Psikolojinin Pisliği (3) - Mutsuzluktan kişi kendisi sorumlu…
Yeryüzündeki eşitsizlikler ve adaletsizlikler, psikoloji tarafından görmezden gelinmeye başladı. Yoksulluk, “senin beceriksizliğin”; işsizlik, “senin tembelliğin” olarak açıklandı. Bu durumda, “motivasyon kursları al, tembellikten kurtul” denildi…
Kapitalizm sadece bir ekonomik sistem olarak değil, bir yaşama biçimi ve kültür olarak da varlık gösteriyor. Bu nedenle, onu yalnızca üretim ilişkileri üzerinden açıklamak yeterli değil. Kapitalizm, hayatın her alanını kendi mantığına uygun biçimde düzenleyerek bireylerin davranışlarından değer yargılarına kadar etkiliyor. Bu dönüşüm, aydınlanma çağından itibaren tanrının toplumsal işlevindeki değişimle de yakından ilişkilidir.
Eskiden tanrı, bireyin sağlığı, kaderi, yoksulluğu, ailesi ve sosyal statüsü gibi konuların nihai sorumlusu olarak görülüyordu. Ancak aydınlanma sonrası dönemde, tanrının etkisi azalırken birey bu alanlardaki sorumluluğu kendisi üstlenmek zorunda kaldı. Sağlığı, mutluluğu, başarısı ve zenginliği artık bireyin çabası ve yetenekleriyle ilişkilendiriliyor. Bu dönüşümde psikoloji, bireyi toplumsal yapıların değil kendi içsel dinamiklerinin sorumlu olduğuna ikna eden bir ideolojik araç işlevi gördü.
Psikolojinin bu rolü, “Her şey senin elinde; eğer yeterince çabalarsan mutlaka başarırsın” fikrini merkeze alır. Bu anlayış, toplumsal eşitsizlikleri bireysel yetersizlik olarak çerçevelendirir ve bireyin yaşamındaki yapısal sorunları göz ardı eder. Örneğin, yoksulluk artık toplumsal ve ekonomik sistemin değil, bireyin kişisel başarısızlığının bir sonucu olarak görülür. Böylece, dikey (zengin-yoksul) bir mesele, yatay bir bireysel sorun olarak yeniden tanımlanır.
Bu ideolojik çerçeve, bireyin toplumdaki statüsünü değiştirmeye odaklanmak yerine bireysel tutumlarını dönüştürmeye yönlendirir. Bu, politik psikolojinin muhafazakâr yaklaşımıyla paralellik gösterir: Hayatı ve toplumu değiştirmek yerine, mevcut durumu olduğu gibi kabul ederek bireyin düşünce ve davranışlarını uyarlamak. Böylece, bireysel mutluluk ve memnuniyet, toplumsal dönüşüm yerine bireysel uyum üzerinden inşa edilir.
Kapitalizmin bu psikolojik boyutu, bireylerin sorunlarını sistemik bir bağlamdan koparıp kişisel bir mesele haline getirdiği için, toplumsal eleştiriyi zayıflatır. İnsanlar artık daha iyi bir dünya inşa etmek yerine, mevcut sistemin içinde kendi küçük “başarı” hikâyelerini yaratmaya odaklanır. Bu da kapitalizmin hem ekonomik hem de kültürel olarak sürdürülmesine hizmet eder.
Eskiden trenlerde birinci, ikinci ve üçüncü sınıf yolculuk yapmak mümkündü. Wolfgang Schivelbusch, “Tren Yolculuğunun Tarihi” (Geschichte der Eisenbahnreise) adlı eserinde, trenlerin kapitalizmdeki sınıf farklılıklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğunu söyler. Treni bir toplum olarak düşünürsek, aldığınız biletin fiyatı (1./2. Sınıf/mevki) sizin o toplumsal yapı içerisindeki yerinizi de gösterir. Geçmişte bu tür yolculuklarda zenginler ve yoksullar aynı trende seyahat edebiliyorlardı.
Günümüzde ise burjuvazi halkın çıplak gözle görebileceği bir mesafede değil. Halktan çok uzakta, ulaşılamaz bir konumda bulunuyorlar. Bu uzaklık ve erişilmezlik, onları neredeyse tanrısal, yıkılmaz ve normların ötesinde bir konuma yerleştiriyor, aynı zamanda görünmez kılıyor. Onları görmediğimizde yok olduklarını sanıyoruz. Oysa haberlerde göründüklerinde bile aramızdaki mesafe açıkça hissediliyor. Onlar haber olduğunda, halk yalnızca uzaktan bakan bir izleyici konumunda kalıyor.
Daha sonra burjuvazi, otomobil kullanımıyla halktan ayrıldı. Otomobil motorlu fayton olarak tasarlandı. Otomobilin öncelikle burjuvaziye sunulması, üretimin sınırlı kalmasına yol açtı. Ford’un “devrimi” ise üretimi artırma ve halk tabakasının da araba sahibi olma fikrine dayanıyordu. Ford seri üretim bandını kullanarak halkı otomobille buluştururken, burjuvazi halkın ulaşamayacağı başka bir ulaşım aracına yöneldi. Hitler halkı araba sahibi yapma fikrini çabuk benimsedi ve halk için üretilen arabaya da halk arabası ismi (Volkswagen) verildi. Bir süre sonra uçak da halkın kullanımına sunulduğunda, zenginler özel uçaklara ve yatlara kaydılar. Kısacası, bu süreçte halkın uzağında, adeta görünmez bir burjuvazi oluştu. Onlar hâlâ varlar, haberlerde, özel uçaklarda, ancak görünmez birer hayalet gibiler. Ortak kullanım alanlarımız yok ve halktan uzaktalar. Burjuvazi artık halkın olduğu yerde yaşamıyor, aynı ulaşım araçlarını halkla birlikte kullanmıyor, halkla aynı mekânda yemek yemiyor. Sanki yoklar…
Burjuvazi, halktan uzaklaşırken, yaşam alanını halktan uzaklara taşırken bu süreçte psikoloji de sorunları bireyin omuzlarına yükledi. Yeryüzündeki eşitsizlikler ve adaletsizlikler, psikoloji tarafından görmezden gelinmeye başladı. Yoksulluk, “senin beceriksizliğin”; işsizlik, “senin tembelliğin” olarak açıklandı. Bu durumda, “motivasyon kursları al, tembellikten kurtul” denildi… Oysa tembellik, insanın en değerli hâllerinden biridir. Doğada “iş” diye bir şey yoktur. İş, kültürle birlikte icat edilmiştir. Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, zebralar işe gitmez; saat kurmaz. İş, insana ve kültürüne özgü, sonradan ortaya çıkmış bir meseledir.
Sosyalist bir doktor olan Paul Lafargue’nin 1848’de yazdığı Tembellik Hakkı (Das Recht auf Faulheit) adlı bir kitapçığını okumuştum. Lafargue, kapitalizmdeki çalışma koşullarını eleştirir. Pozitif psikoloji ise insanı en kısa sürede tamir ederek yeniden çalışmaya hazır hale getirme projesinin bir parçasıdır.
Tembelliğinize sahip çıkın, kıymetini bilin. Keyif yapmak dediğimiz şey, aslında tembellikten zevk almak değil mi? Zamanın “boş” geçmesi, çoğu insanda “bir işe yaramadım, zamanı boşa harcadım” gibi düşüncelerle suçluluk ve mahcubiyet yaratır. Oysa keyif yapmak, zamanı boş geçirmekten ve bundan suçluluk duymadan zevk alabilmektir.
Günümüzde özdeğer duygusu işle senkronize hale geldi. Başarılı olmayan, değersizlik duygusu yaşıyor ve bu başarı genellikle para kazanmakla, yani çalışmakla ölçülüyor. Ancak özdeğer, yalnızca para kazanmak veya başarılı olmakla ilişkili değildir; işe yaramakla bağlantılıdır. İşe yaramak, insanın hem bireyselliğini hem de toplumsallığını kapsar. Değerli olan, bu işe yarama duygusudur. Bu duygu, başkasına ve kendine yararlı olabilme halini içerir.
Tembellik ise bu döngünün dışında bir nefes alanı sunar; insanın kendine dönmesi, yükümlülüklerden sıyrılması ve varoluşun keyfini çıkarabilmesi için bir fırsattır. Öyleyse, tembelliği yalnızca bir eksiklik değil, hayatın önemli bir parçası olarak görmek gerek.
Politika da bu tür söylemlere uyum sağladı. “Her şey güzel olacak” gibi projeden yoksun, soyut sloganlar üretildi. Bu tür ifadeler, tanrısal bir vaat gibi kulağa hoş gelse de somut bir çözüm sunmaktan uzaktır. Sistem eleştirisi yok bu sloganda… Krizlerin yarattığı gerçek sorunlarla mücadele etmek yerine, bu sorunların üzerini örtmeye çalışan bir yaklaşımdır.
Son iki küresel kriz 2008 ekonomik krizi ve pandemi gelir dağılımı eşitsizliğini uçuruma dönüştürdü. Bu süreçte zenginler servetlerine servet katarken, yoksullar daha da yoksullaştı. Ancak kriz sonrası çözüm önerileri, sistemin köklü reformlar yerine bireylerin psikolojisini düzeltmeye odaklanmasıyla dikkat çekti. Gülümseyerek sorunları çözme fikri, bu bağlamda gerçek sorunların üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyor. Yoksullara “küçük şeylerle mutlu olun” demek hem küçüklük duygusunu normalleştirir hem de yoksullukla baş etmeyi bireyin kendi iç dünyasına hapseder. Bu, yoksulları mutlu olmaya teşvik eden bir ideolojik kılıfla, onların hak taleplerini bastırır. Küçük şeylerle mutlu olmayı telkin eden bu yaklaşım, toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelir ve sorunların düzenle ilgili değil de bireysel olduğu yanılgısını yaratır.
Bu durum, modern toplumda bireyin yalnızca ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da baskı altında tutulduğunu gösteriyor. “Pozitif olun, her şey güzel olacak” söylemi, hem bireylerin sisteme uyum sağlamasını kolaylaştırıyor hem de toplumsal dönüşüm ihtiyacını göz ardı ediyor. Asıl soru şu olmalı: Gülümseyerek değil, yapısal eşitsizlikleri sorgulayarak ve çözüm üreterek bir değişim nasıl sağlanabilir
Psikolojinin Pazarı
Günümüzde psikoloji pazarlamacıları, mutlu olmak için insanlara ideal bir yaşam modeli sunuyor. Bu modele göre yaşarlarsa mutlu olacaklarını vaat ediyorlar. “Narsizmden uzak durun, size yük olandan kaçının, kendinizi ezdirmeyin, size iyi gelmeyenlerden uzaklaşın,” gibi öneriler sıklıkla dile getiriliyor. Ancak, insani ilişkiler bu kadar net sınırlar çizilerek yürütülemez. İnsan, başkalarına yük olmadan ve başkalarının kendisine yük olmasına izin vermeden; birilerini kullanmadan ve kendisinin kullanılmasına izin vermeden yaşayamaz. Sevdiği insanlarla bile ilişkilerinde zaman zaman bu tür karşılıklı durumlar kaçınılmazdır. Bu sayılanlar, insani ilişkilerin temel alfabesidir. Burada önemli olan, hakkaniyet ve tarafların gönüllülüğüdür. Bunlar, faydacılık için değil, ilişkinin doğası gereği yapılmalıdır. Ahlak bu noktada belirleyici bir rol oynar. Narsizm, insanın psikolojik dengesini tanımlayan bir kavramdır. Narsizmden tamamen kurtulmak değil, aksine sağlıklı ve dengeli bir narsizm geliştirmek insan için gereklidir. Narsizm, kaçınılması veya korunulması gereken bir ruh hali olarak değil, bireyin içsel denge sisteminin bir parçası olarak görülmelidir.
İnsan, yetersizliklerini geliştirdiği teknolojilerle dengelemeyi başarmıştır (Hanno Sauer, Moral=Ahlak). Ahlaki değerler, normlar ve uygulamalar da bu tekniklerin bir parçasıdır. Bu normlar sayesinde bireyler gruplaşabilir, birlikte yaşayabilir ve toplumsal düzen içinde var olabilir. Ahlaki kurallar, bireyler arasında uyumu ve iş birliğini mümkün kılan bir bağ işlevi görür.
‘Her şey senin elinde’ terapik bir söylemden öte narsistiktir.
İnsanın beğenilmeye, takdir edilmeye ve değer görmeye olan ihtiyacı, onu ötekiyle ilişki kurmaya zorlar. Bu ihtiyaç, insanı başkalarına bağlayan temel bir duygusal bağdır. Ancak modern pozitif psikoloji, çözümün bireyin kendisinde olduğuna vurgu yapar. Bu yaklaşım, bireyin kendine yoğunlaşmasını teşvik ederken, başkalarına olan gereksinimi azaltmaz; yalnızca bireyin başkasına muhtaç değilmiş gibi görünmeyi ve kendini manipüle etmeyi öğrenmesini sağlar.
Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta var: Adil paylaşımı görmezden gelen kuramlar ve yöntemler temel bir eksiklik taşır. Bu, eşitsizliği, adaletsizliği ve sömürüyü inkâr etme çabasıdır. Ancak eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü, insanın onuruna saldırıdır. Onuru incinen bir kişi, onurunu onarmadan mutlu olamaz. Eşitlik ve adalet, insan onurundan bağımsız düşünülemez.
Bu bağlamda, kişiye “her şeyi yapabilirsin, başarabilirsin” gibi gaz veren yaklaşımlar, kişinin narsistik tarafını okşar, ama gerçekte ona çok da fayda sağlamaz. Çünkü insanın doğasında yalnızca kendi potansiyelini değil, başkalarıyla kurduğu ilişkilerle şekillenen bir varoluş vardır. Kendi kırılganlığını kabul etmek ve bu kırılganlıkla başkalarına açılmak, insanın gerçek gücünü bulduğu noktadır. Paylaşma, dayanışma ve ötekine muhtaç olmayı kabullenme, insanın yetersizlikten çıkışının en insani yoludur. Kendi adasına kapanan bir insanın, bu yetersizliği aşması mümkün değildir. Asıl güç, ilişkilerde ve dayanışmada gizlidir.
‘Mücadelenden vaz geçmezsen her istediğine ulaşabilirsin’… Psikoloji, bireyin sınırlarını aşabileceği, daha güçlü, daha dengeli ve “daha iyi” bir insan olabileceği vaadini sunuyor. Ancak bu vaat, bir yandan insanın kendini geliştirme ihtiyacına hizmet ederken, diğer yandan da bireyin derinlerde yatan yetersizlik korkularını ve büyüklük fantezilerini besliyor. Bu durum, psikolojinin bazen bireyi güçlendiren bir rehber, bazen de hayalleri ticari bir ürün haline getiren bir sistem gibi algılanmasına yol açıyor.
Bir diğer vaat de, psikolojinin insana dair her sorunu çözebileceği, her “arızayı” giderebileceği yanılgısıdır. Oysa bazı yaraların değişmesi ya da tedavisi mümkün değildir. Örneğin, işkence görmüş birini yaşadıklarını “yaşamamış” yapma durumu söz konusu olamaz. Bu durum, yalnızca hastanın değil, terapistin de sınırlarına ulaşmasına neden olur; çaresizlikle yüzleşmesini gerektirir. Hastanın çaresizliği, terapisti de çaresizlikle yüz yüze getirir. Terapi, bazen çaresizliğe tahammül edebilmektir. İşte tam da bu noktada, “mucize” ya da kolay ve hızlı çözüm vaatleri, aslında çaresizliği inkâr etmenin ya da görmezden gelmenin bir biçimi haline gelir.
Çaresizlik… Hasta, yaşadıklarını “yaşanmamış” kılmak ister. İnsanlar bu dünyadaki zorluklardan ötürü terapiye gelir. Ancak terapistin hastaya sunabileceği “güzel bir dünya” yoktur. Çaresizlik… Buna tahammül etmek gerekir. Sabır. Fakat burada sabır, sadece katlanmak anlamına gelmez; bilgece bir tutumdur. Sabır, aktif bir süreçtir. Belki de terapi, insanın kendisini ve kendi gerçekliğini kabul etmesidir.
Kültür, bir rezervuar ya da depo gibidir (Hanno Sauer, Moral=Ahlak). Bu rezervuar, geçmişteki travmaları da içerir. Her insan, anne-babasıyla özdeşleşirken bu travmaları da içine alır. Dolayısıyla kültür, “kafana takma, hayatını yaşa” gibi bir anlayışı imkânsızlaştırabilir. Bu depoda, bir toplumun geçmişindeki soykırımlar, faili meçhul cinayetler, katledilmiş diller ve kültürler; yani yası tutul(a)mamış ağır meseleler de bulunur. Belki de hastayı terapiye getiren, reel sorunlar gibi görünen şeyler, geçmişten kendisine aktarılan bu yüktür. Devletin resmî ideolojisinin kolektif sorumluluk ve suçlarını “kendine yükleme” tutumu, terapi sırasında da devam edebilir. Ve bu durum, kişinin ruhuna bir filtre koymayı zorlaştırabilir.
Psikologların “geçmişe takılı kalmayın” ya da “geleceğe bakalım” gibi telkinleri, bireysel bir destek önerisi gibi görünse de bu yaklaşımın altında ideolojik bir boyut da yatıyor olabilir. “Hayatını yaşa, günün değerini bil” gibi öneriler, kişisel mutluluğa odaklanırken, geçmişin karmaşık ve rahatsız edici yönlerini görmezden gelme ya da inkâr etme eğilimini de beraberinde getirebilir. Bu, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun yaratır.
Kültür, aslında geçmişte yaşanan çatışmaların, çelişkilerin, gerilimlerin ve travmaların depolandığı bir alandır. Bir anlamda, kolektif bilinçötemizdir; tarihimizin ve hafızamızın deposudur. Geçmişe dair “hoşa gitmeyen” olayları görmezden gelmek ya da silmek, bu hafızayı da yok etmeye çalışmaktır. Bu nedenle, “hayatını yaşa, keyfine bak” gibi telkinler, yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda ideolojik bir tavır olarak da okunabilir. Devletin resmi söylemi de aynı. Bu, faili meçhullere, soykırımlara, toplumsal adaletsizliklere ve tarihsel travmalara kör olmayı talep eder. Görmezden gelmek ve inkâr etmek, bu sorunların bireysel düzeyde çözülebileceği yanılsamasını yaratır.
‘Fazla düşünmeden kurtulma yöntemleri’… Psikoloji düşünmeyi sorun, hastalık olarak görebilir mi? Sahi düşünmek hastalık mı? Yoksa takıntı düşünmek mi sanılıyor… Psikoloji pazarında “çok düşünmekten kurtulma terapileri” gibi uygulamaların varlığı, ideolojik boyutun bir uzantısı gibi adeta. Takıntılar, zihnin meşguliyeti, obsesyonlar ya da “paranoyak fanteziler” düşünce sanıldığından, düşünmeme ya da düşünceden kurtulma vaat ediliyor. Bu durum, aynı zamanda ideolojik bir boyut taşır. Düşünceyi rahatsız edici, gereksiz ya da sorunlu bir süreç olarak sunmak, bireyi geçmişle, toplumsal koşullarla ya da kendi içsel gerçeğiyle yüzleşmekten alıkoyar. Düşünmeden kurtulma vaatleri, bireysel huzuru hedeflese de sorgulamayı ve eleştirel düşünceyi bastırabilir. Bu da bireyi, kendi yaşamı ve çevresi üzerinde derinlemesine düşünmekten uzaklaştırarak, mevcut toplumsal düzenin sorgulanamaz bir gerçeklik olarak kalmasına hizmet eder. Devlet düşüneni, düşüncesini açıklayanı hapsediyor, katlediyor… Terapist düşünceyi hastalık ilan edip tedavi ediyor…
Oysa geçmiş, bireysel ya da kolektif düzeyde, bugünün ve geleceğin temelini oluşturur. Geçmişle yüzleşmeden, travmaları anlamadan ve onların yarattığı toplumsal bağlamı değerlendirmeden bireyin ya da toplumun gerçek bir iyileşme yaşaması mümkün değildir. Bu bağlamda, “geçmişe takılı kalma” telkini, bireyi ve toplumu hafızasından kopararak, yüzleşmekten kaçınmaya teşvik edebilir.
Sonuç olarak, geçmişi görmezden gelme ya da inkâr etme, bireysel ve toplumsal düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Psikolojinin “düşünceden kurtulma” yerine, düşünmenin ve sorgulamanın sağlıklı yollarını teşvik eden bir yaklaşımı benimsemesi gereklidir. Çünkü geçmişle yüzleşmek ve onu anlamak hem bireyin hem de toplumun gerçek özgürleşmesi için vazgeçilmezdir.
Bu gelişmeler, başka sorunları da beraberinde getirdi. Sosyolog Ulrich Beck, Risikogesellschaft (Risk Toplumu) adlı eserinde, toplumdaki çözülemeyen çelişkilerin bireysel düzeye indirgenip psikolojikleştirildiğini savunur. Örneğin, patronunun otoritesine boyun eğen birey, evde “kendimi ezdirmem” ya da “laf söyletmem” diyerek kendi otoritesini sergilemeye çalışır. Bu, psikanalizde sıkça tartışılan otonomi konseptindeki sorunları da gündeme getirir. Modern toplumda bireyler çok bağımsız ve otonom görünseler de gerçekte varoluşsal düzeyde birbirlerine bağımlıdırlar. Pandemi döneminde bu bağımlılıklar açık bir şekilde ortaya çıktı; fırıncıların ya da bakkalların birkaç gün çalışmaması bile ciddi varoluşsal sıkıntılara yol açabilir.
Bu tür bağımlılıkları çözmek için geliştirilmiş bir yaklaşım, bireylerin özel alanlarında otonom olduklarına dair bir his yaratmaktır. Ancak bu sadece bir çözüm illüzyonudur. Jessica Benjamin, Die Fesseln der Liebe (Aşkın Zincirleri) adlı kitabında “souveränität” (egemenlik) kavramını önermektedir. Bu kavram, bireyin bağımlılıklarından tamamen kurtulmasını değil, bağımlılıklarıyla baş etmeyi öğrenmesini ve buna rağmen özgüven ve özdeğerle yaşamını sürdürebilmesini ifade eder. Amaç, tam bağımsızlık yerine, bireyin bağımlılıklarıyla uyum içinde yaşayabilme yetisini geliştirmektir.
Sosyal medyada, kitaplarda ve dergilerde, psikologların kendilerinden emin, âlim bir tavırla sunulmaları eleştirel bir bakışla değerlendirilmeli. İyi bir terapist, aslında az bilen kişidir. Az bildiği için anlamak adına sorular sorar, çünkü terapinin özü, anlamaya çalışmaktır. İletişim, insanın en başarısız olduğu alanlardan biridir. İnsanlar konuşurken sıkça birbirlerini tam olarak anlamazlar, ama genelde duyguları anladıklarını varsayarlar. Terapist ise, söyleneni tam olarak söylendiği anlamda anlamaya çalışan bir yönelim içindedir.
İnsanların anladıklarıyla anlatılan arasında sık sık bir fark bulunur ve terapide sorulan soruların amacı, bu farkı kapatmak ya da en aza indirmektir. Ancak terapist, her şeyi zaten anladığını veya bildiğini düşünüyorsa, o noktada konuşacak bir şey kalmaz. Böyle bir durumda terapist, öğretmen rolüne girer ve aslında terapist kimliğini terk eder. Oysa terapist, anlamayan ve bilmeyen kişidir; ancak anlama ve bilme çabası gösterir.
Günümüzde terapistler, çoğunlukla bilen ve anlayan bir âlim pozisyonunda duruyor. İşte bu noktada bu duruma eleştirel yaklaşmak gerekiyor. Yıllardır bu işi yapıyorum ve şunu net olarak söyleyebilirim: Ben bilmiyorum. Her insanın hayatı, yaşadıkları ve bu yaşadıklarını deneyimleme biçimi farklıdır. Aynı olayı yaşayan iki kişi, bu olayı tamamen farklı algılayıp anlayabilir.
Terapist, bilmeyen kişidir… bir anlamda cahildir. Ben depresyonu, narsisizmi “bilmiyorum.” Çünkü bilmek, insanları aynılaştırmak, bir kalıba sokmak ve onlara bu kalıptan hareketle yardım etmeye çalışmak anlamına gelir. Ancak bu, benim anladığım anlamda terapi değildir. Terapi, insanı olduğu gibi dinlemek, onun kendi eşsiz deneyimini anlamak ve onunla bu deneyimi keşfetmekle ilgilidir.
Devam edecek…