Terörsüz Türkiye, hukuksuz iktidar, çaresiz yurttaş
Ekrem İmamoğlu iktidarı korkutuyor, anladık. Terör yakın zamana kadar sadece “Kürt” demekti, şimdi Kürtlerden oy istemek ve bunu başarmak anlamına geliyor. Anlaşılan Öcalan’ın işaret ettiği “hukuk ve siyaset zemini” iktidarın hiç istemediği bir şey.
Ekrem İmamoğlu’nun diploması meselesinde gelinen vahim noktaya değinmeden, önce savcılığın ardından da Üniversite Yönetim Kurulu’nun yaptığı işlere bir bakmak lazım. Şimdi izninizle bir “anı” anlatarak başlayacağım, bu vesile ile büyük bir yargıcı da rahmet ve saygıyla anmış olayım, Osman Sunusi Öztemir’i.
‘SAVCI NEDİR, PEYGAMBERDİR?’
Avukatlık stajının ağır ceza kısmını İstanbul 2. Ağır Ceza’da yaptım. Başkan, Osman Sunusi Öztemir’di. Hukuk nedir, ne değildir, fakültede öğrendiklerimin üstüne asla unutamayacağım müthiş katkılar yapmıştı. O zamanlar adliye kalemleri stajyer avukatlar ayak altında dolaşmasınlar diye “Ay sonunda gel, imzanı at, evrakını al” diye sepetlerlerdi. Kalem, “Osman bey staja devam ister, ödev verir, bütün duruşmalara katılmanızı bekler” dedi, yandın sen evlat gibilerinden.
Bir gün bir duruşmada savcı bir müzekkere okudu. Mesele şuydu: Bazı eski TİP üyeleri 2 Ağır Ceza’da (12 Eylül öncesindeki son seçimde) “Komünizm propagandası” yapmaktan yargılanıyordu. Aynı sanıkların dahil olduğu birçok eski TİP’li de DGM’de “illegal TKP üyesi olmak”tan yargılanıyorlardı. DGM savcılığı müzekkere yollamış, “Bizim kararımızı bekleyin, sonra karar verin” diyordu. Ağır Ceza savcısı da “Bekleyelim” diye görüş beyan etti. Osman Sunusi bey savcıya döndü, o şahane Siverek aksanıyla şunları söyledi:
“Savci, savci, yanlış biliyorsun ona yanmam ama bu çocuklar (biz stajyerler) yanlış öğrenecek, ondan korkarım. DGM nedir? Allah’tır? Mahkeme değildir, o belli. Savcısı nedir? Peygamberdir? Bize ayet yollamıştır? Ne beklemesi? TKP üyesi olsalar da olmasalar da ben Komünizm propagandası var mı yok mu ona bakarım, varsa ceza yoksa beraat. Bitti.”
ANTİ-HUKUK VARSA HERKES SUÇLUDUR
Artık DGM yok lakin kendisini kadiri mutlak sayan savcılık ekolü hâlâ canlı. İstanbul Başsavcılığı, İstanbul Üniversitesi’ne, “Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptal edin” talimatı verdi. Savcılar, idari olarak sadece kendi kalem personellerine ve adli kolluk birimlerine talimat verebilirler. Bu kanuni çerçeveyi aşan her işleri “yetki gaspı”na girer, suçtur. Ama tabii bunun suç olması için “hukuk” olması gerekir, “anti-hukuk” varken savcılar suç işleyemezler, vatandaşların hepsi ise her zaman suçludurlar.
Peki üniversite? Savcı talimatına nasıl uyar? Kimi diyor ki baskı var, ağır baskı, o yüzden. Bu doğru değil, savcılar o talimatı niye veriyorsa üniversite yönetim kurulu üyeleri de o talimata o yüzden uyuyor, bunun adı baskı değil, inşası süren yeni rejimin çalışma kurallarına uyumdur. Baskı yok mu? Uyum göstermeyene var elbette, nitekim İşletme Fakültesi Dekanı Kamil Ahmet Köse istifa etti. Fakat bu haysiyet istifası, kalanların baskı altında olduğunu değil, uyum sağladığını anlatır bize; baskı varsa istifa da var.
BASKIDAN DEĞİL ÇIKARDAN, ARAÇSALLAŞMA DEĞİL İŞBİRLİĞİ
Diploma iptali hukuken yok hükmünde, o kadar ki kararı alma yetkisi bulunan heyetin değil, hiçbir yetkisi bulunmayan Üniversite Yönetim Kurulu imzasını taşıyor. Talimat nasıl ki savcının “hukukla ilgili” bir savcı olmadığını gösteriyorsa karar da imzacıların “üniversiteyle ilgili” olmadığını gösteriyor. Çünkü karar Ekrem İmamoğlu’nun üniversite mezunu olmadığını değil, üniversitenin artık üniversite olmadığını ilan ediyor. Kararın hukuki olmadığı kanıtlamaya çalışmanın hiç yararı yok, karar “yargının araçsallaştırıldığını” da göstermiyor, yargı zaten araçsaldı. Karar yargının ve üniversitelerin yeni rejimin kuruluş sürecinde iktidarın ortağı olduklarını gösteriyor; ana bürokratik yapılar basit “emir erleri” değildirler, sadece talimat almazlar, çıkar da paylaşırlar.
ARTIK DİPLOMA SAHİBİ TEK KİŞİ VAR!
Hal böyleyken, CHP Genel Başkanı’nın “enseyi karartmayın” ifadesini içeren ilk açıklamasında idare mahkemelerine, Danıştay’a güven beyan etmesi biraz havada kalıyor, kırıntı düzeyinde güvenilecek bir yargı olsa önce savcılık talimatının gereği yapılırdı, dekan istifa etmezdi. KHK yoluyla ihraç edilenlerin başına gelenleri hatırlamak yeter de artar buna, yargı, “ağaç kökü yemeye” mahkum edilmiş insanların temel hak ve özgürlüklerinin var olmadığını sayısız karar ile ilan etti o günden bugüne gelene kadar.
Yargı mensupları eliyle yürütülen bu siyasi icranın anlamına gelelim şimdi: Artık hepimiz Ekrem İmamoğlu’yuz! Yok, dayanışma sloganı anlamında söylemiyorum bunu, pratik durumun tespiti anlamında söylüyorum, yargı yargı değilse, üniversite üniversite değilse, diploma da diploma olmaz, varsa da var kalmaz. Her an herkesin herhangi bir “evrakı” bir kazanılmış hakkı ortadan kaldırılabilir. Ülkede artık üniversite diploması olan tek kişi var, o da Recep Tayyip Erdoğan (dikkat, bu cümle Orhan Gazi Ertekin’e selam içerir.)
Diploma konuşup tartışma ne zamanı ne de imkanı var zaten. Gündüz dipolaması iptal edilen İmamoğlu şimdi gözaltında. Ağır suçlamalarla. En önemlisi yasadışı PKK/KCK örgütüne yardımla suçlanması. “Terör”le yani, malum Türkiye’de “terör” demek “Kürt” demek her şeyden önce.
HEDEF SADECE CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLIĞI DEĞİL
Elbette bütün olup bitenlerin ilk anlamı, İmamoğlu’nun gelecekteki ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına aday olarak çıkacak olması. “Erdoğan aday olacak mı bakalım” denilecek hemen, olmak istiyorsa olur, şimdiye kadar olduğu gibi. Yargı mı engelleyecek? Siyaset bile son adaylığında, “Adaylık hakkı var mı yok mu tartışmayacağız” demişken hangi yargı?
Fakat bundan ibaret değil mesele, fazlası var. Fazlaya geçmeden, yaygın bir yoruma da değinmek lazım: Deniliyor ki, iktidar büyük hata yapıyor. Vaktiyle Erdoğan’a yapıldığı gibi şimdi İmamoğlu’nun önünü kesilmesi aslında onu güçlendirir, önünü açar. Bu görüş “vaktiyle” var olduğu kadarıyla hukuk ve hukuksuzluk dengesinin bugün de var olduğunu var sayıyor her şeyden önce, sonra vaktiyle var olan siyaset imkanlarının bugün de var olduğunu var sayıyor. Köprünün altından, üstünden çok kan, gözyaşı, gaz bombası, bomba geçti. Türkiye Haziran 2015 sonrası girdiği yeni rejim inşaatında hayli yol aldı. Erdoğan’ın kendisi “olağanüstü hal hukuku” mantığına sahip bir anlayışla engellenmek istendi, İmamoğlu ise “anti-hukuk” mantığıyla doğranıyor. Erdoğan’ı, Milli Görüş’ü hiç sevmeyenler bile “Hukuk diye bir şey var” diyebiliyordu, kamu diye bir şey vardı, çünkü yurttaş diye bir şey vardı, ama eksik ama fazla.
YURTTAŞSIZ REJİMDE KAMU DA OLMAZ KAMUOYU DA
Yeni rejimin yurttaşları yok, dolayısıyla kamusu da yok. Yeni rejim, bütün neo-liberal toplum ve devlet tasarımları gibi, yurttaşa ve kamuoyuna dayanmıyor, kağıt üzerinde bile, ama çatışan taraflar anlayışına dayanıyor; dolayısıyla vaktiyle neocon’ların küresel efendilerinden Bush efendinin söylediği gibi, “Ya bizden yanasınız ya düşmandan” şiarıyla yol yürüyor. Yargıda, bürokraside buna uymayanlar en fazla istifa edebiliyor, şayet ihraç edilmezlerse.
Şimdi artık fazlaya gelebiliriz: Mesele sadece Ekrem İmamoğlu’nun önünü kesmek değil, içinde hem yeni bir Ekrem İmamoğlu çıkmasını önleme fikri var hem de CHP’nin 2019’dan beri peşine düştüğü, yerel seçimlerde güçlü biçimde, genel seçimlerde de etkili biçimde başardığı “Kürt oylarını alma” kapılarını kapatmak meselesi. İşin “fazla” tarafı 1 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin başlattığı “süreç”le de doğrudan ilgili yani. Bahçeli dahil herkes “muhalefet”i, demek ki CHP’yi sürece destek vermeye davet etti ama yine Bahçeli dahil herkes biliyor ki, süreç tamama erdiğinde, yani Öcalan’ın deyimiyle “şiddet ve çatışma” zemini iptal olup “hukuk ve siyaset zemini” açılmaya başladığında bundan iktidar kadar muhalefet de yararlanacak. Öcalan’ın çağrısının adı “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısıydı. İktidar, Suriye başta, bölgesel gelişmeler nedeniyle kendisini mecbur hissettiği girişim tamama ermeden önce, ana muhalefet partisini kötürüm hale getirmeyi hedefliyor. CHP’ye yönelik baskıların ilk pratik adımı olan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in yerine kayyım atanması ve tutuklanmasıydı, peşinden belediyelere baskı devam ederken, İmamoğlu etrafında diploma ağı örüldü. Aynı zamanda “terör” lafı etrafında çökertme hazırlığı yapıldığı sır değildi, artık açık bir gerçek. PKK silah bırakıp kendisini feshetmeden önce İmamoğlu ve CHP’nin etkili yeni siyasal kuşağı “terör” maymuncuğuyla siyasal sahneden kriminal bölgeye itilmek isteniyor. Bir zamanlar sadece Kürtlere uygulanan hukuksuzluk (olağanüstü hukuk) tarifeleri artık herkes için geçerli, istediği kadar Türk olsun, istediği kadar Topal Osman’ın torunu olsun.
HERKESİ AÇMAZA ALMAK
Kürt siyasetinin parlamenter ayağı CHP’ye yönelik hukuksuzlara karşı dayanışmaya girecek olsa, süreç tehdidi öne çıkacak, girmese “siyaset ve hukuk zemini”nden o zemin daha doğmadan feragat etmiş olacak. Planın özü, özeti bu, herkesi açmaza almak. AK Parti, özellikle 2010’den sonra kendisine siyasal tehdit oluşturabilecek grupların hem faaliyetlerini güçlendirmelerine engel olmaya hem de birbiriyle temas/dayanışma/işbirliği potansiyellerini ortadan kaldırmaya özel özen gösterdi, bu plan uyarınca. Şahit olduğumuz, maruz kaldığımız sonuncu dalgaya bakılınca zaten ağır baskılardan azade hale gelmemiş olan DEM Parti’nin yanına baskı hedefi olarak CHP’nin yerleştirildiğini, işçi mücadelelerini engellemekten hiç vazgeçilmediğini görüyoruz. Bir “terör örgütü” kalmadığında asıl terörün nereden geldiğini göreceğiz elbette ama manzaraya bakılırsa her şey bunu görmeyelim diye yapılıyor.
TECRİDİN KONUŞULMAYAN BOYUTU
Sona gelmeden önce Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin hâlâ sürüyor olmasına da değinmek gerek: Tecrit sadece silah bırakma gibi hayati bir mesele dahil Öcalan’ın görüş ve düşüncelerinin kamuoyuna gerektiği biçimde aktarılmasını engellemeyi içermiyor, eş önemde bir boyutu daha var işin: Öcalan’ın bilgilenme koşullarını bilmiyoruz ve kuvvetle muhtemel ki dışarda olup bitenlerin çoğunluğu kendisine iletilmiyor. İletilse, Öcalan silah bırakma kararından vaz geçer demeye getirmiyorum asla, vaz geçmeyecek çünkü çağrı metni bir pazarlık metni değil, bir stratejik temel karar metni; ama iletilse, “hukuk ve siyaset zemini”ni imhaya yönelik hareketlerin değerlendirmesini daha iyi yapacak, mücadele stratejisini ona göre şekillendirecek. Tecrit, herkesi açmazda tutmaya devam etmek için sürdürülüyor. Newroz’da beklenen mesaj gelir mi gelmez mi bilinmez ama gelse bile Newroz’ların olmadığı bir ortama gelecek gibi görünüyor.
SİLAH BIRAKMA, MÜCADELEYİ SAHİPLENME
Son olarak, “Öcalan ile devlet anlaştı, CHP budanacak ve iktidar yoluna güçlü biçimde devam edecek” görüşlerine değinerek bitireyim: Bu nitelikte bir “anlaşma” olsa, Öcalan’a tecrit biter, şaşmaz göstergedir. “Öcalan serbest bırakılacak” palavrasının peşine düşenler, “ama şehit aileleri ne diyor” ezberini siyaset sananlar, “Biz de destekliyoruz fakat ne verilecek bilmemiz lazım” sinikliğine yönelenler, ters yoldan gidiyor. Silah bırakmayı gerekli görenlerin Öcalan’ın rolünü güçlü biçimde oynayabilmesi için gerekli olan hukuki ve siyasi taleplere sahip çıkması gerekir. Çağrı, silah bırakmayı temel alıyordu, mücadeleyi bırakmayı değil; hatta mücadeleyi güçlendirme fikrini esas alıyor, silahı o nedenle kategorik olarak dışlıyordu. PKK silah bırakmasın ki biz de istediğimiz gibi baskı yapmaya devam edelim denilmiyorsa, bu itirazların da anlamı olmaz, baskının yükseltilmesinin de. “Barış ve demokrasi mücadelesi” kişilere, gruplara, etnilere, halklara, uluslara bakmadan sahiplenilmek zorunda, aksi halde baskı ve diktatörya rejimi bildiğini okuyarak inşaatını sürdürür; aynı şekilde “Terörsüz Türkiye” isteniyorsa terörize edici yol ve yöntemler bırakılmak zorunda. İstenen “Terörsüz Türkiye, hukuksuz iktidar, çaresiz yurttaş” değilse şayet.
NOTLAR
1
Savcıların yetkilerine dair Prof. Ali Ulusoy etraflıca yazdı, buyrunuz.
https://t24.com.tr/yazarlar/ali-d-ulusoy/savcilik-idareye-islem-yapma-talimati-verebilir-mi,49075
2
İmamoğlu “teröre yardım”la suçlanıyor ya aslında kendisi iktidarda “terör”e yol açıyor anlaşılan. “Terör” sadece örgütlerin uyguladığı şiddeti ifade eden bir terim değil, siyasal egemenlerin olağanüstü hukuk uygularken ihtiyaç duyduğu bir mecaz, bir metafor işlevi de görüyor. Yakın zamana kadar sadece “Kürt” anlamına geliyordu, şimdi Kürtlerden oy istemek ve bunu başarmak da “terör” demek.
3
“Kent Uzlaşısı” yerel seçimlerle sınırlı kalsa bu kadar terörize olmazdı iktidar, fakat genel seçimlerde de sonuç alma potansiyeli yaratıyor.
4
Dün konuşulmaya başlanan bir senaryo daha var: İktidar, Erdoğan’ın yeniden aday olması ve seçim yönteminin değiştirilebilmesi için bunları yapıyor; CHP razı gelirse süreç tersine çevirilecek. İkisi için de iktidarın kimseye ihtiyacı yok ki, “bunları” yapan onları haydi haydi yapar zaten.
5
İstanbul Valiliğinin dört günlük eylem yasağı, kentte Newroz kutlamasını da riske atıyordu; ancak valilik sonradan Newroz kutlamasının bundan etkilenmeyeceğini açıkladı. Elbette bu kıyamet ortamında açıklamaların hükmü ne kadar sürer bilmek zor. Dileriz kutlanabilir.