Ali Duran Topuz
Barış akademisi, savaş akademisi 1: İsmail Beşikci'nin paltosu
"Barış Akademisyenleri" ne güzel ve ne tuhaf isim. Tuhaf çünkü akademinin doğal faaliyet alanı olan bilginin zaten barışla beraber olduğu yaygın bir kanı, bir tür yerleşik önyargıdır. Güzel çünkü aslında bilgi dahil her faaliyet alanında, insanın işlerinde güçlerinde barışın özel bir vurguyla sürekli gündemde tutulması gerektiğini işaret eder.
Türkiye’de son on yıl içinde iktidar her barışa yöneldiğinde, barışın zorluklarını hep beraber tecrübe ettik. Üstelik aynı güç hızla savaşa yöneldiğinde tecrübemiz misliyle arttı: Barış zor olan, savaş kolay olan. Akademi barış ister diye bir kural yok, üstelik bilgi-barış bağı bilgi-savaş bağından hiçbir zaman daha güçlü olmadı aslında. Bilgi hem bir savaş aracı hem de uğruna savaşılan bir şey. Özetle ve malum olduğu üzere "barış" istisnadır. Gücün barışa yönelimi istisna, savaşa yönelimi kural. Zorluk burada.
'BU SUÇA ORTAK OLMAYACAĞIZ!'
"Barış İçin Akademisyenler", altı yıl önceki şiddet ortamında, akademide bu zorluğu üstlenen, sorumluluk alan bir grup akademisyenin adı, malum. Aldıkları sorumluluğa karşılık savaş arzulayanların, savaşı tercih edenlerin hışmına uğradılar. Bütün Türkiye tarihindeki darbe zamanlarında ve 1950 öncesinde, yani tek parti yönetimi zamanlarında "akademi"de benzer hışımlara muhatap olanlar (Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif ve Behice Boran gibi isimler) vardı. Bu eski dönemlerde iktidarlar, hoşlanmadıkları, sevmedikleri, tehdit gördükleri bazı akademisyenleri üniversitelerden uzaklaştırmaya yöneldi. Fakat "Barış İçin Akademisyenler"in başına getirilenler, hem sayı olarak, hem nitelik olarak hepsinin (İsmail Beşikçi istisnasıyla) en ağırı oldu; bütün darbe dönemlerinde uzaklaştırılanların sayısı 250’yi geçmezken, Barış İçin Akademisyenler’den 406 kişi kararname ile ihraç edildi.
Vakanın başlangıç noktasını oluşturan 11 Ocak 2016 tarihli, "Bu suça ortak olmayacağız!" başlıklı ve 1128 imzalı metin, bizi doğrudan somut bir savaşa gönderir: Çözüm sürecinin "buzdolabına kaldırılması"na eşlik eden (ve 28 Kasım 2015’te Tahir Elçi’nin de katledildiği) çatışmalı ortamda, savaşın değil barışın hakim olduğu yöntemlere dönüşü talep ediyordu metin. "Başka yol bulun bu işin çözümü için" diyorlardı özetle. Hangi iş? Elbette Kürt meselesi. Kürt olduğunu ilan eden bakanların (merhum Şerafettin Elçi) hapse atıldığı, "Kürtler vardır" diyen akademisyen İsmail Beşikçi’ye hayatın zindan edildiği bir tarih bu. "Bu suça ortak olmayacağız" ifadesi, sadece o günlerde şahit olunan hukuksuzlukları değil, Kürt meselesine ilişkin devletin kadim inkar-imha-asimilasyon politikalarının oluşturduğu vahim işlerle dolu tarihi de kast ediyordu esasen.
KENAN EVREN’E GİDEN SOY KÜTÜĞÜ
"Bu suça ortak olmayacağız!" başlığı, iktidar çevrelerinde doğrudan suç kanıtı olarak kabul edildi, çünkü çatışmanın devlet tarafına göre, çalıştırılmaya başlanan savaş makinası aleyhine tek laf etmek suçtu.
Nitekim 12 Ocak günü iktidar yanlısı medya imzacı akademisyenleri PKK’nin suç ortağı ilan eden başlıklarla çıktı. Aynı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kenan Evren’in "Aydınlar Bildirisi"ne karşı nutkundan çıkma ifadelerle sahne aldı: Aydın müsveddeleri, sözde akademisyenler, kendilerine güya akademisyen ve araştırmacı unvanı yakıştırmış bir güruh… Tabii ki, "hain" lafı da yer alacaktı konuşmada, yine tıpkı Kenan Evren gibi. Erdoğan’ın nutuklarının soy kütüğünün, işçi haklarından ekolojik sorunlara, Kürt meselesinden adalete dair işlere, içerdiği her konuda muhakkak 12 Eylül nutuklarına dönmesi bir tesadüf değil; hem ekonomik olarak hem de yönetim anlayışı olarak 12 Eylül’ün kurmayı arzuladığı düzenin doğal lehtarı o çünkü. Arada geçen zaman, Şerafettin Elçi’yi hapse attıran cunta lideri Kenan Evren’in, "Türk ile Kürt aynı şey, isimlerindeki kelimeler bile aynı" vecizesinin artık bayatlamasından başka ciddi bir fark getirmiş değil. Bu farka göre varsa bile devletin ona uyguladığı tarife değişmez, inanmayan Devlet Bahçeli’ye sorabilir.
KÖTÜLÜK KOALİSYONUNUN SEFERBERLİĞİ
Elbette iktidar medyası 12 Ocak’ta Saray’da belirlenen başlıklarla çıkmıştı ve elbette Erdoğan’ın sözleri Anayasa’nın da üstünde tutulan emirlerdi. YÖK, savcılıklar, muhbirler, müfteriler, aldıkları maaş dışında hiçbir akademik etik ilkeyle bağı olmayan üniversite memurları, barışa, adalete ve demokrasiye düşmanlıkla endoktrine edilen öğrenciler seferber oldu. Şimdinin "muhalefet lider"lerinden, o günlerin başbakanı profesör Davutoğlu, bildiriden "hicap duyduğunu" söyleyecekti, çünkü o zamanlar "Sur’u Toledo yapmak"la meşguldü. Savaştan son derece memnun olan ve çözüm sürecine açıkça düşmanlık yapan MHP lideri Bahçeli de bugünkü koalisyonun temellerinde yatan sevincini gizleyecek değildi. Geçenlerde Barolar Birliği Başkanlığı’nı arkasındaki iktidar gücüne rağmen kaybeden Metin Feyzioğlu da gizli kabine üyeliğini alenileştirerek, "mütareke aydını" herzesiyle katıldı saldırı korosuna. Yükseltilen şiddetin taşeronlarından Sedat Peker’in "kanlarında duş alacağız" lafı o günlerde söylendi. Herkes "devlet"i için elindekini ardına koymamaya yeminli biçimde seferberliğe katıldı, özetle.
Özetle İsmail Beşikci Kürtlerin varlığını dile getirdiği için suçlu ilan edilmişti, geçen zaman içinde Kürtler varlıklarını ortaya koyup haklerini talep ettikçe bu "suç"un kapsama alanı ve şiddeti de artacaktı. "Barış Akademisyenleri" bu anlamda İsmail Beşikci’nin paltosundan çıkan yurttaşlardır aynı zamanda. Elbette onlara zulmü reva görenler de uygun görenler de Beşikci’yi hapse attıranların inkârcı paltosundan saçıldılar etrafa.
Devam edeceğim, "barış akademisyenleri" dosyası sadece kadim bir politikanın sürekliliği içinde önemli değil, aynı zamanda bugünkü Türkiye rejiminin anlaşılması için de kritik önemde.