Bizim de bir yapay zekâ sorunumuz olabilecek mi, amca?

Üniversite konusunda biz yapay zekâyla uzun zamandır tanışıyoruz zaten. Fakat buna yapay zekâ değil de, yapay geri zekâ demek daha doğru belki. YÖK’ten söz ediyorum.

Bu yazıda geçen hafta çok konuşulan yapay zekâ ile metin üretme meselesinden yola çıkıp sözü üniversiteye getireceğim. Fakat bu konulara da yaklaşımımı belirleyecek iki Yaşar Kemal alıntısıyla başlamak istiyorum. Yaşar Kemal’in Fransız şair ve yazarı Alain Bosquet’nin sorularına verdiği cevaplardan oluşan bir kitabı var: Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor. Büyük usta, bu kitapta dille ilgili çok etkileyici bir anlayış ortaya koyuyor. Ben eski baskısından, 1997 tarihli Adam Yayınları edisyonunun 85. sayfasından alıntılıyorum:

“Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum.”

Yaşar Kemal burada sıradan bir dil güzellemesi peşinde değil. Dille ilgili bir yola çıkış noktası sunuyor. Aslında dil ve edebiyatın çeşitli alanlarında çalışan insanlar bunun böyle olduğunu bilirler. Dilbilimin de metinleri yorumlamanın da yola çıkış noktası budur. İçine doğduğumuz, bizden önce var olan bir alandır dil. Bebekken bunu edinir, kurallarını ve söz dağarını bir sünger gibi emeriz. Sonra bu edindiğimiz dile belli niyetlerle yaklaşır, onun kural ve olanakları doğrultusunda yeni anlamlar üretiriz. Bunların bazıları sıradan kalıpların tekrarı ya da basit kopyasıdır ama bazıları özgün ve yeni anlamlar olarak ortaya çıkar. Bu doğrultuda yazılı, sözlü, görüntülü her yeni metin dilimizin ve onun aracılığıyla baktığımız dünyanın sınırlarını genişletir.

Oysa şimdi yapay zekâ uygulamaları metin de üretmeye başlamışlar. Bir metnin başlangıç cümlesini veriyormuşsun ve ne yönde geliştirmesini ya da yazmasını istediğini de belirliyormuşsun. Hop, sana yeni bir roman ya da yeni bir makale veriyormuş. Hayırlı olsun! Olay bitti tabii bu durumda. Yaşar Kemal’in sözünü ettiği büyülü araç, sonsuz gücü olan büyülü evren filan feşmekan bitmiş oldu. Artık fakir cennetindeyiz inşallah. Nasıl orada kızarmış piliç uçarak gelip ağzımıza girecekse, burada da yüklüyorsun beklentileri ve modeli, yapay zekâ sana mis gibi senaryolar, romanlar, şiirler, Allah bilir neler neler veriyor. Bundan sonra kimse yaratıcılık sancısı çekmeyecek. Allah o “yazarlık engeli” denen pis illetin belasını böylece vermiş oldu. Yazmaya başlayacağım diye gencecik yaşımda haftalarca kemiklerim ağrıyarak az mı dolandım? Hepsi bitti. Ödev, tez, bilimsel makale… Bundan sonra hepsinden kurtulduk.

HER DERDE DEVA YAPAY ZEKÂ

İş bu kadar kolay değil tabii. Buradaki meseleyi yine Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’dan ikinci bir alıntıyla tartışalım. Alain Bosquet, bir sorusunda “Batı’da çocukluktan başlayarak gizem ve düş gücünün hızla yok olduğunu ve yerlerini akla ve gerçekçiliğe bıraktıklarını düşünürüz,” der ve Yaşar Kemal’e bu konuda ne düşündüğünü sorar. Yaşar Kemal’in cevabı eğlencelidir:

Gizem ve düş gücünün batıda hızla yok olduğuna beni inandıramazsınız. Size büyük sevgim ve inancım var, bu kadar sert konuşurken doğrusu çok üzülüyorum, gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir. Bunu nasıl söylersiniz? Yani bir yerlerde insanlık çöktü de insanlığın yerine insana benzer kimi yaratıklar mı geldi, diyorsunuz. (…) Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi? (…) Düş gücünü, insan gizeminin en derin yerine inmeye uğraşan, Dostoyevskiyi keşfeden bir ülke, yani Avrupa, düş gücünü, insan gizemini nasıl yitirir, o yitirdiği başka bir şey olacak. Avrupa bunu bulacak, üzülmeyelim. Belki de bu kuraklık geçici bir şey.” (s. 79-80)

Yaşar Kemal’in Bosquet’yi adeta trolleyerek, eğlene eğlene verdiği bu cevap yukarıdaki dil saptamasıyla da bağlantılı ve aynı derecede güçlü. Usta burada umudu insanlığın temel değeri olarak beliriyor ve bunun kaynağı olarak da gizem ve düş gücüne işaret ediyor. Sınırlı ama yapay olmayan akıllarımızla evrenin ve hayatın gizemini çözmeye çalışıyor, bunu çözeceğimize dair hayaller kuruyor, umutlanıyor ve bunların ittirmesiyle dile yönelip onunla dünyalar kuruyoruz. Yani şimdi bütün bunlar sona mı erecek? Artık tüm dilsel üretimin yükleneceği ve işleneceği bir yapay zekâ, kurulacak her düşü kuracak, çözülecek her gizemi çözecek, öyle mi?

Bu olsa olsa Yaşar Kemal’in dalgasını geçtiği “düş gücünü, insanın gizemini yitirmiş Avrupa”nın, bunları yeniden bulma yolundaki pek tatsız bir denemesi olarak değerlendirilebilir. Eğer böylesi yapay zekâ uygulamaları yaygınlaşır, bilgisayar ve telefonlarımıza yerleşirse, bunlarla üretilecek şeyler belli. Öncelikle ödevler ve tezler tabii. Zaten belirli kalıplarla ilerleyen ve içerdiği verilerle önem kazanan bazı bilimsel alanların makaleleri de buna eklenebilir belki. Tabii kültür ve eğlence endüstrisini besleyecek her türden yavan anlatı ve senaryo da buna eklenebilir.

İşe böyle yaklaşınca yapay zekanın metin hazırlaması fikri bana çok da korkunç görünmüyor. Hayatımız kötü senaryolu filmler ve dizilerle dolu. Akademik üretim çoğunlukla beynime ağrı vermekte. İyi yazılmış ödevler ve tezler ise, zaten istisnai değerde. Bu alanda kural kötü yazmaktan geçiyor. Kurulamayan bağlantılar, belirginleşmeyen önermeler, sağa sola yalpa vurarak ilerleyen ve çoğunlukla yarı yolda çöken uslamlamalar, beş sayfası iyi bir romanın yüz sayfasına bedel ağırlıkta ve insanı okumaktan tiksindirecek nitelikte yazılar…

Yapay zekâ bunları değiştirecekse buyursun gelsin. Fakat nasıl olacak? Bu yapay zekâ denen nesne var olan metinlerden yola çıkmayacak ve onlardan çıkardığı sonuçları ortaya koymayacak mı? Bu kadar kötü örnek içinden nasıl iyi metinler çıkaracak bu gariban? Zaten mesela kötü ödevler hazırlamanın belirleyici olduğu bir derste, yapay zekanın hazırlayacağı biraz daha iyi bir ödev hemen göze batmaz ve dersin öğretmeni tarafından intihal olması hemen saptanmaz mı? Bizim kadar kötü yazacak yapay zekâlara ihtiyaç olacak gibi geliyor bana ve bunu üretmek bayağı bir teknolojik meydan okuma olabilir? İyi düşünmek lazım.

ALLAH YAPAY ZEKÂDAN ÖTE DERT VERMESİN

Yapay zekâdan ve onun özgünlüğü ortadan kaldıracak olması tehdidinden önce, dili nitelikli ve eleştirel kullanma becerilerini gençlere aktaramama sorunumuzu düşünmemiz gerekmez mi? Bakın mesela, üniversite öncesi bir yana, tüm üniversitelerde her öğrenciye zorunlu Türkçe dersleri var. Bunlar 12 Eylül sonrasında, YÖK düzeniyle birlikte zorunlu oldular ve hâlâ öyle olmaya devam ediyorlar. Üniversitedeki Türkçe dersinin bu doğrultudaki ekürisi de İnkılâp Tarihi dersleridir. Görünüşte ne asil hedefler, öyle değil mi? Üniversiteli gençler dille ilgili bilinçlerini geliştirirken, bir yandan da cumhuriyetimizin kuruluş tarihini öğrenmiş ve dolayısıyla çok önemli o tarih bilincini edinmiş olsunlar.

Tabii bunlar hikâye! Bunlar; bu dersler için emek harcayan ve ömürlerini bu derslere adamış, bunları gerçekten geliştirmek için YÖK’üyle, üniversitedeki yöneticisiyle ayrı ayrı mücadele eden bir avuç öğretim elemanını tenzih ederek söylüyorum, ne öğrencinin ne üniversite yönetimlerinin umursadığı derslerdir. 12 Eylül faşist darbesinin toplum üzerinde etkili olduğu 1987’de lisansa başladım ben. Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne. O sırada zaten edebiyat okuyan bizlere de zorunluydu bu dersler ve yanlış hatırlamıyorsam, her sene yeniden giriliyordu. Öyle kâbus gibi hatırlıyorum ki bunları, belki de belleğim beni yanıltıyor. Hatta o sırada, “beden eğitimi” dersi de zorunluydu. Sağlam kafa sağlam vücut korelasyonu üzerinden incelikli felsefelerle üretilmiş bir müfredat yani.

O kadar zaman geçti, ne değişti? Üniversite öncesinde ve sonrasında, gençlere yazı yazmayı öğretebiliyor muyuz? Bir argüman geliştirebiliyor, olgulara dayanarak düşüncesini bir yerden bir yere götürebiliyor mu? Tarihle ilgili bir bilince sahip mi peki? Bırakın öğrencileri ve geniş toplumu, üniversiteler eleştirel düşünmeden uzak, ağzını açtığı anda safsata üreten, abuk sabuk komplo teorilerini papağan gibi tekrarlamayı allamelik sanan hocalarla dolup taştı. Gerçek bilgi üretimiyle uğraşmanın, yeni ve özgün bilgiyi hem öğrencisine hem geniş topluma ulaştırma hedeflerinin değersizleştiği bir dünyada, üniversite hocaları da herkesi delirten o sudan içmesin de ne yapsın? Ne kadar saçmalarsan, sağa sola ne kadar mobbingde bulunursan ne kadar gönüllü trol haline gelirsen televizyonlara o kadar çok çağrılıyor, icabında üst düzey bürokrat, milletvekili ya da bakan oluyorsun.

Bence endişeye gerek yok. Yapay zekânın Türkçede dayanacağı örnekler o kadar niteliksiz ki, hiç değilse uzunca bir süre yapay zekâya hazırlatılıp bana özgün ödev filan diye yutturulacak şeyler benden geçer not alamayacak. Oysa asıl dertlenmemiz gereken nokta tam da bu içeriksizlik ve ne yapacağını bilmezlik durumu. Bir insana nasıl okuyacağı, yazacağı, konuşacağı, dinleyeceği ve eleştirel düşüneceği öğretilebilir. Belki Türkçede daha sınırlıdır ama bu konularda dünyada muazzam bir yazılı kültür var. Hatta bunları belleğine alıp işleyecek bir yapay zekâ uygulaması sizin için o kadar karmaşık bir metin üretebilir ki, ne dediğini takip edemediğiniz gibi adınızı taşıyacak o metinde söylenenleri açıklamanız ya da savunmanız da mümkün olamaz. Yani yapay zekâdan bir sahtecilik alanına doğru gideceksek, bunun için de belirli bir oranda işlenmiş kafalara ihtiyaç var. İçinde yaşadığımız eğitim sistemi bu kafaları hazırlamaktan uzak.

BİR YAPAY GERİ ZEKÂ MODELİ OLARAK YÖK

Buradan üniversite meselemize gelerek bu haftalık yazıyı bağlayayım. Bunu bir anda konuşup bitirmek mümkün değil. Fakat üniversite konusunda biz yapay zekâyla uzun zamandır tanışıyoruz zaten. Fakat buna yapay zekâ değil de, yapay geri zekâ demek daha doğru belki. YÖK’ten, 12 Eylül darbesinin sevgili çocuğu Yükseköğretim Kurulu’ndan, daha doğrusu bu kurulda cisimleşen yükseköğretim sisteminden söz ediyorum. O kadar basit bir başlangıç komutu var ki bu yapay geri zekânın: “Ülkede üniversiteye talep fazla ama üniversite sayısı az. Çözüm: Üniversite sayısını arttır. Artan üniversitelere daha az para ver. Bunlar sanayiyle işbirliği filan yapıp projelerle para kazansın, girişimci üniversite olsunlar. Bol bol diploma dağıtsınlar.”

Geldiğimiz nokta ortada. Ülkede 200’ü aşkın devlet ve vakıf üniversitesi var. Fakat halimiz içler acısı. Yapay zekânın tehlikelerini konuşalım konuşmasına ama, önceliği akademik alandaki bu yapay geri zekânın geride kalmasına versek daha iyi olmaz mı? Şimdilik Türkiye’nin darbe kafasından kaynaklanıp bugünkü siyasi iktidar döneminde “şahtan şahbaza dönüşen” yükseköğretim sorununu ve bunun nasıl değiştirilebileceğini tartışan iki rapora dikkatinizi çekip, asıl tartışmayı gelecek haftaya bırakayım.

Birinci metin, Boğaziçi Üniversitesi’nde 13 Temmuz 2021’de yayımlanan “Kamu Araştırma Üniversitesinin Geleceği” başlıklı rapor.

İkinci metin ise, 19 Kasım 2022 tarihli ve “Türkiye Yükseköğretim Alanının Yeniden Yapılandırılması Çalıştay Raporu” başlığını taşıyor.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi