Ankara'da eksik bir sonbahar

Ankara Film Festivali, İnci Demirkol’suz bir ‘eksik’ başladı bu yıl. Biz yine de festival yazılarımızı eksiksiz hale getirelim. ‘Hakkı’, ‘Fidan’, ‘Gülizar’ ve ‘Köpekle Kurt Arasında’ filmlerine dair kısa notlar…

Ankara Film Festivali’nde ödüller bu akşam düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak. Dile kolay, tam 35 yıl. Türkiye gibi ekonomik ve politik belirsizliklerle dolu bir ülkede bunca yıl boyunca bir festivali devam ettirmek başarıdır kuşkusuz. İşte bu başarının arkasındaki en önemli isimlerden birisi, İnci Demirkol festivalin başladığı gün aramızdan ayrılmıştı. 1990’larda öğrenci bir sinemasever olarak, yaklaşık on beş yıldır da gazeteci olarak Ankara Film Festivali’ni takip ediyorum. İnci hanımın bilgeliğini, nezaketini çok özleyeceğiz. Ankara bu sonbahar ‘eksik’ bir festival yaptı ve bu eksiklik kolayca doldurulabilecek gibi değil. Adana Altın Koza Film Festivali, Kadir Beycioğlu’nun ölümünün ardından onun adına özel bir ödül koşmuştu. Belki Ankara Film Festivali yöneticileri de İnci Hanım adına benzer bir ödül koymayı düşünebilir. Önerimiz burada dursun!

Ankara Film Festivali, sezonun en son büyük organizasyonu olduğu için ulusal yarışma bölümü her zaman iddialı bir seçkiye sahip olmuştur. Bu yıl da İstanbul, Adana ve Antalya film festivallerinde yer alıp ödüller kazanmış yapımlardan mürekkep on filmlik bir seçki çıktı Ankaralı sinemaseverlerin karşısına. Bu filmlerden “Büyük Kuşatma”yı İstanbul; “Ölü Mevsim”, “Gecenin Kıyısında”, “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” ve “Döngü”yü ise Adana Altın Koza vakti değerlendirmiştik. Bu filmlere dair yazıların linkini en aşağıya bırakacağım meraklısı için.

Bu yıl Ankara’da ulusal yarışmada dört filmi görmemiştim. Bu filmlerden “Mukadderat” iki hafta sonra vizyona gireceği için onu bir kenara ayırmak ve o zaman değerlendirmek istiyorum. Ama hazır taze taze izlemişken “Hakkı”, “Fidan”, “Gülizar” ve “Köpekle Kurt Arasında” filmlerine dair kısa notlar düşelim.

hakki-film-1024x575.jpg
'Hakkı' (2024)/ Yön: Hikmet Kerem Özcan

HAKKI

Bazı filmlerin bir ülkenin sinemasında ‘kurucu’, ‘oyun değiştirici’, ‘yön verici’ olarak kabul edilmelerinin birçok nedeni var kuşkusuz. Bunlardan birisi de söz konusu filmin temasının evrenselliği ve çoğu zaman da aşılamazlığı. İşte Yılmaz Güney’in ‘Umut’u birçok bakımdan böyle bir yapımdı. At arabacısı Cabbar’ın bir define rüyanı uğruna paramparça olan hayatını anlatırdı film.

Hikmet Kerem Özcan da ilk filmi “Hakkı”da benzer bir karakter armağan ediyor sinemamıza. Hakkı orta yaşlı bir Ege köylüsü. Eşi ve kızıyla birlikte yaşar, oğlu üniversite için büyük başka bir kentte gitmiştir. Yakınlardaki antik kentte hatıra eşyalar satan Hakkı bir gün tesadüf eseri bahçesinde bulduğu tarihi eseri illegal yollardan satar. Tabii ki kolay para hemen biter. Ancak daha fazla tarihi eser olduğunu düşünen Hakkı, evin altında bir kazı çalışması yürütür, bu çaba giderek bir saplantıya dönüşür ve işler kontrolden çıkar.

“Hakkı”, bir yanıyla sıradan bir adamın ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirememenin çaresizliğiyle (tıpkı Umut’ta olduğu gibi) gerçekleşmeyecek bir umudun peşine düşmesini, öte yanıyla da bu çağın kolay para kazanmaya duyulan şehvetini anlatıyor. Bunu bir noktaya kadar da başarıyor aslında. Hikmet Kerem Özcan, özellikle ilk yarıda, bir ilk filmin mütevazılığında basit ama dikkat çeken bir anlatı ve yapı kurmayı başarıyor. Ancak, bir noktadan sonra film artık öngörülebilir hale geliyor. Hakkı’nın obsesyonunun nerelere varabileceğine dair bu öngörü tam da seyircinin beklediği gibi gerçekleşiyor. Hakkı’nın gidişatının öngörülebilirliği filme olan ilgiyi de dağıtıyor haliyle. Diğer karakterlere de yeterince alan açılamayınca, onları hikayeleri seyircinin dikkatine yeterince sunulamayınca Hakkı’nın tahmin edilebilir sonuna doğru hep birlikte gittiğimiz bir final oluyor maalesef.

Tam da bu noktada filmin, atmosferin daha güçlü inşa edilmiş olması imdada yetişebilirdi belki ama maalesef birbirini tekrar eden ve beklenen bir an önce gerçekleşsin hissi uyandıran bir yapıya bürünüyor film. Bülent Emin Yarar, Hakkı karakterinde de her zamanki gibi çok üst düzey bir oyun çıkarsa da bu yeterli olmuyor maalesef.

odullu-fidandan-afis-ve-fragman-geldi-mswh.jpeg
'Fidan' (2024)/ Yön: Ayçıl Yeltan

‘FİDAN’

Daha önce iki kısa film çeken, Ayçıl Yeltan’ın Altın Portakal’da seyirciyle buluşan ilk uzun metrajı “Fidan”, birçok ilk film zaafına düşmese bile çok daha büyük sorunlardan mustarip maalesef. Bir sahil kasabasında, hasta annesi, sorunlu babası, eşini kaybetmiş yengesi ve babaannesiyle yaşayan Fidan, yaşından büyük sorumluluklar taşımak zorundadır. Annenin kaybının ardından eğitime devam etmesi için yönlendirilen Fidan’ı kaybetmeyen babası eşinin kaybının ardından kızına engeller çıkarır. Film, adını “Fidan” karakterinden alsa da ne onu ne de başka bir karakteri tam olarak odağına oturtamıyor. Ne fidanın erken büyümesini, ne babanın ıstırabını ne de aile için dinamikleri tam olarak anlayabiliyoruz. Belki kağıt üzerinde güzel görünse de hikayenin perdedeki akışı tutarlı bir anlatı inşa etmekten uzak maalesef. Üstelik finale doğru ‘kendini iyi hisset’ duygulu bir dizi finaline ve kamu spotuna dönüşüyor ki, sinemaya dair küçük kırıntılar da kaybolup gidiyor. Filmin temel problemi ülkenin önemli sorunlarından birini anlatmaya yeltenip, ülke gerçeğine fazlaca uzak kalmak.

1717624.jpg
'Gülizar' (2024)/ Yön: Belkıs Bayrak

‘GÜLİZAR’

Belkıs Bayrak’ın yazıp yönettiği San Sebastian ve Toronto film festivallerine de gösterilen bir başka genç kadın hikayesi “Gülizar”, hikayesinin ve çevresinin gerçekliğinin farkında öte yandan. Belkıs Bayrak, “Apartman” ve “Cemile” adlı kısa filmleriyle adından söz ettirmeyi başarmıştı. Burada da iyi bir ilk film yönetmenliği ortaya çıkardığını belirtelim öncelikle. Gülizar, Türkiye’de ailesiyle yaşayan genç bir kadın. Kosova’da yaşan Emre adlı bir gençle (tam net belirtilmese de aracılar aracılığıyla) evlenmek için annesiyle yola çıkıyor. Ancak annenin pasaport problemi olduğu için sınırı geçemiyor ve Gülizar tek başına yola devam ediyor. Bu yolculuk sırasında maruz kaldığı taciz, Emre ile olan evlilik süreçlerinin de temel belirleyicisi haline geliyor.

Gülizar’ın unutma arzusuyla Emre’nin ‘erkeklik’ gösterileri arasındaki intikam hırsı düğün hazırlıklarının üzerine bir gölge gibi düşüyor. Gerilim tırmandıkça tacizcisinin o kadar da uzakta olmadığını fark eden Gülizar’ın ruh hali de değişiyor. Bütün bu hikayenin Ecem Uzun’un oyunculuğu, Kürşat Üresin’in görüntüleri ve Belkıs Bayrak’ın rejisiyle tutarlı bir anlatıya dönüştüğünü belirtelim. Gülizar’ın bir kadın olarak yaşadıklarıyla Emre’nin erkek nobranlığı; genç kadının aileden kaçmak isterken başka bir sıkışmışlığın içine düşüp kalması duygu olarak da geçiyor seyirciye.

Ne var ki, hiç risk almıyor Belkıs Bayrak bizce. Hikayenin tahmin edilebilirliği bir yana, temayı ele alırken de en kolay olan tercihleri, en makul en güvenli yolları tercih ediyor yönetmen. Bir ilk film için bu anlaşılabilir olsa da, anlatıyı yukarılara çıkaramıyor. Bu tür hikayelere yeni bir dokunuşta bulunamadığı için de yeni bir söz söyleyemiyor maalesef.

whatsapp-image-2024-04-16-at-13-01-51-1024x429.jpeg
'Köpekle Kurt Arasında' (2024)/ Yön: Murat Düzgünoğlu

‘KÖPEKLE KURT ARASINDA’

Murat Düzgünoğlu, 2009 tarihli “Hayatın Tuzu” ile dikkatleri üzerine çektikten sonra, 2014’te “Neden Tarkovski Olamıyorum”la çıkmıştı seyircinin karşısına. Bu film, çok iyi olma fırsatını yönetmenin karakteri gereğinden fazla ciddiye alması ve seyircinin onunla bağ kurmasında ısrar etmesiyle kaçırmıştı. Bir sonraki filmi “Halef”te de benzer bir sıkıntının söz konusu olduğunu, yönetmenin karakteri seyirci önüne atmaktansa koruma altına almayı tercih ettiğini görmüştük.

Bu kez tam tersini yapıyor yönetmen “Köpekle Kurt Arasında”da. Karakterini seyircinin önüne atıyor. En çok da kendisini görsün ve ondan nefret etsin, sarsılsın istiyor belki de. Ama bu kez de karakterinin referansını çok yanlış seçiyor. Hadi yanlış demeyelim de çok tanıdık bir yerden seçiyor. Dostoyevski’nin kaç filme ilham verdiğini sayamadığımız kahramanı Raskolnikov’un modern ‘yerli ve milli’ bir izdüşümü olan Orhan’ı takip ediyor kamera. Ancak ne karakterin yapıp ettiklerini bir düzleme oturtabileceğimiz bir dışsal dünya inşa edebiliyor ne de romandaki gibi büyük bir ruhsal evren kurabiliyor yönetmen. Filmin görsel olarak en güçlü yönü olan rüya sahneleri bunun olabileceğine dair umut kırıntıları serpiştirse de anlatının parçalanmasının ve karaktere ilginin giderek kaybolmasının önüne geçemiyor. Bu ülkenin bir antikahraman cenneti olduğu düşünülürse, “çok daha özgün bir karakter yaratılabilir miydi” sorusu kalıyor akıllarda filmin sonunda.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şenay Aydemir Arşivi