Cem Erciyes
Bayram mutfağı
“Mis gibi koktu yahu, ne zaman pişer?”
“Ciğerini de attım şimdi; iki çevireyim tamamdır. Hadi oturun siz sofraya”
Çocukluğumun kurban bayramları öğlene doğru, erken bir saatte hepimizi sofraya oturtan kavurmayla başlardı. O zamanlar tatiller mi daha kısaydı, yollar mı daha uzundu bilmiyorum. Her zaman bir araya gelemezdik kalabalık aileyle. Eğer Çanakkale'deysek ve dedemler kurban kestiyse masa çok daha büyük ve kalabalık olurdu. Kurban Bayramı bir koyundan yapılabilecek enva-i çeşit yemekle uzar, en azından bayramın dört gününü de kapsardı.
Bayram yemeğinde mutlaka bol ciğer ve kuyruk yağıyla zenginleştirilmiş et kavurma, tereyağlı pirinç pilavı ve salata yenirdi. Sonra akşama ya ‘kapama’ ya da koyun yoğurdu mevsimiyse bir tür ‘elbasan tava’ olan ‘yoğurtlu et’ pişirilirdi. Davul fırında yoğurtları ve patatesleri kızarana kadar tutulan bu harika yemek hala favorilerim arasındadır.
Annanemin elinde tükenmez kalemlerle bağırsakları temizleyip ‘mumbar’, iç gömlek geldiyse ‘ciğer sarma’ yaptığını da hatırlıyorum. Bağırsakların kalanları, etin yağlı kısımlarıyla birlikte kasaba yollanıp sucuk da yaptırılırdı.
Bayramdan önce başlardı mutfaktaki çaba. Zeytinyağlı fırın dolmalar, taze fasulyeler dolaba doldurulur, el açması patlıcanlı börek sofrayı şenlendirmek üzere soğumuş davul fırının içinde sırasını beklerdi. Günlerce süren bu et bayramının öğün aralarında mutlaka mutfaktaki buzdolabının üstünde, üstü yine aynı büyüklükte bir tepsiyle kapatılmış ev yapımı baklava yenirdi. Olabildiğince çok kat açılmış içi dişe gelecek iri cevizlerle doldurulmuş bu nedenle biraz kalın ama tadına doyulmaz, unutulmaz ev baklavası.
Benim çocukluğumun en büyük zevklerinden biri gidip gelip bir taburenin üstüne çıkıp baklava dilimlerini yaprak yaprak ağzıma attığım, ‘ay düşeceksin in ordan! Benden istesene çocuğum” çığlık ve paylamalarıyla son bulan baklava tırtıklamalarımdı. Tabii ki misafir odasındaki şekerlikte duran ‘Lord’ marka kağıtlı çikolataları aşırıp durmalarımı sadece benim değil eminim ki herkesin çocukluğuna dair bir anı olarak buraya yazmalıyım...
Eğer Çanakkale’ye gidememişsek, çocukluğumun ve ilk gençliğimin bir kısmının geçtiği Anadolu kasabalarından birindeyiz demekti. Biz çoğunlukla kurban kesmezdik. Babam kendi tabiriyle ‘itikatlı’ birisiydi ama ‘benim borcum var, dinen caiz değil’ derdi çoğu kez. Kurban kestiğimizde de ‘çocuklar istiyor’ diye bu işin yapıldığı kalmış aklımda. Artık ‘allah rızası’ için mi çocukların gönlü olsun diye mi bilmem, ama babam kurban kesmeye karar verdiğinde de iyi bir tüccar çocuğu olarak bayrama yakın bir zamanda alırdı hayvanı.
İzmir’in bir ilçesinde oturduğumuz lojmanın arkasında bir ağaca bağlı, Aydın'ın bir kasabasında babamın ahbabı bir esnafın geniş bahçesinde bir kenarda bekleyen koçları hatırlıyorum. Bu hayvanlar çoğunlukla bağlı bekledikleri yere gelen kasap tarafından kesilirdi. O zamanlar çok ilgimizi çeken, ama bıçak kayar diye uzak tutulduğumuz kesme sahnelerini burada daha fazla anlatmayacağım. Gerçekten de çağın ruhuna uygun değil. Postu mutlaka Türk Hava Kurumu’na bağışlanırdı. Bazen de kesen kasap alırdı bir nevi ücret niyetine…
Kurbanlık koç, bir leğen dolusu ete dönüştükten sonra hikaye en başta anlattığım kavurma sahnesine bağlanırdı. Babamın ya da dedemin büyük bir gayretle etin kalanını da dağıtılmak üzere parçaladıklarını hatırlıyorum. İyi tarafları hatırlı dostlara yollanırdı. Kurban kesmediyse, yoksul olup olmadığına bakılmaz bir parça mutlaka yollanırdı. Önce komşulara, sonra sık görüşülen dostlara. Elbette mahallenin, kasabanın yoksullarından tanıdık birilerine de en büyük parça giderdi. Zaten düzenli olarak et alınıp pişirilen bu orta halli ailelerde kurban heyecanı çok sürmez, kısa zamanda o koca koyundan geriye bir şey kalmaz, hayat da normale dönerdi.
Kurban kesmesek bile bayramda kasaplar kapalı olacağı için önceden kavurma malzemesi alınıp dolaba konurdu. Bayram sabahı itinayla giyinilip bayramlaşılır, sonra da etler ciğerler tencereye konup bayram yemeği hazırlığına girişilirdi. Bugün de hala öyledir…
O zamanlar, biz çocukları kurban kesmekte neyin heyecanlandırdığını bilmiyorum. Muhtemelen de kurban kesmek bir ibadet olmaktan çok bir adet gibiydi bizim aklımızda. Çoğunluğa uymak, biz de o şenliğin bir parçası olmak için isterdik bunu.
Azıcık büyüdüğümüzde babamın iki oğlunu birden alıp bayram namazına gitme mutluluğunu yaşamasına katkıda bulunmaktan başka bir sorumluluğum yoktu. İlk gün ancak öğleden sonra, kurban telaşı bitince başlayan bayram ziyaretlerinde salonda durmak en zoruydu sanki. İlk gün çok yakınlar gelirdi ziyarete. Esas bayram trafiği kurban bayramının ikinci günü başlardı. Tüketim kültüründen önce hakikaten çocuklara mutlaka bayramlık alınırdı.
Şimdi ‘tüketim kültürü’ lafı bile bana çok demode geldi. Ne kadar da eski zamanlardan bahsettiğimi fark ettim. İnsanların ancak yetecek kadar, yani bir iki kat kılık kıyafetinin olduğu zamanları hatırlayan bir kuşağa mensubum ben. O zaman bayramda alınan bir kat yeni giysi küçülünceye, yırtılıp pırtılıncaya kadar, yani en azından bir yıl giyilecek demekti. Herhalde benim gibi diğer erkek çocukları da bundan öyle büyük bir heyecan duymazdı diye düşünüyorum. Ama yine de temiz temiz, iki dirhem bir çekirdek giyinip yollara düşerdik ailelerimizle birlikte.
Bizim için esas sevinç toplayacağımız harçlıklardı. En yakın ve en zengin akrabalardan arslan payını kopartmayı hesaplar, sonra da hasılatı harcamak üzere sokaklara dökülürdük. Gazoz ve leblebi tozu, çatapat ve mantar tabancası satmak üzere bakkallar çoktan ağlarını germiş bizleri bekliyor olurdu. ‘Mahalle’ dediğimiz, evin bulunduğu sokaktan uzaklaşacak kadar büyük olanlar bayram eğlencesi için kurulan panayır yerinde paralarını çeşitli oyuncaklara binerek bitirme ayrıcalığına sahip olurdu. Biz küçükler ise bunun için ya müşfik bir abiye ya da sabırlı, neşeli babalara sahip olmalıydık… Benim babam ciddi adamdı. Ama neyse ki ailede delikanlı çağında abilerden çok vardı…
Et kültürü, kurban kesmek bugün evrensel kentli kültürün parçası olan bir çoğumuza çok yabancı ve uzak geliyor. Ama hala Türkiye’nin çoğu için önemli bir ritüel, adet ve ibadet. Bayramın bir tatil vesilesine dönüşmesine de itirazım yok. Bayram tam da sevdiklerimizle birlikte olmak, biraz dinlenmek, mutlu olmak demek. O nedenle nasıl geçerse geçsin iyi geçsin.
Herkese iyi bayramlar...
Cem Erciyes kimdir?
Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.