Levent Köker
Anayasa’daki “Dilsizlik” sorunu
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bir “dilsizlik” sorunu var. Daha doğrusu, “devletin dili”ni görürken, toplumdaki diğer dilleri görmeme gayretkeşliğinden gelen bir sorun diyelim. 1982 Anayasası’na gelinceye kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin târifi ile ilgili olarak, “resmî dili Türkçedir” hükmüne yer verilmişti. 1982 Anayasası’nda bu hüküm, “dili Türkçedir” diye değişti. Biliyorsunuz, Anayasa maddelerinin, madde metinlerinden ayrı olarak, bir de başlıkları var. Başlıklar maddenin içeriği ile ilgili bir fikir veriyor ama hukukî anlamda Anayasa metninden sayılmıyor.
Şimdi, dil ile ilgili düzenlemenin yer aldığı üçüncü maddeye bir göz atalım: Bu maddenin başlığı, “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti”. Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinden olan bu maddenin ilk cümlesine göre, “Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Başlıkta “[Devletin] resmî dili” deniyor ama madde metninde “dili Türkçedir” ibâresi var. İkisinde de, Türkçe olarak belirlenen dilin sahibi “Türkiye devleti” ise de, madde metnindeki ifâdenin neden böyle yazılmış olduğu merak uyandırıyor.
NEDEN RESMİ DİL DEĞİL DE “DEVLETİN DİLİ”?
Gerçekten merak ediyoruz. Hatırlanacağı üzere 12 Eylül askerî darbesinden sonra, anayasa yapma yetkisini kendi kendine almış olan cunta, kendisine ters düşmeyeceğini düşündüğü kişilerden oluşan bir Danışma Meclisi (DM) oluşturmuş, 1982 Anayasası diye bildiğimiz “yeni anayasa”yı hazırlamakla görevlendirmişti. Bununla birlikte, halk oylamasına sunulan nihâî anayasa metni ise Millî Güvenlik Konseyi’nin (MGK) onayından geçmiş metin olacaktı.
Bu üçüncü madde ile ilgili olarak, DM’nin kabûl ettiği metinde, “resmî dili Türkçedir” ifâdesi yer alıyordu. DM, madde gerekçesinde ise, “Türkiye’de yaşayan insanların resmî dillerinin Türkçe olduğu … belirtilmiştir” gibi tuhaf bir ifâde kullanmıştır. İfâde gerçekten tuhaftır çünkü “insanların resmî dili” olmaz. İnsanlar, hukuk nezdinde “gerçek kişi”dirler ve gerçek kişilerin “anadili” ile “yabancı dilleri” olabilir, resmî dil, devlet gibi, uluslararası örgütler gibi, hukuk kuralları tarafından kurulmuş yapılarda gerçekleştirilen işlemlerde kullanılan dil demektir.
Burada ilginç bir noktayı belirtmek isterim. DM’nin bu anayasa metnini hazırlarken yaptığı görüşmelerin tutanaklarını okuduğumuzda, bâzı üyelerin dil-resmî dil ayrımına, aklı başında bir insanı hayrete düşürecek anlamlar yükleyebildiklerini ibretle okuyabilmekteyiz. Uzun uzun isim ve ifâde zikretmeksizin şunu söylemekle yetineyim: Bâzı DM üyeleri maddedeki “resmî dil” ifâdesinin yanlış anlaşılmalara yol açabileceğini ileri sürüyorlar ve neredeyse kelimesi kelimesine diyorlar ki, maddeyi “resmî dil” diye yazarsak, Türkiye’de sanki “resmî olmayan diller varmış” gibi bir yorum yapılabilir.
Gerçekten, hayret edilecek bir görüş değil mi? Ne yazık ki değil, daha da hayret edilesi bir durum var. MGK, DM’ndeki “resmî dili Türkçedir” ifâdesini değiştiriyor ve bugünkü “dili Türkçedir” diyen metin oluşuyor ve kabûl görüyor. Cunta’nın gerekçesi nedir, dersiniz? Bir cümleyle şu: “Değişik yorumlara sebebiyet verilmemesi için bu madde amacına uygun bir biçimde redaksiyona tâbi tutulmuştur.” Hangi “değişik yorumlar” diye merak eden olursa, bir önceki paragrafta sözünü ettiğim, DM görüşmelerinde ortaya atılan, “resmî dil dışında diller olduğu yorumları yapılabilir” görüşündeki endişedir kastedilen.
Peki ama, yok mu? Yâni, Türkiye’de devletin resmî dili olan Türkçe, bâzı vatandaşların aynı zamanda “anadili”, ama bunun dışında toplumda farklı diller yok mu? Elbette var. O kadar ki, bırakın 1982’yi, 1924 Anayasası yapılmadan önce de “devletin resmî dili Türkçe” düzenlemesi vardı (bir anlamda “ilk anayasa” olan 1876 târihli Kanun-ı Esâsî’de). 1876 Anayasası, kozmopolit bir imparatorluğun anayasası olduğu için, toplum içindeki dil çeşitliliğinin de farkındaydı ve bu nedenle Anayasa’ya, memur olabilmek için “devletin lisan-ı resmîsi olan Türkçeşi bilmek” şartını getirmişti. O târihten 1982’ye kadar da hep “devletin resmî dili” denilmişti. Şimdi, neydi bu değişikliğin asıl sebebi?
TOPLUM İÇİNDEKİ FARKLI DİLLERİ İNKAR VE YOK ETME
MGK, “resmî dili” yerine “dili” düzeltmesini, pardon, redaksiyonunu yaparken, maddeyi “amacına uygun bir biçimde” düzenlemekten söz ediyordu. Neydi bu amaç? Kanımca bu sorunun cevâbını, yine Anayasa’nın dil ile ilgili düzenleme getiren bir diğer maddesine bakarak bulabiliriz. Anayasa’nın “eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlığını taşıyan 42. maddesinin son cümlesi şöyle: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Böyle bir madde, bundan önceki anayasalarda olmadığı gibi, yine resmî dil konusunda olduğu üzere, DM’nin hazırladığı anayasa metninde de yok. Bugün anadilinde eğitim yasağı olarak özet bir ifâdeyle dile getirdiğimiz, başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’de bir türlü demokratik bir cumhuriyet inşâ edilemeyişinin temel “normatif” engellerinden biri olan bu yasağın koyucusu da cunta, yâni MGK. Peki, hangi gerekçeyle böyle bir yasağı anayasa metnine eklemişler? Cevap yok, çünkü bu “anadilinde eğitim yasağı” ile ilgili ne MGK tutanaklarında bir söz var, ne de madde gerekçesinde. Peki ne olabilir? Hiç olmazsa, resmî dil ile ilgili olarak yazdıkları gibi, “maddeyi amacı uygun olarak yeniden düzenledik, redaksiyon yaptık” falan deselerdi. O bile yok.
Neyse ki, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (YHGK) imdâdımıza yetişiyor. Bilenler bilir, Eğitim-Sen’in tüzüğünde sendikanın “anadilinde eğitimi savunduğu”na dâir bir hüküm yer alması nedeniyle kapatılması istenmiş ve kapatılmasına da karar verilmişti ama, hayli zorlu bir hukuk mücâdelesi sonucunda ve nihâyet -hukuk anlayışını temel hak ve özgürlüklere dayandıran ve bu bakımdan tebrik edilmesi gereken ilk derece mahkemesinin direnme kararları sonrasında konuya noktayı koyan- Hukuk Genel Kurulu, bize bu konuda ciddî ipuçları veriyor. Elbette, Eğitim-Sen’in anadilinde eğitimi savunduğu gerekçesiyle kapatılması gerektiğini düşünen ve dâvâ açan Cumhuriyet Savcılığı’nın da katkısını unutamayız.
YHGK, sendikanın “anadilinde eğitim hakkı”nı savunmasını, esas olarak Anayasa’nın 3. maddesindeki “dili Türkçedir” ibâresinden hemen önce gelen, “Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmüne aykırı buluyor ve bu bulgu temelinde, sendikaların Anayasa’ya aykırı faaliyette bulunamayacaklarından bahisle kapatma kararı veriyor. 2005 târihli bu kararın metnini okuduğumuzda, “resmî dili Türkçedir” ile “dili Türkçedir” arasındaki farkın gerekçesini ve “anadilinde eğitim yasağı” ile ilgili hassasiyetin nereye bağlandığını anlıyoruz: “devletin milletinin bölünmez bütünlüğü”. Maddeyi bir kez daha okuyun: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle …”, yâni millet, devletin milleti olarak anılıyor. Bir bakıma doğru, “devletin ülke ve insan unsuru”na atfen böyle denebilir ama, “devletin milleti” denildiği zaman, bizim anayasa geleneğimizde, devleti kuran millet değil, milleti yapan devlet olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz. İşte, bu anlamda devlet, kendi uygun gördüğü tanım ve sınırlar içinde bir “millet” istiyor ve en doğal farklılık olan “anadili farkları”nı kabûl etmek, bunlara saygı göstermek istemiyor.
Buna “bölünme korkusu” da diyebiliriz. Çünkü, farklı anadiller varsa, farklı halklar da mevcut olabilir. O zaman, “Türkçe dışındaki diller, anadili olarak yasaklansın, sonuçta zaman içinde yok olup giderler…” gibi bir muhakeme de var galiba. Biraz, doğa kanunları ile hukuktaki kanunlar arasındaki farkı görememek gibi geliyor bana bu çarpıklık. Biliyorsunuz, yer çekimi kanunu dediğimizde, bir doğa olayı olan düşmeyi açıklayan bir “kanun”dan söz ediyoruz ve bu, herhangi bir yasama organından çıkan bir kanun olmadığı için, yürürlükten kaldırmanız da mümkün değil. Havada bırakılan cisimler düşerler, doğa kanunudur. İnsan varsa, dili de vardır ve bu dillerden bâzıları da anadili veyâ anadilleri olabilir -bir kimsenin birden fazla anadili olabiliyor, malûm. Bunu anayasayla veya kanun marifetiyle yok edebileceğini sanmak, yerçekimi kanununu ilgâ edebileceği sanmakla eşdeğer gibi geliyor bana.
“FARKLI DİL VE LEHÇE” OLMAZ MI?
Şaka tabiî, normal bir insan böyle bir saçmalık düşünmez. Nitekim, Türkçe dışında diller bu toplumda var, bu bir gerçek. Bu gerçeğin bir de Lozan’da tesbit edilmiş olma durumu var. Lozan’ın 39. maddesi, “Resmî dil mevcut olmakla birlikte, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türkiye uyrukları” terimini kullanmakla, Türkçe’nin resmî dil olduğunu, vatandaşların içinde ise dili Türkçe olmayanların bulunduğunu belirlemiş oluyor. Bunların yalnızca “gayrimüslimler”den ibâret olmadığını da biliyoruz. Ama, çok iyi bildiğimiz süreçlerle yok edilme noktasına gelmiş olan gayrimüslim vatandaşların anadilleri kabûl, ama diğerlerini -yâni gayrimüslim olmayan vatandaşların farkı anadillerini” inkâr, tüm anayasaların temel kurucu paradigmasını, daha doğrusu u paradigmanın aslî unsurunu meydana getiriyor.
Getiriyor getirmesine de, yok olmuyor ki bu farklı anadilleri. O zaman, varlıklarını kabûl edelim ama, iki şartla: Bir, anadili demeyelim, “Türk vatandaşlarının farklı dilleri ve lehçeleri” diyelim. İki, bu farklı dil ve lehçeler “öğrenilsin” ama bu dillerde eğitim yapılmasın. Yâni 42. maddedeki yasak devam etsin. Cuntanın giderayak çıkardığı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi” kanununun adına “Türk vatandaşlarının farklı dil ve lehçelerinin öğrenilmesi” ibâresi eklendi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçe dışındaki dillerinin öğrenilmesinin önü açıldı. Ama, sorun çözülmüş değildi. Türkçe dışındaki dillerde eğitim ve öğretim, özellikle de temel eğitim yapılamıyordu. 2014’te bu kanun bir daha değişti, ve özel okullar ile sınırlı olarak, Türk vatandaşlarının geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerle eğitim ve öğretim yapılmasına imkân verildi.
Uygulaması olmayan bir imkân. Çünkü, “bölünme korkusu” ve buna bağlı olan “anadillerini inkâr” inadı devam ediyor. Oysa, anadilleri farklılığına saygı, bu farklılığın gereğini yerine getirmek ve devletin parasız temel eğitim verme ödevini anadilleri farkına saygı içinde çokdilli bir biçimde yerine getirmesini mümkün kılmak, “gündelik hayat, farklı dil ve lehçe” gibi anlamsızlıklara düşmeden, dürüstçe bu çoğulculuğu hayata geçirmek, sâdece Kürt sorununu değil, başka pek çok sorunu da çözecektir. Ama, inkârcıların teşhisi doğru, “anadili farklılıkları, Türkiye ülkesinde farklı halkların mevcûdiyetini kabûl anlamına gelir”. Tabiî ki, demokratik cumhuriyet de zâten ancak halkların cumhuriyeti olabilir. Yeni anayasayı, bu anlamda “yeni kurucu yasa” olarak konuşmaya bu noktadan başlamadığımız sürece, bir milim yol almamız mümkün görünmüyor.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.