevcudu tutmak için stratejilere başvurabilir, zira mevcudun üstüne koyabileceği bir taşkın sahası kalmış değil. 

Peki 7 Haziran sonrasındaki gibi provokatif hamlelerle bu tabloyu tersine çeviremez mi?

İktidarın böylesi hamlelere başvurma ihtimali yüksektir. 2015’tekine benzer provokatif hamlelerle toplumu yeniden güvenlik kaygısına sıkıştırmak, bu şekilde kendi tabanını genişletmek değil ama var olanı tutmak isteyebilirler. Yani 2015’teki gibi oy oranını birden 7-8 puan artırabilecek bir tablodan ziyade, muhalefeti sıkıştırmak, sıkıntıya sokmak ve kendi tabanındaki çözülmeyi de durdurmak… Öte yandan AKP’den kopmuş ama başka taraflara da geçmemiş, ortada duran çok ciddi bir kararsızlar kitlesi var. Bunları da yeniden kazanmak için toplumu ekonomik krizden bile daha acil bir soruna, güvenlik kaygısına sıkıştıracak hamlelerde bulunabilir.

Ne tür hamleler olabilir bunlar?

Sınır ötesi askeri harekât zaten olasılık dahilinde. Fakat daha önce yapılan bu tür harekâtların oy değişikliği bağlamında çok etkili olmadığı biliniyor. Bununla birlikte AKP, özellikle dış politikada yeniden yakaladığına inandığı bazı pazarlık kozlarını kullanarak Suriye’nin kuzeyine doğru bir harekâta başka bir meseleyi daha ekleyerek yönelebilir. 

İKTİDARIN YARATMAK İSTEDİĞİ İKLİMİN ARA STRATEJİ EVRESİNDE OLABİLİRİZ 

Nasıl yani?

Bu harekâtla göçmenlerin gönderilmesi arasında bir bağ kurarak, göçmenler meselesini buna eklemleyerek yol almaya yönelebilir. Böylece toplumdaki göçmen karşıtlığını da, örneğin harekâta mutlak destek vermeyecek olan muhalefet odaklarına yönlendirebilir. Bu iktidarın kendi yarattığı sorunlardan fırsatlar yarattığını defalarca gördük. Şimdi de toplumsal gerilimi çok yükseltip bunu kendi lehine kullanacak şekilde kullanabilir. Sanırım şu anda tanık olduğumuz da henüz kontrollü yoklamalar. Yani yaratmak istedikleri iklimin ara strateji evresinde olabiliriz. Asıl stratejilerinin henüz başlamadığını, şu anda bunun yoklamalarını yaptıklarını düşünüyorum. 

Mülteci düşmanlığı, Kürt karşıtı uygulamalar, HDPnin kapatılması olasılığı, Rojavaya harekât hazırlığı, paramilitarizasyon, ekonomik çöküntü… İktidarın tüm bu kriz kapılarını aynı anda yönetme kabiliyeti olmadığı düşünülüyor. Bir noktadan sonra iplerin tamamen elden kaçtığı ve toplumsal kutuplaşmanın daha da tehlikeli bir aşamaya evrildiği felaket senaryosu ne kadar ihtimal dışı?

Yükseltilen tansiyon, kontrolsüz potansiyel gerilim alanları yaratıyor ve bu kaçınılmaz bir şey. Çok boyutlu bir kışkırtma projesi yürürlüğe koyarsanız bütün ülkeyi kontrol edecek biçimde bunu yönetemezsiniz. Mutlaka bunun içerisinde kontrolsüz bazı şeylerin ortaya çıkması mümkündür. Ama açıkçası öyle bir kontrolsüz patlamadan çok, bu patlama ihtimalinin kullanılmak istenebileceğini düşünüyorum. Şu anda iki ana tez var. Bunlardan birine göre iktidar büyük bir kaos yaratıp seçimi erteleyecek veya yaptırmayacak. İkinci teze göreyse iktidar büyük bir kaos yaratıp seçimi lehine çevirmeye çalışacak. Ben ikinci teze daha yakınım. Çünkü dünyada AKP türü partilerin seçime ihtiyaçları var.  Bu tür rejimler, sembolik de olsa seçime, seçimi referans göstermeye ihtiyaç duyarlar. 

SANILANIN AKSİNE, GÖÇMEN KARŞITLIĞI İKTİDARI ÇOK DA ZORLAMIYOR

Son zamanlarda mülteci karşıtı ırkçı kampanyalar pek çok odak tarafından yürütülüyor. Ümit Özdağ’ın yaptığı provokatif açıklamalar, İçişleri Bakanı’yla çatışır gibi görünen hamleleri bazı yorumcular tarafından aslında iktidarın planının bir parçası olarak okunuyor. Böyle mi gerçekten?

Sürecin evrilme biçimine baktığımızda, yükseltilen göçmen karşıtlığı dalgası sanıldığının aksine iktidarı çok da zorlamıyor. Aksine, muhalefet bir tutum almaya zorlanıyor. Örneğin Ümit Özdağ, İYİ Parti’yi, CHP’yi sıkıştırıyor. Soylu’yla girdiği polemik de iktidarı zorlayan genel bir muhalefet değil, tamamen kişiselleştirilmiş, hatta politikanın dışına çıkarılmış bir hamle olarak görünüyor. Özdağ Soylu’yla polemiğe giriyor ama kendisini son derece şaibeli biri olarak gösteren Bahçeli’ye ses çıkarmıyor. Bu bile bize pek çok şey anlatıyor. İktidarın yürüttüğü stratejiye dair kuvvetli bir eleştiri dalgasının sosyal medya hareketliliğinde de olmadığını fark ediyoruz. 

Sizce daha yakın zamana kadar mülteci karşıtlığı üzerinden iktidarı sıkıştırmaya yönelen başta CHP olmak üzere muhalefet odakları iktidarın bu planının farkına vardılar mı? Muhalefetin mülteci karşıtlığını azaltması olasılığı var mı?

AKP’den kopmuş olan Gelecek ve DEVA gibi partiler bu alana zaten pek girmiyorlar. HDP de mülteci karşıtlığından uzak duruyor. Ama İYİ Parti ve CHP’nin de son zamanlarda ihtiyatlı davranmaya başladıklarını görüyoruz. Mülteci karşıtlığının muhalefeti hareketlendirip motivasyonunu yükseltecek temalardan biri olduğu fikri, biraz da dışarıdan birtakım telkin çabalarının sonucu olarak CHP ve İYİ Parti’de gelişmiş gibi görünüyordu. Fakat iktidar ve çeperindeki odakların bu alandaki provokatif hareketlerinin, CHP ve İYİ Parti’nin bu konudaki ihtiyatını artırdığını gözlemlemek mümkün. 

SEKÜLER MİLLİYETÇİLİĞİN DEMOKRASİ İÇİN GÜVENCE OLABİLECEĞİ FİKRİ 1980LERDE SOLDA YÜRÜTÜLEN İSLAMCILIK TARTIŞMALARINA BENZİYOR

Siz Türk milliyetçiliği üzerine en fazla çalışan gazetecilerden birisiniz. Söyleşinin başında, kriz ve buhran anlarının 1930lar Almanyasındaki gibi faşizan, ırkçı eğilimleri artırabildiğini hatırlatmıştınız. Sizce bu gidişat nereye?

Doğrusu genel eğilime bakınca iyimser olmak pek mümkün değil. Şu aralar özellikle ana muhalefete yakın bazı akademik çevrelerde, seküler milliyetçiliğin pozitif bir dinamik olarak etkili olmaya başlayacağı fikri çok alıcı buluyor. Seküler milliyetçiliğin kurumsal bir demokrasi için sağlam bir güvence teşkil edebileceği fikri, 1980’lerde solda yürütülen İslamcılık tartışmalarına benziyor. Öte yandan 1960’ların sonundan itibaren MHP’de kurgulanan milliyetçi hareketin içinde daima kuvvetli bir seküler damar vardı ve bu, zaman zaman kopmalara, ayrışmalara neden oldu. Şu anda da benzer bir süreçle karşı karşıyayız. MHP’nin AKP’yle simbiyotik bir ilişkiye girmiş olması, siyasal islamla yeni bir alaşım ortaya çıkması, genç, kentli, seküler milliyetçi kesimlerde reaksiyonlara neden oluyor. İYİ Parti gibi yapılar da bu gelişmelere dayanarak güçleniyor. Ama bu genç, kentli, seküler milliyetçi damarın, sanıldığı gibi yeni bir demokratik açılımın motoru veya önemli bir parçası olacağı fikrine şüpheyle yaklaşmak gerek. Şu an seküler milliyetçi kesime dair tartışma, 1980’lerde yükselen İslamcılığın kendiliğinden demokratik bir açılım getirip getirmeyeceği tartışmasına çok benziyor. 

Birikim Dergisi dâhil bazı sol çevreler bu tartışmaları epey yürüttü ama sonuçta siyasal islamın iktidara gelmiş halinin nasıl bir faşizm yarattığı görüldü…

Tabii, mesela Etyen Mahçupyan 2000’lerin başında siyasal İslamcılığın temsil ettiği, bahse konu "sosyolojinin" kendiliğinden demokrat olacağını iddia ediyordu. Bunun böyle olmadığını yaşayarak gördük. Dolayısıyla bu tür değerlendirmeler yaparken güncel pozisyonlara bakmak yeterli olmayabilir. 

AKP GERİLEDİKÇE DAHA DA TAHRİPKAR OLUYOR

Bugün ezilenin yarın ezen olup olmayacağı nasıl öngörülebilir ki?

Bu türden öngörüler tarihsel olay ve olgularla, dünya ölçeğinde bakıp karşılaştırılarak yapılmak durumunda. Ayrıca bugün dünyadaki genel eğilime baktığında milliyetçi-faşizan momentin yükseldiği görülüyor. Popülist araçlar kullanan otoriterliğin bir dalga olarak zayıfladığını ama zayıflarken de daha tehlikeli hale geldiğini düşünüyorum. Nitekim bu tür iktidarlar genelde zayıflarken, gerilerken daha da yıkıcı, daha da tahripkâr oluyorlar. AKP iktidarının da en tahripkâr dönemi, gerilemeye başladığı dönemdir ve geriledikçe daha da saldırgan oluyor. 2015 yılından itibaren AKP çok daha tahrip edici hale dönüştü ve bu, dünyadaki trendle de uyumlu. Bu faşizan momentin yükselişi, toplumlarda karşılık bulması çok endişe verici. Faşizan, otoriter iktidarlar ve sistemle farklı ittifaklar kuruyor ve bazı yerlerde tekrar kazanıyorlar. Bunlara karşı oluşturulan muhalefet ittifakları da kalıcı barajlar oluşturamayabiliyor. 

Bunun örnekleri var mı?

Onlarca örneği var. Mesela Filipinler’de büyük halk hareketleriyle indirilmiş diktatörlerin çocukları elele tekrar iktidara geldiler. Macaristan’da Orban yine kazandı, Fransa’da Macron kazandı ama bunu ancak Le Pen korkusuyla yapabildi. Trump’ın yeniden iktidara gelebileceği söyleniyor. Neoliberal sistem krizinin ve onun siyasi mimarisinin yaşadığı buhranın demokratik bir yenilenmeyle aşılma ihtimali zayıflıyor. Otoriterleşme hala bir seçenek olarak güçlü bir reddiye ile dışlanmıyor. Aşırılıkların tehlike potansiyeli olarak istikrar zorlaması için kullanılması devam ediyor. 

MUHALEFET SİVRİLİKLERİ ALINMIŞ, ÇÖZÜM KAPASİTESİ DARALMIŞ BİR VASATI OLUŞTURUYOR

Neden?

Çünkü bu buhran, otoriter konsolidasyonu güçlendiriyor ve hür dünya tahayyülü kitleler için kuvvetli dayanaklar sunmuyor. Yeni bir cevap üretmek yerine "tehlikeyi savuşturmak" daha baskın bir öncelik. Ukrayna’da da gördük ki, Putin gibi bir diktatör karşısında yürütülen strateji bile yine Putin’inkini andırıyor. Avrupa’da Putinvari yasaklar, Rus yazarların isimlerinin kaldırılmasına kadar vardı. Yani mevcut krizi yaratan sistemleri aşmanın yolları yine mevcut sistem içinden üretiliyor ve bunlar da krizi daha da derinleştiriyor. Şu an Türkiye’deki muhalefet de benzer bir yöntemle yol alıyor. Temel amaç "AKP’nin gitmesi" olarak belirlenmiş ama onun yerine neyin kurulacağı belirlenmiyor. Dünyada da böyle. Gelecek tartışması sürekli bugünkü acil endişeler yüzünden erteleniyor ve bu da alternatif bir gelecek hazırlığını sekteye uğratıyor. 

Bir süredir AKP gitse de yerini alacak iktidarın yapısal bir dönüşüme gitmeyeceği yönünde kaygılar var. Sizce bu kaygılar yersiz mi?

Maalesef iktidarın değişmesi için kurulan ittifaklarla ortaya çıkan muhalefet, sivrilikleri alınmış, dolayısıyla çözüm kapasitesi de daralmış bir vasatı oluşturuyor. Böylesi bir vasatın en azından kısa vadede çok etkili sonuçlar alması kolay değil. Bu da bir karşı otoriterliğin ortaya çıkması ihtimalini beraberinde getiriyor. Karşı otoriterlik ortaya çıkmasa bile, etkisiz, yapısal dönüşümlere gitmemiş bir iktidar söz konusu olabilir. Olası riskler içinde her iki ihtimal de var. O yüzden bu tartışmayı tam da bugünden yapmamız gerekiyor. Hatta bu tartışmayı yapmak için epey geç bile kaldık. 

İKTİDAR KAYBEDERKEN KARŞISINDA DA BÜYÜK BİR CEPHE KURULMASINA ENGEL OLUYOR

Bazı sol çevreler dışında bu tartışma neden şimdiye kadar yapılmadı?

Ne yazık ki artık bu tartışmanın yapılamayacağı bir vasat üretilmiş durumda. Öte yandan "aciliyet" her zaman iktidarı avantajlı kılıyor. Çünkü kendi yarattığı sorunlara derli-toplu bir karşılık üretilemiyor. İktidar kaybederken, karşısında da büyük bir cephe kurulmasına engel oluyor. Böylece bir noktadan sonra "bu iktidar değişse ne olur, değişmese ne olur" gibi bir umutsuzluk ortaya çıkıyor. İktidarın en çok kullandığı şey de bu umutsuzluk. 

Yani iktidar muhalefeti kendine benzeterek devamlılığına anlam mı üretiyor? 

Muhalefeti kendine benzettiği taraflar da var ama esas olarak kendine tabi kılarak bunu yapıyor. Eğer Kemal Kılıçdaroğlu’nun son dönemde ortaya koymaya çalıştığı geniş sistem tartışması açma girişimleri olgunlaşmış olsa, Selahattin Demirtaş’ın ve HDP’nin önerdiği gibi bir demokrasi cephesi kurulmaya çalışılsa, bambaşka bir perspektif ortaya çıkabilirdi. Bu, iktidarın yarattığı sorunları içine alan ama Türkiye’nin bütün meselelerine cevap üretmeye de aday bir perspektif. Ama iktidar güncel olanı yöneterek her şeyi kendisiyle ilgili hâle dönüştürüyor ve büyük bir hikâye kurulmasına izin vermiyor. Yahut muhalefet bu duvarın üstüne çıkamıyor. Eğer 6’lı masa bir seçim ittifakının ötesinde, bir istişare masası olarak kurulsa ve bütün partilerin kendi programlarını ortak bir hedef etrafında belirleyip kamuoyuna bunun üzerinden hitap etseydi, bambaşka bir dinamik üretilebilirdi. 

Bunun için çok mu geç?

Seçimlere en fazla bir yıl kalmışken buna ne zaman ne de enerji olacağını düşünüyorum. 

HDPNİN KAPATILMASI SEÇİM GÜVENLİĞİ AÇISINDAN CİDDİ TEHDİTLERİ GÜNDEME GETİREBİLİR

Az önce iktidarın tabanını veya çeperini konsolide edebilecek çok fazla aracının kalmadığını söylemiştiniz. HDPnin kapatılması, Suriyeye yönelik bir askeri harekât, yeni bir anti-Kürt dalga iktidar tarafından kullanılabilecek güçlü araçlara dönüşebilir mi?

Tabii, sadece HDP’yi kapatmakla kalmayıp topyekûn, bir paket olarak yeni bir dalga başlatılabilir. İçeride gerilim kışkırtmaları, dışarıda buna eşlik edecek bir askeri harekât, kaçınılmaz bir biçimde muhalefete yansıyacak ve muhalefet içindeki farklılıkları, ayrışma noktalarını daha da su yüzüne çıkaracaktır. Ayrıca böylesi bir hamle, seçim güvenliği açısından da çok ciddi tehditleri gündeme getirir. Özellikle de HDP’nin güçlü olduğu bölgelerde böylesi bir hamle, iktidar açısından matematiksel operasyon imkanları sağlayabilir. HDP’nin kapatılması halinde, muhalefetin bölge oylarının güvenliğini nasıl sağlayacağını bilmiyoruz. Dolayısıyla iktidar böyle  avantajlar elde edebileceğine inanıyor olabilir. 

Peki bunlar sonucu değiştirir mi?

Bu biraz da muhalefetin tavrına bağlı. Örneğin yeni bir askeri harekat karşısında, İYİ Parti’nin Gare operasyonu sırasında takındığı tutuma benzer bir tavır görüp görmeyeceğimizi henüz bilmiyoruz. 

İYİ Partinin Gare harekatına yönelik tutumu nasıldı?

Operasyonu destekleyen bir tutum almamıştı İYİ Parti. Hatta iktidarın bunu kullanmak istediğini ama operasyonun başarısız olduğunu söylemişti. Meral Akşener, şaşırtıcı bir mesafe koyarak, iktidarın o operasyonu muhalefeti sıkıntıya sokma girişimine çevirmesinin önüne geçmişti.

MUHALEFET KENDİ ADAYLARINI KENDİ ELİYLE YIPRATIYOR

Seçimlere yaklaşıldıkça Erdoğan’ın karşısına kimin cumhurbaşkanı adayı olarak çıkacağı tartışmaları da kızışıyor. Ekrem İmamoğlunun Karadeniz seyahati sırasında ve sonrasında takındığı tutum epey tepki topladı. Mansur Yavaş’ın ise en azından Kürtlerden destek alamayacağı biliniyor. Öne çıkan isim olarak da Kemal Kılıçdaroğlu görünüyor. Sizce seçimlerin kaderi kimin aday gösterileceğine mi bağlı? 

Kimin aday olacağı önemli tabii. Bir kere muhalefetin motivasyonu açısından bu çok önemli olacak. Ayrıca aday olacak kişinin, kazanması halinde yeni iktidar bloğunu bir arada tutabilecek ve değişime öncülük yapabilecek bir isim olması gerekiyor. Bu iki başlık konusunda Kılıçdaroğlu aday olduğunu çeşitli çıkışlarla göstermeye çalışıyor. Fakat muhalefet cephesinde CHP’li aday adayları üzerine yürütülen tartışmaların en büyük riski, aday adaylarının negatif özellikleri üzerinden yürütülüyor olması. Neredeyse her adayın destekçileri, kendi adaylarının neden daha iyi olduğunu söylemek yerine, diğer aday adaylarının neden kötü olduğunu anlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla muhalefet kendi adaylarını kendi eliyle yıpratıyor. İktidar bundan gayet hoşnut. 

Peki muhalefet neden kendi adayını daha şimdiden açıklamıyor?

Böylece adaylarını iktidarın saldırılarından korumak istediklerini söylüyorlar. Oysa aday açıklamayarak kendi içindeki tartışmaların artmasına ve aday adayı bütün isimleri yıpratmaya başladılar. Buna Kılıçdaroğlu ismi dahil.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi