Doğan Özgüden
Cevabı, dostum, esen rüzgarda…
Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü 9 Temmuz akşamı Pendik sahilinde büyük bir kitlesel katılımla son buldu. Hem de Gezi’de ve Kürt illerinde her türlü vahşeti uygulamaktan sabıkalı kolluk kuvvetlerinin hiçbir müdahalesine, engellemesine maruz kalmadan...
Öyle ki, Kılıçdaroğlu meydandaki kapanış konuşmasında "Bir teşekkürüm de güvenlik güçlerimize. Ankara’dan İstanbul’a kadar polisi ve jandarmasıyla bütün güvenlik güçleri, bizim sağlıklı bir şekilde bu meydanda toplanmamız için olağanüstü çaba harcadılar. Halkın polisine, halkın jandarmasına buradan selamlarımı, saygılarımı gönderiyorum, teşekkür ediyorum onlara da" demek inceliğini esirgemedi.
Tayyip’in demir yumruk disiplini altındaki polisin ve jandarmanın birden bire nasıl "halkın polisi, halkın jandarması" oluverdiğini anlamak gerçekten zor... Üstelik de iktidarın sözcüleri ve onların emrindeki havuz medyası yürüyüşü "teröristlerin eylemi" olarak nitelerken...
Herhalde Tayyip komutasındaki güvenlik güçlerinin bu anlayışından çok duygulanmış olmalı ki, Kılıçdaroğlu yürüyüş ertesinde yaptığı CHP il başkanları toplantısında Yenikapı ruhuna yakışır şövalye bir çıkışla tüm parti teşkilatına "Halkın 15 Temmuz etkinliklerine katılın, Erdoğan üzerinden polemiğe girmeyin" diye kesin talimat verdi.
Herşey iyi hoş da, Kılıçdaroğlu bunları söylerken Külliye tepelerinde hiç de Yenikapı ruhuna uygun bir hava esmiyordu. Cumhurbaşkanlığı’nca açıklanan programa göre Meclis’te yapılacak anma törenine sadece HDP değil, CHP de davet edilmemişti.
Kaldı ki Kılıçdaroğlu’nun "halkın 15 Temmuz etkinlikleri" derken kasdı ne ola?
Yine Külliye’den açıklanan beş günlük etkinlikler programı "FETÖ Darbesi"ne karşı halkın ve de onun tremsilcisi olarak da AKP’nin zaferini kutlama programı değil mi?
Programlanan tüm "halk etkinlikleri" Tayyip’in bu çakma darbeyi kendi diktasını pekiştirmek için bir yıldır kullanageldiği tek bayrak - tek millet beyin yıkamasının kitlesel gösterilerle güçlendirilmesi amaçlı...
Bunun dışında, bu beyin yıkamasına hizmet etmeyen bir "halk kutlaması" var mı?
Zaten Kılıçdaroğlu’nun kendisi de Maltepe konuşmasında 15 Temmuz çakma darbesini "FETÖ darbe girişimi" diye niteleyerek Erdoğan’ın değirmenine su taşımadı mı?
Adalet yürüyüşünde bir kilometrelik Türk bayrağı taşıttırarak milliyetçi, meydan konuşmasında Sevgili Peygamber ve Hazreti Ömer referanslarıyla dinsel duygulara hitap eden Kılıçdaroğlu’na AKP’den misilleme gelmesinin gecikmeyeceği belliydi...
Kılıçdaroğlu konuşmasını Firavun karşısında Musa, Nemrut karşısında İbrahim referanslarıyla noktalaya dursun...
Külliye’nin programına göre 11 Temmuz’da 81 ilde mevlid-i şerif, 14 Temmuz’da hatm-i şerifler, 15-16 Temmuz’da Kur’anı Kerim tilaveti, tüm Türkiye’de selalar okunması ve de sabaha doğru Meclis’te yükselecek dua sesleri Erdoğan’ın dinsel etkileme şampiyonluğunu kimselere kaptırmak istemediğinin göstergesi…
Hele bayrak yarışı… Beş gün boyunca her yerde Türk bayraklarının fora edilmesi bir yana, 81 ilden yürüyen genç tosuncukların getirecekleri bayrakları Meclis binasında Erdoğan’a sunmaları bayrak show’unda herhalde zirve yapacak…
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında bir pasaj var ki akıllara seza… "Sokağın 15 Temmuz’undan yararlanıp, darbe girişiminden yararlanıp, 20 Temmuz’da KHK yetkisi alarak TBMM’yi devre dışı bırakarak sivil darbenin yolu açıldı. Adalet mekanizması tamamen siyasi otoriteye bağlandı," diyor…
İyi hoş da, 20 Temmuz’da Erdoğan KHK’larla saray darbesi yaptıysa Sayın Kılıçdaroğlu’nun daha sonraki günlerde Külliye’de ve de Yenikapı’da işi neydi?
Bu yürüyüşten sonra, "yetmez ama evet"çiler tarafından, tıpkı 70’li yılların başında Ecevit’e yapıldığı gibi, geçmişindeki tüm hatalarından ve yalpalamalarından arındırılarak "hayır cephesi"nin doğal lideri ilan edilen Kılıçdaroğlu, bu yeni tarihsel misyonu gereği muhalefetin tamamına 10 maddelik bir şiarlar manzumesi sunmakta gecikmedi.
Tüm muhalefet güçlerinin gerçekleşmesi için yıllardır mücadelesini verdiği demokratik taleplerden bazılarını içeren şiarlardır bunlar... Ama Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi için ortak bir mücadele verilmesi söz konusu ise, eksiktir, yetersizdir.
Herşeyden önce Türkiye’de onyıllardır, ama 30 yıla yakındır da silahlı direniş dahil eşit haklar ve özgürlükler için tüm olanaklarıyla ya da olanaksızlıklarıyla mücadele veren bir halkın, Kürt halkının isminden tek kelimeyle bahis yok...
Türkiye gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesi olma iddiasındaysa, geçmişinde bir kara leke gibi duran 1915 soykırımını tanıyarak Türk’ler gelmeden önce de Anadolu’da varolan Ermeniler, Asuriler, Rumlar, Yezidiler gibi kadim halklarının yüz yılı aşkın süredir acısını çektikleri adaletsizliğin giderilmesi konusunda da tek kelime yok.
Kılıçdaroğlu miting konuşmasında "Kimse bu yürüyüşün bir son olduğunu düşünmesin, bu yürüyüş bizim ilk adımımızdır. Herkes şunu çok iyi bilsin, 9 Temmuz yeni bir adımdır, 9 Temmuz yeni bir iklimdir, 9 Temmuz yeni bir tarihtir, 9 Temmuz yeni bir doğuştur," diyor.
Alkışlamamak elde değil.
Yine de bugüne değin demokrasi ve özgürlüğe susamış Türkiye insanı defalarca verilen sözlerin tutulmadığını gördüğü ve bu tutarsızlıkların acısını çok yaşadığı için dikkatle izleyeceğiz, özellikle de despotik TC Devleti’nin temelini oluşturan anayasanın milliyetçi ve hatta ırkçı ilk üç maddesini değiştirmeyi birleşik muhalefet cephesinin olmazsa olmazı haline getirip getiremeyeceğini göreceğiz.
Beklemedeyiz…
Siyaset sahnesinde bayrak ve de islami referans show’ları sürüp giderken ahir ömrümüzde önemli bir yıldönümünü hem kıvançla, hem de buruk bir acıyla idrak etmek de varmış…
Çalışan gazetecilerin örgütü Türkiye Gazeteciler Sendikası 11 Temmuz’da, basın özgürlüğünün ayaklar altına alındığı ve binlerce gazetecinin işsiz bırakılarak önemli bir bölümünün sürgüne zorlandığı bir dönemde, kuruluşunun 65. yıldönümünü kutladı.
Çalışan gazeteciler, Türkiye’de ilk kez, benim de gazeteciliğe başladığım yıl olan 1952 yılında, kendi sendikalarını kurarak patronların emek sömürüsüne ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayan baskılarına karşı örgütlenmeye başladılar.
Biz İzmir Gazeteciler Sendikası’nı 1953 yılında kurduk, bu sendikada yıllarca militanlık ve yöneticilik yaptım.
DP iktidarının basın özgürlüğünün ihlal eden uygulamaları, özellikle gazeteci tutuklamaları, yalaka basının örtülü ödeneklerle ve resmi ilan ve reklamlarla beslenmesi 27 Mayıs Darbesi’ni hazırlayan nedenlerden biriydi.
Sendikal hareketimiz özellikle 212 sayılı kanunla çalışan gazetecilerin sadece sosyal haklarını değil, patronların baskısına karşı ifade özgürlüğünü de güvence altına almıştı.
Daha sonraki yıllarda İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir ve Adana sendikaları olarak Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu (TGSF)’i kurmuştuk.
Türkiye’de sosyal uyanışın siyasal bir boyut da kazandığı yıllardı. Sadece ücret ve sosyal haklar kavgası değil, aynızamanda Türkiye İşçi Partisi’nin başlattığı, basın özgürlüğü üzerinde demoklesin kılıcı gibi duran TCK’nin 141 ve 142. maddelerinin kaldırılması için de mücadele veriyorduk.
O yıllarda mücadelemize uluslararası boyut kazandırarak yeni Avrupa Sendikalar Federasyonu (FIJ)’e de katılmıştık.
Ama tüm yasal güvencelere karşın basın özgürlüğü ihlalleri Demirel’in iktidara gelmesinden sonra daha kapsamlı bir boyut kazandı.
Ant Dergisi’nde işçi sınıfının, Kürt halkının haklarını savunan, militarizme karşı çıkan yayınlarımızdan dolayı Demirel iktidarının onun başlattığı baskılar 12 Mart Darbesi’nden sonra açılan yeni davalarla bizleri uzun bir sürgün yaşamına zorladı.
Bunları niçin yazıyorum?
Bugün Türkiye’de çalışan gazetecilerin ifade özgürlüğü de, sosyal hakları da ayaklar altında… Havuz medyasında toplu sözleşme yok, taşaron gazetecilik var…
Direnen birçok gazeteci de ya zoraki ya da gönüllü olarak sürgünde…
65 yaşındaki TGS işte tüm bunlara karşı yiğitçe mücadele veriyor.
Dün akşam ARTE TV’de Türkiye’deki insan hakları ihlalleriyle ilgili dört parçalı bir program izledim… «Erdoğan: İktidar sarhoşluğu» başlıklı parça islamcı despotun «demokrat» ve «AB yanlısı» bir imaj vererek iktidar basamaklarını nasıl ustalıkla tırmandığını ve bu süreçte «yetmez ama evet»çilerden nasıl destek gördüğünü belgeleriyle ortaya koymaktaydı.
Bugün Tayyip’in islamcı-faşist diktatörlüğünün en kara günlerinden geçiyoruz.
ARTE TV programının ikinci bölümü Can Dündar ve arkadaşlarının zorunlu sürgününe ve Avrupa’daki direniş çalışmalarına odaklanmıştı.
Onlarca muhalif gazeteci, akademisyen, sanatçının zorunlu sürgünü canlı tanıklıklarla belgelenmişti.
Dündar’ın Almanya’da oluşturduğu Özgürüm medyası ve de bazı sürgün akademisyenlerin oluşturduğu bir platform tanıtıldı… Ama diğer sürgün gazetecilerin, örneğin onyıllardır Kürt direnişini tüm dünyaya duyuran televizyonların, ANF ajansının ya da Yeni Özgür Politika Gazetesi’nin, Artı Gerçek’in de sözü edilmeliydi.
Dert değil…
Önemli olan direnmek…
16 Nisan «Hayır» direnişi Kılıçdaroğlu’nun «adalet» yürüyüşünden ve 15 Temmuz çakma darbesinin birinci yıldönümü kutlamalarından sonra nasıl bir boyut kazanacak?
Türkiye’deki kitlesel uyanış ve de sürgündeki mücadeleler nereye ulaşacak?
Sevgili Can Yücel’in Türkçesiyle Bon Dylan’ın dediği gibi :
Daha kaç can canından geçecek
Cana yetinceye dek ?
Cevabı, dostum, rüzgarda bunun
Cevabı esen rüzgarda…
Yeter ki ruh çağırma ustalarının büyüsüyle hedef şaşırmayalım…
Sürdürelim kavgamızı, insan hakları evrensel bildirgelerinin öngördüğü tüm hakları sonuna kadar elde edinceye kadar…