Süreyya Karacabey
Başka çocukluk
Seçim zamanı, küçük çocukların devletin kolluk güçleri tarafından şiddete uğradığını gösteren videolar dolaştı bir süre sosyal medyada. Bunlardan birinde, kazık kadar üç dört adam, aralarına aldıkları bir çocuğa büyük bir öfkeyle vuruyorlardı. Şiddet sahnelerinin olduğu filmleri, kaç yaş grubunun izleyebileceğine ait uyarıların olduğu bir ülkede.
Basit bir seçimin bile savaşa dönüştüğü topraklarda, gaspedilen haklarını protesto etmek için yetişkinlerle birlikte sokağa çıkan çocuklara, devlet, kim olduğunu gösteriyordu. Bedene kazınan bu ders, kim olduklarının hiç akıldan çıkmamasını isteyenlerin tarihsel pedagoji yöntemiydi. Ve burada “çocukluk”, isyana girişin keşif yolu olarak görüldüğünden, onlara özel bir yöntemle eğitilmeleri konusunda devlet hep çok “özenliydi.”
Yakın geçmişte güvenlik güçlerine taş attıkları gerekçesiyle ağır cezada yargılanan, zindana atılan,TMK mağduru çocukların, çocukluk hakkı için mücadele ederken, kendi çocuğuna dilimlediği elmayı eliyle yediren birilerinin, “ne çocuğu, terörist bunlar” dediğinde çok şahit olmuştuk. Tuhaftı, çocukluk algısı, bölgeye, konuma ve duruma göre değişiyordu çünkü.
“Devletin ne olduğunu göstereceğiz” bir tehdit olarak asılı durur hep göğümüzde; arada liberal devletlere çalışıp ayarları bozulmuş yurttaşların, “devlet dediğin” diye başlayan özlü sözleri, özendirici örnekleri zalim jestlerle her defasında askıya alınmış ve arada başka türlü görünme sevdasına kapılsa da bünyesine fazla geldiği için hep fabrika ayarlarına dönen devletin değişmez hali bu arkadaşları çabalarından hiç vazgeçirmemiştir. Hatta aralarında “iyi davranalım iyi olsun” türünden arkaik bir eğitim modelini devlete karşı uygulamayı inatla sürdürüp, devlet, hepimizin devleti diye her çeşit toplantıda karşımıza çıkanları olmuştur.
Oysa devlet, kolluk güçleriyle o çocuklara saldırdığında kendi varoluşuyla uyumludur. Kendisine yönelmiş protestolar karşısındaki tahammülsüzlüğüne özne ararken eşitlikçi, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeyecek kadar tutarlı ve her seferinde, “siz benim kim olduğumu biliyor musunuz” sorusunu sorarken de retorikten haberdardır. Evet biliyoruz. Her çeşidinizi dünya tarihinden biliyoruz. Bazı yerlerde ve zamanlarda çocukluk diye bir şeyin olmadığının da farkındayız. Savaşın ortasında bombaların, “ay bunlar daha küçükmüş, onlara isabet ettirmeyelim” demeyeceklerinin farkında olduğumuz gibi.
Bizim bütün “ama çocuklar” diye başlayan cümlelerimizin sadece ve sadece koşullara bağlı bir şey olduğunu bilmemiz gibi. Çocuk üzerine yazılmış pek çok kitap, yapılmış pek çok araştırma, onların dünyasına yönelik her türlü sanatsal yaklaşım, çocuk olmanın mümkün olduğu koşullara aittir. Mümkün çocukluk geneli anlatmaktan uzaktır, savaş bölgelerinde bu anlamıyla çocuk yoktur, yoksul mahallelerde de çocuk kaybolmuştur. Evet yaş grubu olarak sınıflanan o geniş nüfusa dahildir hepsi, ana kuzularıdır -eğer anaları varsa, ama hayat bu kategorideki bütün çocuklara eşit davranmayacağını önceden bildirmiştir. Bir evde ayakkabısı bağlanıp, servise bindirilen ve her türlü olumsuzluktan korunması için çaba gösterilen çocuklar vardır, ve çoğunluk ister ki bütün çocuklar böyle yaşasın ve toplum tarafından korunsun.
Mümkün çocukluk, şiddetin büyüdüğü zamanlarda “fazla” çocukluğa dönüşür; yoksulluğun arttığı zamanlarda ise ayrıcalıklı bir sınıfa. Bir yerde incinmeden büyüsün diye çocuklar için uğraş verilirken, başka yerde çocuklar çatışmalardan kaçmakta, mülteci teknelerinden suya düşmekte, ustalarından dayak yiyip, eve ekmek götürmektedir.
Çocuk gerçeği, gerçeklik tarafından hep gölgelenir, gerçeklik gerçeği ele geçirip, niye yaşadığımız sorusunu ortadan kaldırdığı gibi, çocukluğu da yok eder.
Oysa insan en azından çocukluğunda azcık kaygısız yaşamalıdır, çocukluğu, cennet imgesiyle birleştiren bütün düşüncelerin çıkış noktası, herhalde mümkün çocukluğun yaygın olduğu bir toplumdu. Burada ve başka yerlerde hiç olmuş muydu?
En son polisler tarafından götürülürken gülen bir çocuk-gencin yüzüne baktık uzun süre, direnmeyi erken öğrenmiş bir yüzdü. Onun yüzündeki gülüş, çocuklardan çalınan gülüşün yokluğuna iliştirilmiş olan bir şeydi, erken büyümek zorunda olanlara aitti. Bizden endişemizi uzaklaştırmak içindi. Bana bir şey olmaz diyordu. Onu teselli etmesi gereken bizdik, gülüşü, mümkün bir çocukluğun yüzüne koyacak olan da bizdik. Mücadeleden yorulunca çocuklukları ellerinden alınanları düşünün. Belki bir gün, “çocuklar” diye seslendiğimizde ortak bir şeyden söz etmemiz mümkün olur.
Şimdi mümkün değil.
Süreyya Karacabey: Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.