Levent Köker
Bitmeyen zulüm: Anadilinde eğitim yasağı
Bugün “Uluslararası Anadili Günü”. UNESCO, 1999’dan bu yana, çeşitli baskılar, yasaklar veyâ başka sebeblerle yok olmaya yüz tutan dillerin korunup geliştirilmeleri için bir farkındalık yaratmak amacıyla, 21 Şubat’ı Uluslararası Anadili Günü olarak belirlemiş. Bu farkındalık aslında, çokdilli olmayı kendi bütünlüğüne bir tehdit olarak algılayan ulus-devletin siyâsî yapısına da bir meydan okuma.
Türkiye, bir yandan UNESCO’nun bir üyesi olarak, Uluslararası Anadili Günü’nü de kabûl etmiş ama, diğer taraftan anayasasında kendi vatandaşlarına anadilinde eğitim yasağı uygulamakta olan bir ülke. Gerçekten çok acayip, çok çelişkili bir durum. Çelişki yeni değil. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına bu çelişkiyle girdik ve öyle de devam ediyoruz. Bu çelişkinin giderilmesi, ancak ve ancak anadilinde eğitim yasağının kaldırılması ve Türkiye’nin çokdilli bir toplum olduğunun resmen tanınması ile mümkün. Buna karşılık, bu konuyla ilgili olarak sâdece müesses nizâmın siyâsî partilerinde değil, bu partilerin seçmen tabanında, yâni toplumun geniş kesimlerinde de ciddî bir direnç mevcut.
KURUCU PARADİGMA
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş evresine baktığımızda, toplumdaki farklı anadillerinin varlığını inkâr etmeye yönelik temel bir tercihin hâkimiyetini görebilmekteyiz. Bu açıdan en önemli târihî ân Lozan Barış Andlaşması, daha doğrusu bu andlaşmanın “Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan bölümünde yer alan düzenlemelerdir.
Bilindiği gibi, uzun ve yer yer çetin diplomatik müzakereler sonucunda imzalanmış olan LBA’nda tartışma yaratan en önemli konular arasında azınlıkların önemli bir yeri vardır. Dönemin uluslararası hukuk düzeni bağlamında, azınlık kavramı “din” ve “dil” esaslarına göre tanımlanmaktaydı. Bu uluslararası yaklaşım, LBA görüşmelerinde de yansımış ancak Türkiye tarafı, “dinî azınlıklar”ı kabûl ettiğini, buna karşılık “dil azınlıkları”nı kesinlikle reddettiğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım, hem Osmanlı devletinde etkili olan din esâsına dayalı “millet sistemi”nin târihî müktesebâtı bakımından ve hem de dönemin güncel uluslararası siyâsî dengelerinde “dinî azınlıkların korunması”nın ön plâna geçmiş olması nedeniyle, nisbeten kolay bir biçimde kabûl görmüştür. Buna, kuşkusuz, millî mücâdelenin birleştirici toplumsal kimliğinin “Müslümanlık” olması da eklenmelidir. Mustafa Kemal Paşa’nın o döneme özgü, toplumu meydana getiren Türk, Kürt, Çerkes, Arnavut vb. unsurların hepsinin “İslâm unsurları” (“anâsır-ı İslâmiye”) olarak birliğini din ile temellendirdiği sözlerini de eklemek gerekir.
Mustafa Kemal Paşa’nın LBA’ndaki azınlıklar sorununa yaklaşımı da özetleyen bu sözleri, Cumhuriyet’in kurucu paradigmasının da ilk ifâdesi olarak görülebilir. Şöyle ki: Cumhuriyet’in îlânından birkaç ay önce imzalanan LBA, aslında 1921 Anayasası ile ortaya konulan “millî egemenlik” anlayışındaki “millet” kavramının öncelikle dinî bir temelde tanımlandığı, bu tanım açısından “gayrimüslim unsurlar”ın hiçbir zaman gerçekten “millet”in mensûbu, eşit vatandaşlar olarak görülmediği bir belge niteliğindedir. Cumhuriyet’in îlânından sonraki süreçte, gayrimüslim azınlıklar dışında kalan Müslüman çoğunluğun kendi içindeki “anadili farklılıkları” inkâr edilmiş, devletin resmî dili olan Türkçe, adetâ bütün vatandaşların “anadilleri” hâline getirilmek istenmiştir. Bunun netîcesi olarak, Türkçe dışındaki anadillerinden Kürtçe başta olmak üzere tüm anadillerinin tâbi olduğu baskı ve yasaklar düzeni ortaya çıkmıştır.
Sürecin zirve noktası, 12 Eylül darbesi ve bunun ürünü olan Cunta Anayasası’na konulan “anadilinde eğitim yasağı”dır. Bugün hâlâ yürürlükte olan bu yasağa göre “Türkçe’den başka hiçbir dil okullarda Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Askerî rejim, bu yasakçı, baskıcı tavrını Kürtçe’yi yasaklayan bir kanun çıkarmakla da pekiştirmiştir. Ancak, süreç içinde Kürtçe’nin yasaklanmasını öngören bu kanun ilgâ edilmiş, Kürtçe’nin ve diğer “yaşayan diller”in öğretilmesine imkân verilmiş hattâ TRT bünyesinde bir kanal dahi açılmıştır.
Bununla birlikte, bütün bu göreli iyileştirmelere rağmen, kurucu paradigmanın baskıcı, yasakçı niteliğinin terk edilemediğini görmekteyiz. Çünkü, devletin resmî dili olan Türkçe, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bâzılarının, belki de sayıca çoğunluk olan bir kitlenin “anadili”dir. Bununla birlikte, anadili Türkçe olan bu çoğunluk dışında kalan ve anadili Türkçe olmayan (Kürtçe, Çerkesçe, Arapça, Lazca, Boşnakça, vb. anadilleri olan) vatandaşlar da bulunmaktadır. Bu bir “gerçeklik”tir ve bu gerçeklik LBA tarafından da tanınmış durumdadır. LBA, “azınlıkların korunması” başlığını taşıyan bölümündeki düzenlemelerde, “anadili Türkçe olmayan Türkiye uyrukları” tâbirini kullanmakta ve bununla sâdece Ermeni, Rum ve Yahudi azınlıkları kasdetmemektedir. Farklı anadillerinin varlığı bir gerçeklikken, mevzûat, vatandaşların farklı anadillerinden söz etmeyip, “Türk vatandaşlarının gündelik yaşamda kullandıkları farklı dil ve lehçeleri” veyâ daha kısa olarak “yaşayan diller” gibi bir garip terminolojiyi tercih etmektedir.
RESMÎ DİL VE ANADİLİ AYRIMI
Bu tercih, bir bakıma Anayasa’nın 42. maddesindeki “anadilinde eğitim yasağı”nden kaynaklanmakta ama, diğer taraftan da toplumda ve onun yansıması olarak siyâsî örgütlenmeler düzeyinde, Türkçe’den başka bir dilin anadili olarak adlandırılmasına karşı gösterilen direncin varlığını doğrulamaktadır. Bu durum, Türkiye toplumunun önemli bir bölümünde, 12 Eylül Cunta rejiminin ve 1982 Anayasası’nın getirmiş olduğu bir kafa karışıklığının, daha doğrusu bir çarpık bilinç durumunun geçerli olduğunu göstermektedir.
1982 Anayasası yapılırken, Danışma Meclisi’ndeki (DM) görüşmelere baktığımızda şunu görüyoruz. Bir kere, Danışma Meclisi’nin hazırlayıp Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adını almış olan Cunta’ya sunduğu “Taslak”ta anadilinde eğitim yasağı yoktur. Buna karşılık, DM’nde devletin resmî dili ile ilgili maddenin görüşülmesi sırasında, akıl hafsala almaz bir tez ortaya atılmıştır. Buna göre, bugün Anayasa’nın üçüncü maddesinde yer alan “devletir resmî dili” ibâresine îtiraz edilmiş ve şu gerekçe ileri sürülmüştür: “Devletin resmî dili denirse, Türkiye’de resmî dil dışında dillerin de olduğu gibi bir anlam çıkarılabilir!”
Bu tezin, devletin bir hukukî varlık, bir tüzel kişilik olduğunu, tüzel kişilerin gerçek kişiler gibi “anadil/yabancı dil” gibi nitelenebilecek dillerinin olamayacağı, tüzel kişilerin ancak hukukî yazışma diliyle, yâni “resmî dil” ile işlemlerini yürütebilecekleri gerçeğinden habersiz, devleti sanki bir insanmış gibi gören bir çarpık anlayışa dayandığı açık. Nitekim, DM’ndeki görüşmelerde kabûl görmüyor ve maddenin hem kenar başlığında, hem de maddenin metninde “resmî dil” terimi kullanılıyor. Fakat, her ne oluyorsa oluyor ve Anayasa’ya son şeklini veren MGK’nde Cunta’nın anayasa komisyonu, madde başlığını koruyan ama metindeki resmî dil tâbirini değiştirip, “dili Türkçe’dir” olarak yazıyor. Gerekçe, yukarıdaki saçma tezin etkisini çağrıştırırcasına, “farklı yorumlara sebebiyet vermemek”! Aynı Cunta komisyonu, bununla da kalmıyor, bugünkü ”nı da 42. maddenin son fıkrası olarak Anayasa’ya yerleştiriyor. Gerekçesi nedir derseniz, tek kelime: Yok, hiçbir gerekçe yok!
Böylece, resmî dil=anadili=Türkçe gibi bir denklem kurulmuş oluyor ve bu denklem Türkiye toplumunun büyük bir bölümünde de kabûl görüyor ki, işin en acıklı taraflarından biri de bu.
DEĞİŞİMİN YÖNÜ
Hâl ve gidiş iyi değil. İyi bir yerden başlamadık, belki ondan. 1876 târihli ilk anayasa (Kanun-ı Esâsî), devletin resmî dili ile ilgili olarak, dolaylı bir ifâde kullanıyordu. Bu Anayasa’nın 18. maddesine göre, “Osmanlı uyruklarının devlet hizmetlerinde istihdam olunmak için devletin resmî dili olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” 1924 ve 1961 Anayasaları ise devletin “resmî dili Türkçe’dir” hükmünü içeriyordu. 1982’de bu değiştirilmiş, “devletin dili” hâline gelmiştir. Buna, anadilinde eğitim yasağını, Kürtçe başta olmak üzere farklı anadilleri üzerindeki yasakçı ve baskıcı düzenlemeleri ve uygulamaları da eklemeliyiz.
Bununla birlikte, zaman içinde, yine Kürtçe başta olmak üzere farklı “anadilleri” üzerindeki yasakların sınırlı da olsa kalktığını da görüyoruz. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçe dışındaki “anadilleri” hâlâ resmen anadilleri olarak tanınmayı ve bu anadillerinde eğitim hak ve özgürlüğünün kabûl edilmesini bekliyor. Buna karşılık devlet, yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım kurucu paradigmaya sâhip çıkmayı sürdürüyor. Örneğin, imzâlayıp onaylanmış olan BM “Çocuk Haklarına Dâir Sözleşme”ye konulmuş olan “çekince kaydı”na göre, bu sözleşmenin bâzı maddelerini, “T.C. Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması hüküm- lerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama hakkını saklı tutmaktadır.” Bu maddelerden biri, 30. madde, “soya, dine ya da dile dayalı azınlıklar”dan söz etmekte. Türkiye, burada 1982 Anayasası’nın ve LBA’nda ortaya konan kurucu paradigmanın geçerli olduğunu te’yid etmiş bulunuyor. Yâni, LBA’ndaki azınlık tanımına girmeyen çocuklar, bu maddedeki düzenlemenin de kapsamı dışında kalıyorlar.
Bu sözleşmenin onaylandığı yıl 1994. Bundan on küsur yıl sonra, 2005’te, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Eğitim-Sen’in “anadilinde eğitimi savunması”nı, sendikanın kapatılması sebebi olarak gören bir karar verirken, Türkiye’de farklı anadillerinin varlığını ileri sürmenin “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı” bir amaç olarak yorumladı. Farklı anadillerinin varlığı, farklı halkların varlığı anlamına gelirmiş, Bu ve benzeri örnekler, Türkiye’nin temel hukuk düzeni içinde ve dolayısıyla Türkiye siyâsetinde büyük bir çelişkinin de işâretleri. Çelişki, toplumsal çoğulculuk ile devletin monolitik bir toplum inşâ etme hedefi arasında yaşanıyor ve artık gizlenemeyecek bir hukuk komedisine dönüşmüş durumda ama, maatteessüf bu komedi, aslında büyük bir trajedi olarak, bir baskı ve zulüm düzeni olarak tecrübe ediliyor. Net olan bir şey varsa, o da şu: Çelişkinin üreteceği değişimin yönü, halkların özgür irâdî birliğine dayanan, anadillerinin de özgürleştiği, hakça bir siyâsî örgütlenme olarak demokratik cumhuriyeti gösteriyor.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.