Alp Altınörs
Berlin Konferansının ardından: Libya’da nereye?
Libya uluslararası siyasetin başat konularından birisi haline geldi. 2012’deki Bingazi ABD konsolosluğu baskınından sonra ‘ne halleri varsa görsünler’ bandına indirgenen Libya bir anda ‘büyük güçlerin’ dikkat odağına yerleşti. Zira Kaddafi’nin emperyalistlerce devrilmesinin ve linç ettirilmesinin ardından darmadağın olan bu ülkenin kaderi ağır biçimde de olsa değişiyor. Libya’nın bölünmüşlüğünün aşılabileceği olasılığı, Toprak’taki Temsilciler Meclisi ve Libya Ulusal Ordusu’nun güç kazanması çerçevesinde ortaya çıkıyor. Bölünmüş ve kolay idare edilir bir Libya yaratmış olan Avrupa ve ABD emperyalist güçleri bu gelişmeyi önlemeye çalışıyorlar. Tabii ki AKP iktidarının halk tarafından kabul görmeyen neo-Osmanlıcı siyaseti de buna paralel konumda. Trablus-Bingazi bölünmesini destekler bir siyaset izleyegeldi AKP iktidarı.
LİBYA’DA PETROL BLOKAJI
Ancak AKP iktidarı ne zaman ki, bu siyasetini Trablus-Ankara ikili anlaşmaları ile yeni bir düzleme çekti, o zaman ülkedeki bütün dengeleri aleyhine olarak değiştirdi. Libya’da geniş halk yığınları arasında ülkeye Türk askeri birliklerinin yerleştirilmesi dolayısıyla ‘Osmanlı geri geliyor’, Libya’nın devlet bağımsızlığı son bulacak endişelerini yaydı. Böylece ülkedeki siyaset sosyolojisinin asli bir unsuru olan ‘aşiret reislerini’ Trablus ve Sarrac’a karşı birleştirdi. Aşiret reislerinin toplantısından ülkedeki petrol üretimini ve sevkıyatını kesme kararı çıktı. Bu karar, Ankara ve Trablus tarafından ülkeye Suriyeli paralı askerlerin transferine bir tepkiydi. İlk gün, Libya Ulusal Petrol Kurumu’nun açıklamasına göre, petrol ihracatı günde 800,000 varil ve 55 milyon dolar azaldı. Nihayet, petrol ihracatı günde 72 bin varile kadar düşerek dibe vurdu. Petrol blokajı sebebiyle Libya Petrol Kurumu "Fors Majör" ilan etti. OPEC üyesi ülkede yaşanan bu blokaj, dünya petrol fiyatlarında da artışa yol açtı. Libya’nın ihraç ettiği petrolün tüm geliri Trablus’taki Sarrac hükümetine yatırılıyordu. Petrol blokajı, Libya’da değişen güç dengelerini tüm çıplaklığıyla gösterdi. Libya petrolünün ana müşterilerinin Avrupalı devletler olduğu düşünüldüğünde, bu gelişmenin Berlin Konferansı’na etki yapmaması düşünülemezdi.
BERLİN’DEKİ MASA
Libya iç savaşına Moskova’daki masada bulunamayan çözüm, Berlin’de arandı. Ancak bu kez denge tümüyle Tobruk’taki Temsilciler Meclisi-Libya Ulusal Ordusu lehine dönmüştü. Berlin’de kabul edilen sonuç bildirgesi, ana hatlarıyla, Haftar’ın Moskova’yı terk etmesinin ardından açıkladığı şartlarla aynıydı: Tek bir hükümet, tek bir ordu, milislerin tasfiyesi, BM listesindeki ‘terör örgütleriyle’ mücadele, Türkiye’nin asker sevkıyatının engellenmesi, silah ambargosuna uyulması. Oysa Moskova’da Haftar’ın önüne konulan anlaşma ülkenin kalıcı biçimde ikiye bölünmesini içeriyordu. O anlaşmada Temsilciler Meclisi’nin adı bile geçmiyordu. Oysa Berlin’de kabul edilen bildiri, Libya Temsilciler Meclisi’ni yeni birleşik hükümetin onay mercii olarak tanıdı (25. md). Aynı meclis, Ankara-Trablus ikili mutabakat zabıtlarını geçersiz ilan etmişti. Berlin’le birlikte, AKP iktidarının Trablus’la anlaşmalarının ‘uluslararası meşruiyetine’ dair iddiaları tümüyle kadük olmuştur.
AKP yanlısı basından eksik olmayan "darbeci Hafter", Berlin bildirgesinde "Mareşal Haftar" olarak geçmektedir. (51. madde) Serrac ve Haftar tarafından verilen 5’er isimden oluşturulacak bir komite ateşkes sürecini takip edecektir.
Bunlara rağmen bir biçimde ateşkesin sağlanmış olması (Trablus’un düşmesinin engellenmesi) yandaş basın tarafından ‘diplomatik zafer’ olarak sunulmaktadır. Şu kadarını kaydedelim. Berlin Konferansı ile birlikte, Trablus’taki hükümetin ‘ulusal birlik hükümeti’ olma iddiası da tarihe karışmıştır. Sarrac hükümeti politik zeminini büyük oranda kaybetmiştir. Artık Libya’nın yeni kurucu iktidarı Temsilciler Meclisi’ndedir. Ki bu Meclis, Ankara anlaşmalarını reddederken, Sarrac hakkında ‘vatana ihanetten’ Yüksek Mahkemeye suç duyurusunda bulunmuştur.
Berlin Konferansının sonuç bildirisinin BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmiş olması da Ankara’nın Libya’ya asker sevk etme arzusunun etkili bir şekilde gemleneceği anlamına gelmektedir. Rus basınında çıkan bir makalede, Erdoğan’ın konferansı erken terk etmesinin sebebinin, askeri müdahale yönündeki bütün çabalarının reddedilmesi olduğu öne sürüldü. Oysa, Erdoğan, Berlin’e gitmeden önce Politico dergisine bir makale yazarak, Avrupalılardan, Libya’da çözüm için bir Türk askeri müdahalesine onay vermelerini istemişti.
SURİYE’DEN LİBYA’YA, ORADAN İTALYA’YA!
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi dikkat çekici bir haber yayınlayarak, Türkiye’nim Suriye’den Libya’ya transfer etmekte olduğu paralı askerlerin, Avrupa’ya kaçmakta olduğunu öne sürdü. Buna göre, şu ana kadar 17 kişi bu şekilde İtalya’ya ulaştı. Suriye’ye ulaşan toplam 2400 cihatçıdan 24’ü ise çatışmalarda öldürüldü. 1400 paralı asker ise Libya için eğitimde. Türkiye Libya’daki Suriyeli paralı asker sayısını 6000’e kadar çıkartmak istiyor. Gözlemevi’ne konuşan bir paralı asker, İdlib bölgesinde ayda 300 TL alabildiğini, ama Libya’ya giderse ayda 2000 dolar alacağını, bunun daha kârlı olduğunu belirtiyor.
Libya’dan İtalya’ya kaçak geçiş içinse ÖSO’cuların 1000 dolar ödediği belirtiliyor. Böylece bir yandan da İdlib cihatçı militanlardan boşaltılmış oluyor.
MAVİ VATAN?
Diğer yandan, Libya ile yapılan "Münhasır Ekonomik Bölge" (MEB) mutabakat zaptı ile iki ülke arasında "deniz sınırının" çizildiği ve Libya’nın denizden "komşumuz" olduğu Dışişleri Bakanlığı tarafından öne sürülmektedir. Buradan, Kemalist kesimleri de etkileyen "Mavi Vatan" kavramı türetilmiştir.
Her iki iddianın da uluslararası hukuk bakımından geçerliliği yoktur. Sözkonusu uluslararası sular hiçbir ülkenin sınırı içerisinde değildir, olamaz da. MEB sınır çizmez, uluslararası sularda ekonomik kaynakların paylaşımı için yapılan bir "deniz yetki anlaşmasıdır". Eğer bir denize komşu çok sayıda devlet varsa her biriyle ayrı ayrı MEB anlaşmaları yapılması gerekiyor. Yani Trablus hükümeti BM tarafından tanınıyor olsa dahi, Ankara-Trablus deniz MEB anlaşması uluslararası tanınırlığa sahip olamayacaktır.
Bu konuda hükümetin sıkı destekçisi olan bir düşünce kuruluşunun, ORSAM’ın hazırlattığı rapordan alıntı yapacağız:
"Doğu Akdeniz yetki alanları meselesinde tartışmanın asli konusunu ... Münhasır Ekonomik Bölge'nin (MEB) sınırlandırılması da oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen kavramın tanımı şu şekilde yapılmaktadır: ‘Bir kıyı devletinin karasuları esas çizgisinden başlayarak 200 mile kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır ekonomik haklar ve yetkiler tanınan deniz alanı.’ Kıyı devletine söz konusu deniz sınırları dâhilinde canlı ve cansız kaynakları kullanma yetkisi veren MEB kavramı, BMDHS'nin 55-75 maddelerince düzenlenmiştir.
Kıyıdaş devletler arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması 74. maddede ele alınmıştır. Buna göre, sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasında MEB sınırlandırılması, hakkaniyet ölçüsünde uluslararası hukuka uygun bir anlaşma ile yapılmalıdır. Ayrıca belirtilmelidir ki; MEB ve kıta sahanlığı, kıyı devletinin ülkesinin bir parçası değildir. Bu alanlar üzerinde kıyı devletinin hakları sınırlıdır. Bu sınırlılıktan dolayı MEB ve kıta sahanlığına ‘deniz yetki alanları’ denilmektedir."
Dolayısıyla;
a) Türkiye’nin Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölgesini belirlemek için, Kıbrıs, Yunanistan, Mısır ve Suriye ile de MEB anlaşmaları yapması gerekir. Ki AKP’nin dış politikası nedeniyle bu imkansız gibi görünmektedir.
b) MEB hiçbir şekilde deniz sınırı değildir, MEB bölgesi de vatan değildir. Mavi Vatan kavramı tümüyle uydurmadır. AKP’nin yandaş enerji şirketleri için doğalgaz avına çıktığının üstünü kutsal bir sözle örtme çabasından ibarettir.