Acil ihtiyaç: İç barışın sağlanması

İç barışı bozulmuş, demokrasisi, hukuku, ekonomisi zayıflamış bir toplumun dışta güçlü ve itibarlı olması, rasyonel politikalar üretmesi mümkün değil.

İdlib’de Rus destekli Suriye saldırısı sonucu 33 askerin hayatını kaybettiği ve yaralanan askerler bulunduğu haberini duyunca derin bir acıyla aşağılara düşerken sadece çaresizlik hissediyorum.

Çıplak hayatın dışına kaçarken asker olan genç insanların ölümü, geride kalan ailelerin tevekkül dolu yasları.

Türkiye dışında hiç kimse Neo-Osmanlıcılık ham hayalinin gerçekleşmesini istemiyor. Bir ulusun başka ulusları himaye altına alıp, hükmettiği İmparatorluk sistemini ihya etmenin irrasyonelliği ortada.

Kadim sorunlarını çözemediği için iç barışını tesis edemeyen Türkiye'nin iç güvenliğini bir başka ülkenin toprakları içinde aramasının önceden belli olan hazin sonu ve dış denklemleri okuyamama basiretsizliğinin ülkeye çıkardığı ağır fatura ortada.

Ölümseverliğin zirvesi. Şehitlik üzerinden ölümün kutsanması. Erich Fromm ölümseverlikle güç arasındaki bağı kurar. "Ölümsever (nekrofil) için güç, bir insanı cesede dönüştürme kapasitesidir. Her türlü güç, son çözümlemede öldürme gücüne dayanır… Ölümsever zorunluluk gereği gücü sever. Onun için insanın en büyük başarısı hayat vermek değil, yok etmektir. Ölümsever liderler, koruyucu ve kurucu oldukları yanılsamasını yutturmayı başaramasaydı, çekimlerine kapılan insanların sayısı, iktidarı ele geçirmelerine yetecek çoğunluğa ulaşamazdı."

Yıl 1936, İspanya İç Savaşı'nın başlangıcı. Yer Salamanca Üniversitesi. Rektör İspanyol felsefeci Unamuno, General Millan Astray'ın konuşmasından sonra Unamuno söz alır ve konuşmaya başlar. Falanjistlerin desteklediği General kendini tutamaz, bağırır: "Kahrolsun entelektüeller", "Yaşasın Ölüm." Unamuno devam eder: "Kazanacaksınız, çünkü fazlasıyla kaba güce sahipsiniz. Ama inandıramayacaksınız. Çünkü inandırmak için ikna etmeniz gerekir. Ve ikna etmek için sizde olmayan bir şeye ihtiyacınız olacak. Mantık ve davada haklılık. Bence sizi İspanya'yı düşünmeye zorlamak boşuna."

Unamuno gücün karşısında doğrunun yanında yer alır. Ancak doğruyu söyleme cesaretini gösterenler fazla değildir.

 

Alman romancı Hermann Hesse de yükseğe çıkanların eteklerinde yer alan ve Tolstoy’un ahlaki ve entelektüel seviyesi düşük dar çember olarak tanımladığı kişiler için şunları söylüyor: "Doğru bilincini ve entelektüel dürüstlüğü, aklın yasa ve yöntemlerine sadakati bir çıkar uğruna feda etmek, vatanın çıkarı da olsa bu, ihanet sayılır. Çıkarlar ve sloganlar savaşında Doğru tehlikeye girdi mi, bireyler gibi değerden düşürülüp çarpıtıldı ve ayaklar altına alındı mı, yapmamız gereken tek şey direnmek ve doğruyu, yani doğruya ulaşma çabasını inandığımız en yüce değer olarak kurtarmaya bakmaktır."

 

Gerçeği, doğruyu otorite kabul etmek yerine, doğruyu otoritenin emrine vermek insanı ve toplumu çürütür.

Ölümden beslenenlerin yönettiği bu dünya belli ki bir cehennem. İnsan fani. Hayatın her anını merakla, doğayı fark ederek, sevgiyle yudumlamak gerekirken, insan yaratılmış bir illüzyon içinde sınandığının farkında değil. Edgar Allan Poe, bu illüzyonu şöyle anlatmakta: "Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz yalnızca bir düş içinde bir düş."

Toplumsal düzen bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidar kendine itaati ister ve aynı zamanda bunu bize kendi amacımızmış gibi dayatır. Amacımız iktidara ortak olmak, itaat ettirmek, hırslarımızı doyurmak olunca temel ihtiyacımız olan şefkat, sevgi ve merhamet bizden uzaklaşır. İçimizden koparılan bu duygular güç ve maddi edinim savaşlarında yıkıcı bir öfkeye ve parçalanmaya yol açmakta.

İnsan olmanın ne demek olduğu çoğunlukla insanların üstlendikleri toplumsal rollerle ifade edilir. İnsan kimliği roller ve simgelerle özdeşleşir. Bu da insanı milliyetçilik tuzağına düşürür. Kimliğimizi milliyetçilik üzerinden ifade ettiğimizde, bu bizi ister istemez şiddete, en zayıf olanların istismarına ve ezilmesine, cinayetlere, kıyımlara ve savaşlara götürür. Böylece milliyetçi kimlik bizi teslim alır ve kurban durumuna düşürür.

Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan otoriteye boyun eğmeye hazırken, diğer yandan sınırlanamaz bir öfkeyle kimliğini bulur, sorumluluğu üst sistemlere devreder ve kendine yabancılaşır.

Yabancılaşmış insan kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybeder ve güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç haline gelir. Artık acı çeken diğer insanlarla empati kurmanın imkânı kalmaz.

Gerçek olan şu ki; silah üretip satarak ve silahlanarak savaşı önlemenin, insana güvenlik, huzur ve yaşanılabilir bir hayat sağlamanın imkânı yok. Silahlanma yarışı kaçınılmaz olarak şiddete ve savaşa yol açıyor.

Sadece teknolojik ilerleme ve para mitine dayanan ancak yüksek insani değerlerden uzaklaşan insanlık sadece cehennemi yaşayabilir. Türkiye barıştan, adaletten, insaniyetten, uzlaşmadan ve sevgiden uzak bu sistemin bir parçası ve uygulayıcısı olmamalı.

Acil olan Türkiye’nin iç barışını tesis etmesidir. İç barışı bozulmuş, demokrasisi, hukuku, ekonomisi zayıflamış bir toplumun dışta güçlü ve itibarlı olması, rasyonel politikalar üretmesi mümkün değil.

İç barışın tesisi için muhalif olmaları nedeniyle siyasi suç ve delil icat edilerek cezaevlerinde tutulanların siyasi af yoluyla serbest bırakılması öncelikli mesele olmalı. Cezaevlerini rahatlatmanın yolu övünerek yeni cezaevleri açmak ya da adi suçluları affetmek değildir.

Türkiye, başta Kürtler olmak üzere her türlü etnik kimlik ve inanca sahip yurttaşlarıyla birlikte çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne dayalı, barışı hukuk güvenliği yoluyla tesis eden yeni bir toplumsal uzlaşmayla sıfırdan bir anayasa yaparak iç barışını sağlamalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi