İrfan Aktan
CHP barışın öncüsü olur mu?
AKP’nin önümüzdeki dönem Kürt politikasına ilişkin son günlerdeki gelişmeler, 31 Mart seçimlerinin ardından oluşan “yumuşama” beklentilerinin boşa çıkacağına ve belki de son derece sert bir dönemin başlayacağına işaret ediyor.
Tayyip Erdoğan’ın Irak ve Kürdistan ziyaretiyle eşzamanlı olarak 23 Nisan’da Türkiye ve Belçika’da Kürt basınına yönelik baskılar, iktidarın bölgesel çapta hamleler yapmak için kendine alan açmaya çalışmasının güncel örneği.
Aslında bu hep oluyor. Hatırlanacağı üzere Kürt basınına yönelik kuşatma hamlesinin yakın tarihli en kapsamlı örneği de çözüm sürecinin fiilen bittiği 24 Temmuz 2015’te görülmüştü. 22 Temmuz 2015’te Urfa-Ceylanpınar’da iki polisin faili meçhul bir saldırıda katledilmesinden iki gün sonra, 24 Temmuz’da TSK’ya ait savaş uçakları Kandil’e tarihin en kapsamlı hava harekâtını gerçekleştirmiş, aynı esnada da Kürt medyasına karşı geniş çaplı bir karartma-erişim engeli getirilmiş, dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç, 24 Temmuz Basın Özgürlüğü Günü’nde Evrensel ve Özgür Gündem gazetelerini hedef göstermişti. O tarihten bu yana sayısız Kürt gazeteci gözaltına alındı, tutuklandı, mesleği bırakmaya veya sürgüne gitmeye zorlandı.
Fakat tarihsel bağlama bakıldığında, 23 Nisan’da Türkiye ve Belçika’da Kürt medyasına yapılan eşzamanlı baskı dalgası, yeni sürecin habercisi olarak görülebilir.
Üstelik Belçika’nın başkenti Brüksel’de bulunan Medya Haber ve Sterk TV’ye Türkiye’yi aratmayan bir muameleyle yapılan polis baskını (çalışanların olmadığı bir saatte kapıların kırılarak TV binasına girilmesi, ofis ve stüdyo kapılarının kırılıp içerinin tarumar edilmesi, yayın kablolarının kesilmesi, kitaplara el konması, vd.) son derece çarpıcı bir işaret. Daha önce de Avrupa’daki Kürt basın-yayın organlarına baskınlar yapıldı ama sanırım 23 Nisan gecesindeki saldırının şimdiye kadar eşi-benzeri olmamıştı.
Türkiye’nin “talimatlarıyla” hareket etmeyeceği açık olan Belçika’nın bu yöntemi hangi saikle tercih ettiğine dair elimizde henüz bir veri yok ama her halükârda bu baskının Türkiye bağlamlı veya Türkiye’yle anlaşmalı olduğu görülüyor.
Bu tür baskınların amacı mevcut iletişim çağında kamuoylarını gelişmelerden bihaber kılma çabasından ibaret olamaz. Zira sosyal medya sayesinde zaten herkes aşağı-yukarı her tür bilgi ve yoruma ulaşabiliyor. O halde bu baskınlar daha ziyade yeni döneme dair mesajlar içeriyor.
AKP dolaylı yollardan Avrupa’da, bilindik yollardan Türkiye’de Kürt basınını kuşatırken, diğer yandan da Bağdat ve Erbil’le yeni işbirlikleri geliştirerek diplomatik yığınak yapıyor ve buna da epey uzun süredir devam eden askeri hazırlık eşlik ediyor.
Dolayısıyla Kürt basınına yönelik kuşatma, yaz aylarında Kandil’e düzenleneceği söylenen kapsamlı askeri harekâtın hazırlık çalışmalarının bir parçası olarak görünebilir ama bunun içeriye dönük bir hamle olduğu da unutulmamalı. Zira 31 Mart yenilgisinden sonra bir güç gösterisine ihtiyacı olan AKP, bunu da ancak Kürt basını, DEM Parti ve Kürt hareketi üzerinden yapabileceğini düşünüyor.
Ayrıca öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir hamlenin, Van örneğinden farklı olarak DEM Parti dışı muhalefette ortak bir tepki yaratmayacağına inanılıyor. Erdoğan’ın Kürdistan dönüşü DEM Partili belediyelere kayyum atanabileceğine dair imâsı da bu çerçevede bir yoklama olarak okunabilir. Tıpkı Kobani Davası’nda olduğu gibi kayyum politikasında da iktidar açısından henüz sürecin olgunlaşmadığı veya bu konuda net bir karara, MHP’yle mutabakata varılmadığı ama bir yandan da bunun zemininin yaratılmaya çalışıldığı görülüyor. Ama koşulların oluşması/oluşturulması halinde iktidarın tekrar Kürtlerin seçme ve seçilme hakkının askıya alınmasıyla eşanlamlı olan kayyum uygulamasından sakınmayacağı da biliniyor.
31 Mart seçimlerinden sonra, “anti-Kürt politikaların, militarist söylemin bu ülkedeki en büyük seçmen kaynağı olduğunu deneyimlemiş olan AKP’nin 31 Mart sonrası keşfetmeye çalışacağı strateji, ekonominin anti-Kürt politikalardan etkilenmemesi iksiri” diye yazmıştık. Fakat AKP aynı zamanda bu “iksirin” muhalefeti de bir araya getirmeyecek şekilde formüle edilmesine özen gösteriyor, gösterecek. Dolayısıyla Kürt basını bu açıdan seçilmiş “kurban” olarak görülüyor.
"BARIŞ ÖNCESİ SAVAŞ"
Öte yandan Erdoğan’ın Bağdat ve Kürdistan ziyaretlerine ilişkin Gazete Duvar’a yazdığı kapsamlı analizinde Fehim Taştekin önemli bir noktaya işaret ediyor: “Amerikalılar Suriye’de SDG’ye dokunulmadığı sürece Kandil dahil Kürdistan’daki PKK kamplarının askeri operasyonlarla dağıtılmasında sorun görmüyor. Hatta Kandil’deki lider kadrosunun sürgünde sivil hayata taşınmasına aracılık etmeye hazırlar! Genel çerçevede Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu halleder de Suriye tarafında Kürtlerle ortaklığın yolunu bulabilirse bölgedeki Amerikan varlığı üzerindeki gerilim giderilir…”
Taştekin’in değerlendirmesine bakılırsa iktidar “barış öncesi savaş” hazırlıkları içinde olabilir. Fakat uzun süredir dış politikasını iç dengelere göre şekillendiren AKP’nin temel motivasyonunun 31 Mart’taki erimeyi durdurmak ve 2028’e kadar gücünü toparlamak olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla savaşçı, baskıcı, militarist, anti-Kürt politikaların çok daha derinleşmesi ve “barış” olasılığının tamamen ötelenmesi iktidar açısından daha tercih edilebilir bir strateji olabilir. AKP bu stratejinin ülkeye değil kendisine maliyetini hesaplayacağına göre, savaş da, barış da buna bağlı, veya buna dâhil.
Bu noktada muhalefete, esas olarak da CHP’ye iş düşüyor. İktidarın elinden içerideki otoriter rejimi “meşrulaştıran” zeminleri almak için Kürt sorununda demokratik çözümü dayatmak, bu konuda cesur hamlelerde bulunmak, ülkeyi sürüklenmek istenen karanlıktan alıkoyabilir. Peki Özgür Özel’in CHP’si, Kılıçdaroğlu’nun dokunmaktan korktuğu bu “yasaklı” alana el atıp barış çabalarının öncüsü olma cesareti gösterebilecek mi?
Türkiye’yi yıllardır karanlıkta, AKP’yi ise iktidarda tutan savaş politikalarına karşı çıkmak için bir bütün olarak muhalefet şimdiden inisiyatif alamazsa, “31 Mart etkisi” çok uzun ömürlü olmayabilir.