Erol Köroğlu
Anlatılan kötülük, senin hikâyendir
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” yaklaşımını da, kadınların kılık kıyafetiyle ilgili tartışmayı özgürlükçü yönde çözüme ulaştırmayı hedefleyen yasa önerisini de önemsiyorum. Bu konudaki gündemin giriftliği, farklı konum alışlar ve tartışmalar bir yana, Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki çabalarını Lakoff’çu “yeniden çerçeveleme” yaklaşımı içerisinde değerlendiriyorum.
Kılıçdaroğlu, her ne kadar topluma daha yakın gelecek bir sözcük olarak “helalleşmeyi” seçse de, sonuçta işaret ettiği yön sosyal bilimler kaynaklı “yüzleşme” süreciyle bağlantılı.
Kılık kıyafet önerisi, bildiğimiz gibi zamanlama açısından eleştirildi ve Erdoğan’ın anayasa değişikliği karşı önerisi üzerinden boşa gitme olasılığı yüksek bir sağa sapma, sağdan oy kapma çabası olarak değerlendirildi.
Oysa bu, özgürlükçü bir siyaset için bir açılış imkânı sağlayabilir. Siyasi sahne, AKP’nin topluma dayattığı kültürel savaşla kutuplaşmış halde. Medya ve sosyal medyada herkes birbirinin kurdu, trolü. Bu zıtlaşmadan sadece daha fazla inat, baskı ve kilitlenme doğar. Örneğin totaliterliğin en hakiki ve has temsilcisi olduğunu ortaya koymaya çalışan aşırı sağ siyasetçiler, böyle bir ortamda, empati ve akılla yürütülmesi gereken göçmenlik konusunu hızla “bakalım kim daha faşist?” aşamasına taşırlar. Ankara’nın ortasındaki her açıdan yasal bir Afrika lokantası devletin resmi polisi tarafından baskıya maruz kaldı ve sahibi sınır dışı edildi. Daha ne olsun?
Ahlak ve siyaset felsefecisi Maria Pia Lara 2007’de yayımladığı Narrating Evil: A Postmetaphysical Theory of Reflective Judgment (Kötülüğü Anlatmak: Metafizik Sonrası Bir Düşünümsel Yargı Kuramı) başlıklı kitabının 144. sayfasında Hannah Arendt’ten yola çıkarak totaliterliği tartışır. Totaliter tahakkümün özü dehşettir. Topluma uygulanan dehşet bireyler arasındaki mesafeyi kaldırır ve onları birbirleriyle çarpıştırır. Oysa bireyi var kılan, diğerleriyle arasındaki mesafedir. Bu mesafe kalktığında her şey devlet tarafından kontrol edilir hale gelir ve bunun ardından ideolojiler bireylerin dini haline gelir. Din haline gelen ideoloji, tüm tarihi açıkladığını varsayar.
Lara, bu noktadan bir adım ilerisinin ötekileştirme politikaları olduğuna işaret etmekte. Totaliter doktrinler halkı daima ikiye ayıracak ve bir tarafı iç düşman olarak yaftalayıp cezalandırılması ya da yok edilmesi için çalışacaktır. Böyle bir süreçte bireysellik ve çoğulluk ortadan kalkar ve bireyin tüm varlığı sıkı bir kontrol altına alınır. Devletin kontrolünden kaçış kalmayacak, insanlar hükmedilen araçlar haline indirgenecektir.
Hangi totaliter doktrine baksanız şu temel anlayışla karşılaşırsınız: “Geçmiş böyle olmuştur ve böyle olmak zorundaydı. Bunu başka türlü anlayamayız. Sen de geçmişi böyle anla ve başka anlayışlara bakma.” Buna karşı, bastırılan, baskılanan, yok sayılan herhangi bir kimliğe sahip olduğumuzda içimizden şunu haykırıyoruzdur: “Hayır, öyle olmak zorunda değildi!”
Burada basit bir tepkisellikten değil, ahlaki bir zorunluluktan söz ediyoruz. Totaliter anlayış size bir hakikatimsiyi, bir çarpıtmayı dayatıyor. Ona karşı çıkmak zorundayız. Bu ahlaki bir zorunluluk. Çünkü herhangi bir dayatmadan, bir ahlaki yanlıştan, sistemli bir kötülükten ben etkilenmediğimde, bir başkası etkileniyor olacak ve diğerlerini kötülüğe kurban vererek belki bir süre daha hayatta kalabilirsiniz ama bir toplum olamazsınız. Olmuş olanın olmak zorunda olmadığını anlamak, anladıktan sonra ifade etmek ve bu ifade üzerinden toplumu ve yasasını yeniden düzenlemek zorundayız. Yüzleşme bu süreçte içinden geçmek zorunda olduğumuz bir sınavdır ve tüm toplumu kapsayacak özgürlükçü bir siyaseti örerken temel dayanaklarımızdan biri olacaktır.
Helalleşmeden, sosyal bilimlerin diliyle yüzleşmeden ve bunun ardından gelecek özgürlükçü siyasetten söz edeceksek, kötülük hakkında konuşmak zorundayız. Ve şu soruyu sormak: Kötülük konuşulabilir mi? Kötülüğü konuşmayı nasıl kaldıracak, buna nasıl dayanacak, kötülüğü konuşurken önümüze çıkan kötülük faillerinden nefret etmeden, intikam duygularına sapmadan nasıl dayanacağız? Kötülüğü hiç konuşmasak ve beyaz bir sayfa açmayı mı denesek?
Alman düşünürü Adorno, 1933-1945 arasında Nazi Almanya’sının Yahudilere yönelttiği soykırım olan Holokost’un en yoğun yaşandığı toplama kampından söz ederek şöyle bir söz etmişti: “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz.” İlk bakışta Adorno, kötülüğü konuşmamak yönünde bir yargıda bulunur gibidir. Fakat aslında bu sözüyle söz konusu yıkımın sanatta temsil edilemezliğini, acının büyüklüğünü vurguluyordur. Halbuki bu söz daha sonraları bu vurguyla değil, acının konuşulmazlığı üzerinden algılandı. Sonuçta Holokost’u fetişleştiren bir yaklaşım ortaya çıktı. Bu yaklaşımın en kaba hali, Holokost’un faili Hitler ve Nazi partisini insanlık dışı, şeytani akıl hastaları olarak resmetti ve hâlâ da öyle yapmaya devam ediyor.
Yukarıda andığım Maria Pia Lara, kitabında Adorno ve Holokost’tan çok daha önce yaşamış bir filozofa, Kant’a dayanarak farklı bir yaklaşıma işaret edecektir. Kant bir sözüyle fetişleştirici yaklaşımı ters yüz eder: “Özgürlüğün tarihi kötülükle başlar çünkü kötülük insanın eseridir.” Böylece Kant, bizi dilsiz kılan muazzam kötülüklerin insani olduğuna, insan davranışının bir parçası olduğuna işaret etmiş olur.
Lara, Kant’ın değerlendirmesini, Holokost’u yaşamış ve kuramsal çalışmalarını bununla yüzleşmek üzerinden kurmuş olan Hannah Arendt’in yaklaşımıyla da uyumlu bulur. Arendt, toplama kampı yöneticisi ve soykırım faili Eichmann’ın İsrail’de görülen davasını izler ve bu dava hakkında yazdığı kitap üzerinden kötülüğün banalliğine, yani sıradanlığına işaret eder. Çünkü Eichmann dava sırasında kendini sıradan bir memur olmak ve sadece üstlerinin emirlerini yerine getirmekle savunmaktadır. Bunu kabul eden ama bunun Eichmann’ı aklamadığını, aksine suçlu kıldığını söyleyen Arendt şunu ortaya koyar: Kötülük aynı anda sıradan ve istisnaidir. Yapılanlar olağanüstü kötü olarak adlandırılabilirler ama bunları yapanlar sıradan insanlardır. Kötülüğü sıradan olarak nitelemek onu önemsizleştirmez. Onu tehlikeli kılan tam da bu kolaylığıdır. Kötülük yapmak için istisnai nitelikler gerekmez. Rüzgâr doğru yönden estiğinde kötülük orman yangını gibi yayılır.
Lara, bu noktada bir başka Alman düşünürü olan Habermas’a yönelir ve onun “felaketlerden/yıkımlardan ders almak” tartışmasını ele alır. Habermas’a göre toplumlar, geçmişte olanları eleştirel olarak anladıklarında bu geçmişle yüzleşmiş olurlar. Bu yüzleşmenin ilk adımı, geçmişte insani olmayan güçlerce işlendiğine inanılan korkunç işlerin aslında insan davranışının önemli bir yönü olduğudur. Yani kötülüğün bizim gibi sıradan insanlar tarafından yapıldığını anladığımızda, kötülüğe ne kadar yatkın olduğumuzu da anlarız. Bu anlayış bize ahlaki bir düşünme zemini sunar. Bu zemine basarak, geçmişteki kötülüklerden ders almaya ve bundan uzak duran bir toplumsallığı inşa etmeye girişebiliriz.
Bu kuramsal tartışmayı gelecek hafta da sürdürecek ve daha önce uzun uzun ele aldığım aile konusuna, özellikle edebiyat üzerinden bağlayacağım. Fakat yorucu bir tartışma olduğu için, kuramsal kısmı şimdilik durduruyorum. Yüzleşme meselesiyle yakından ilgili ve kötülük konusunu konuşmamıza olanak sağlayacak bir metinden, Kemal Yalçın’ın 2007’de Birzamanlar Yayıncılık’tan çıkan belge romanı Hayatta Kalanlar’dan aşağıya alacağım bir pasaj, yazımın sonunu belirleyecek. Bu kitapta Yalçın, Boyabat’ın Avloğuç Köyü’nden Hollanda’ya göçmüş Ermeni Agop Yıldız’la yürüttüğü sözlü tarih/söyleşi kayıtları üzerinden bir anlatı inşa eder. Agop Yıldız bir saz şairi ve saz yapımcısıdır. Agop Usta saz yapımından yola çıkarak şöyle bir toplumsal metafor üretir:
“Her müzik aletinin imal edildiği özel ağaç türleri vardır. Mesela keman, kelebek ağacından yapılır. Müzik aleti yapılacak ağaç, topraktaki gelişme yaşını tamamlamalıdır. Gelişimini tamamlamadan kesilen ağaç iyi ses vermez. Ayrıca gelişimini tamamlayan her ağaç türünün doğal kuruma süresi ve kendi içinde taşıdığı gerilimi tabiata teslim etme süresi vardır. İyi kuruyan, içindeki gerilimi doğaya teslim eden ağaçtan çok özel tekniklerle kesilmiş tahtalardan yapılan müzik aleti en iyi ses titreşimini verebilir. Eğer bir ağaç kendini tabiata teslim etmemişse ve içindeki gerilimi boşaltmamışsa bu ağaçtan yapılan sazın tahtası telin titreşimi ile uyum sağlayamaz. Bunun için eski ustalar, ‘sazın eskisi, telin yenisi!’ demişlerdir.
Ben sazı insana, müzik aletlerini de bir topluma benzetirim. Doğal gelişmesini tamamlamış, içindeki gerilimi boşaltarak huzura kavuşmuş bir ağaçtan yapılan saz en iyi sesi verebilir. İnsanlar da, toplumlar da böyledir. . . . İçindeki gerilimleri, kavgaları bitirmemiş bir toplum da gelişemez, refaha erişemez, ürettiklerinin bereketi olmaz.” (s. 204-205)
İçindeki gerilimi boşaltmış, kemale ermiş bir toplum. Yani şimdiden, bugünden yola çıkarak geçmişi farklı bir açıdan görebilmek ve bunun getireceği dersler ya da anlayışla, yeni bir gelecek yaratabilmek.
Bu sadece sosyal bilimlerin kavramlarıyla, yaşananların bu kavramlarla çerçevelenmesiyle gerçekleşebilecek bir proje olamaz. İşte bu noktada edebiyat ve aslında onu da aşarak hayatın her yönünü kapsayan hikâye anlatımı ya da öyküleme derdimize çare olarak belirir. Bunun nasıl olabileceğini, gelecek hafta konuşalım.