Fadıl Öztürk
Başkan Hasan
Geçmiş tarih 2012 sonbaharının sonu olmalıydı. Banka tadilatları yapıyorduk. Fakat işlerimiz ters gitmiş, Ankara’ya ricat ederek arkadaşımın ofisinde yaşamaya başlamıştım. İşler tersine gidince hiçbir şey düz gitmiyor ya, öylesi günlerden birinde adının Songül olduğunu o an öğrendiğim birinden "Merhabalar, ben Hasan Gün’ün kızıyım. Size babamı hatırlatacak bir resim göndermek istedim ama sanırım sizin sayfanızla alakalı bir durumdan dolayı gönderemedim. Ben babamı tanıyamadım ama annemin anlattığı kadarıyla sizin babamla çok uzun olmasa da (babam hayata erken veda ettiği için-1981-) yaşanmışlıklarınız var. Umarım hatırlamışsınızdır" diye bir mesaj almıştım. Hafızamı yokladım yok, ilk elden telefonla ulaşabileceğim arkadaşlarımdan Hasan Gün’ü sordum yok tanıyan. İnsan zamanın içinden geçtikçe, zaman da alacağını tahsil eder gibi anılarımızı silip alıyormuş meğer…
Utana sıkıla Songül’e: "Güzel kızım, babanın fotoğrafını mesajla yolla, ya da beni fotoğrafa etiketle. Şimdi sana cevap vermek inan dünyanın en zor işidir. Gözlerinden öperim. Bunu ‘yaşlanmama’ bağlayın lütfen. Özür dileyerek bunları yazıyorum... Hafızamdaki bilgileri doğrulamak için babanın fotoğrafıyla beraber kısa da olsa hatırlatıcı bilgi verirsen sevinirim." diye cevaplamıştım Songül’ü. Ama hatırlamamak canımı yakmıştı, hem de az buz değil…
Gelen cevap "Ben Kırktutlar mahallesinde Başkan Hasan’ın en küçük kızıyım…" olunca kendimi tutamamış, ağlamış, ‘iyi şeyler de takip edip buluyormuş insanı’ demiştim kendime. Hasan, kışın omzunda paltosunu eksik etmeyen, ufak tefek boylu ama pala bıyıklı Mehmet Çavuş amcanın oğlu Niyazi’nin bir küçüğü Hasan… Orta okulda okurken halamların kiracısı, ailece tanıştığımız, mahallemizin hemen dibindeki kiremit ocaklarının has ustası Hasan… Araya yıllar, mahalleler, evler girince birbirimizi kaybettiğimiz, antifaşist mücadele içinde birbirimizi Kırktutlar mahallesinde tekrar bulduğumuz Hasan… O günden sonra da arada geçen yılları çıkararak, beraber hayata devam ettiğimiz, sofrasında ekmeğini, zor günümüzde sevgisini biz arkadaşlarından hiç esirgemeyen Hasan…
Songül cevapla, Kırktutlar mahallesinde, bir hol, bir mutfak ve bir odadan ibaret, kerpiçten yapılmış tek katlı bir evin, bahçesinde tahtadan mavi kapılı banyo ve tuvaletin olduğu, güneşin zor gördüğü ev olarak tarif etmişti kendi evlerini. Az mı çalıp kapısını girmiştim o evden içeri. Songül’ün sevgili annesi, hepimizin Güzel Ablası az mı sofra kurmuştu bize. Nasıl hatırlamazdım ben onları… O gün anlamıştım ki, her insan kahrını da kendisiyle beraber taşırmış…
Güzel Abla ve Hasan, severek, birbirlerine âşık olarak evlenmişlerdi. Aralarında birbirlerine yüzünü dönmeden birbirlerini gören bir sevgileri vardı. Biz evine giden arkadaşlarına sinerdi sevgileri. Arandığımız yıllarda bize kol kanat olurdu o sevgi. Evlerimizi polis bastığı için gidip göremediğimiz annelerimizin yokluğunu bize yaşatmayan, sevgi ve şefkatiyle yarı abla, yarı anneydi bize Güzel Abla.
O yıllarda eski bir bakkaldan bozma, tahta panjurlu, tek gözlü bir yerde Kırktutlar Kalkındırma ve Geliştirme Derneği’ni (KKDD) kurmuştuk. Derneğin başına da yaşça bizden büyük olan Hasan’ı getirmiştik. Sosyalist sistemler gibi algılanmasın ama kuruluşundan sıkıyönetim tarafından kapatılıncaya kadar tek bir başkanı oldu o derneğimizin, o da Başkan Hasan’dı. O başkanlıkla beraber ‘Başkan’, Hasan’ın adı; adı da adeta soy adı olmuştu Hasan’ın: Başkan Hasan… Hatırlayamamamın altında vefasızlık değil, bu gerçek vardı. Dernek kapatılınca ülkesi işgal edilmiş bir başkan gibi halkın ona verdiği ünvanla son gününe kadar yaşadı.
O yıllarda kalbinden rahatsız olmuş, Ankara’ya gidip kalp kapakçıklarını değiştirip geri gelmişti. Ankara’da Başkan Hasan’ın kalp kapakçıklarını değiştirmemişler de kalbinin yerine tık tak seslerini 24 saat duyduğumuz ve hiç durmayan bir saat takmışlardı sanki. Ecevit zamanında Karayolları’na işçi alımı esnasında birçok arkadaşımızın yanı sıra Başkan Hasan’ı da oraya bahçıvanlık gibi bir işe yerleştirdik. Son güne kadar saat gibi çalışan kalbiyle insanlığın bahçesinde otların, ağaçların dilinden konuşup, gül büyüttü geleceğimize Başkan Hasan…
Hem devlet işinde hem de devrim işinde çalışan sadece Başkan Hasan değildi elbet. Mahallelinin nöbet, savunma ve adalet işlerini gören "direniş komitesi"ne başkan olarak seçtiği Niyazi Dede de Emniyette gece bekçisiydi. Hakkıdır teslim etmek lazım, devlet ve mahalle işini asla birbirine karıştırmazdı. Bütün bir Elazığ’a halka tatlı imalatı yapan, hala adından bahsettiren Tatlıcı Kaya da bir özel girişimci olarak o mahalleliydi.
Tıpkı her insan gibi, Başkan Hasan da kendi ömrünün mimarı, ustası, işçisi, elleriyle yaptığı hayatının içinde oturan sakiniydi. İnsanlar binalar gibi yukarı doğru değil, amaçları doğrultusunda yatay, yayılarak büyürler. Başkan Hasan öyle biriydi. 79’un Ekim ayından sonra Elazığ’dan ayrılmıştım. 81’de cezaevine girdikten sonra öğrenmiştim Başkan Hasan’ın durumunu. Kolum, bacağım, bir uzvum koparılsaydı bu kadar acımazdı belki. O günden sonra Başkan Hasan’ın eşi Güzel Abla’mı ve çocukları hep merak etmiştim. 91’de cezaevinden çıkıp İstanbul’a yerleşmiş, onları yakınıma almak istemiş ama bunu başaramamıştım. İnsan bir evdir ve o evin bir unutuluş odası vardır mutlaka. O odaların kapısı sevmek anahtarıyla açılmadıkça sonsuza kadar kapalı kalırlar. Başkan Hasan’ın dört çocuğundan en küçüğü olan ve kendisi daha altı aylıkken babasını kaybeden Songül sayesinde girdim aklımın unutuluş odasına.
Meğerse unutuluş odamın anahtarı Songül’ün elindeymiş o güne kadar. Kapıyı sevgisiyle açmış ve başlamıştı anlatmaya. Her insanın duvarları, köşe taşları, ışığın içeri sızdığı pencereleri ve dış dünyaya açılan kapıları vardır. O kapı kolay kolay açılmaz herkese. Sözün sahibini beklerler o odaların derinliğinde. Songül, kelimelerin insafına sığınarak, böyle aramıştı beni, böyle içini dökmüştü bana…
"Ben 06.03.1981 doğumluyum. Babam ben 6 aylıkken ölmüş. Babamı hiç hatırlamıyorum. Annem şu an 55 yaşında. Baba öldüğünde annem 24 yaşındaymış, şimdi 55. Abim 6.5 yaşında ilkokul 1. Sınıf’a gidiyormuş. Nuray ablam 4, Evrim ablam 2 yaşındaymış. Babam bizi 34 yaşında bırakmak zorunda kalmış. Bu kısacık hayatına sığdırabildikleri bildiğim kadarıyla şöyle;
Abim, Nuray ablam ve Evrim varken Dernek Başkanı sıfatıyla yakınlarından biri tarafından ihbar ediliyor ve bir gece yarısı gözaltına alıyorlar. 10 gün ağır işkenceler görüyor. Annemin dediğine göre babamın doğuştan olmayan bir kalp rahatsızlığı varmış. İlk gözaltından sonra Ankara'ya kalp ameliyatı için gitmiş, kalp pili taktırmış babam.
Daha sonra babamda siroz hastalığı ortaya çıkmış. Tam bu aralar ben onların hayatına karışmışım. Babam siroz hastalığından dolayı Ankara’da 6 ay tedavi gördükten çalışmak zorunda olduğu için işine devam etmiş. Bu hastalık döneminde maalesef yanında hiçbir yoldaşı olmamış.
Babam öldükten sonra maddi ve manevi hiçbir destek görmedik. Annemin SSK’da çalışan dayısı sayesinde babamın maaşı bize bağlanmış. Sonraki üç yıl annem fidanlıkta çavuşluk yaparak çalışmış. O zamanlar hatırlıyorum mevsiminde bol bol çilek ve taze nohut yerdik. Benim çocukluğum eksikti ama çok güzeldi. Babamın eksikliğini, bayramlarda değil, en çok her okul yılının ilk günleri kalbimi sızlatan o acıyla hatırlıyorum. Hani ilk gün herkes sırayla kendini tanıtırken babadan da bahsedilir ya, o anı hiç yaşamak istemezdim. Ama o kahrolası zil çalmadan sıra bana gelirdi ne yazık ki. Bir de evlendiğim gün çok zor oldu babasızlığım….
Bizler okulumuz bitikten sonra çalıştık, mecburduk buna. Evrim ilkokuldan sonra okumadı, annemle evde çocuk baktılar, annemin fidanlık işi bitmişti çünkü. Abdullah Paşa Mahallesi’ne taşınmış orda memur çocuklarına bakar olmuştuk. Annemin son işi bebek bakıcılığı olmuştu. Şimdi de torunlara koşturuyor.
Abimin 7 ay süren evliliğini saymazsak, hiç evlenmeyeceğim diyen biri olarak ilk ben 2002 yılında. Benden iki ay sonra Evrim ablam, 2004’te de Nuray ablam evlendi. 2005'de abim ikinci evliliğini yaptı. 2011 de o çok beklediğimiz, dünya güzeli kara kızı Roza Yağmur, yağmurlu bir günde hayatımıza katıldı. Abim, babamın yokluğundan dolayı orta okuldan sonra okula devam etmeyip kardeşlerine babalık yapmak için çalışmak zorunda kaldı. Uzun bir dönem kepçe kullandı. Bir yıldır da belediye otobüsü kullanıyor.
Sizin cezaevinden çıktığınızı duyduğumda havalara uçmuştum ki, o zaman daha da küçüktüm. Oysa ben sizi hiç görmemiştim."
Ve şimdi suçlandığımız kurşun; namluya sürülmüş kurşun değil, kurşun kalem içinde yazıya can veren kurşundur. Ve odur budur her gün yoklama yapılıyor ve ben her gün ‘buradayım’ diyorum yalnızlığa, arkadaşsızlığa.
Bağırmak sesinin ulaştığı yere kadardır
Susmak ucu, bucağı olmayan kocaman boşluk…