CHP ve Türkiye’nin demokratik geleceği

Problemin çözümü ya CHP’nin doğru bir “sosyal demokrasi yorumu”na varmaya çalışması ve seçmen tabanını bu yönde etkilemesinden, ya da CHP tabanının partiden bağımsız olarak bu yönde bir değişim yaşamasından geçiyor.

Seçimlerin, özellikle de Cumhurbaşkanı seçiminin muhalefetin yenilgisiyle sonuçlanmasından sonra, bir yandan Kılıçdaroğlu’na yönelik yoğun eleştiriler ve istifâ çağrıları artarken, diğer yandan da CHP içinde “değişim” taleplerinin sesi her gün biraz daha yükseliyor. Bunların nereye varacağını ve Türkiye’nin geleceğini nasıl etkileyeceğini şimdiden kestirmek zor. Kanımca şu noktayı net olarak tesbit edebiliriz. Erdoğan ve Cumhur İttifâkı iktidarlarını seçmene onaylatmış olarak yollarına devam ediyorlar. Ancak, bu yolun çok rahat, neredeyse sorunsuz olduğunu söylemek tabiî ki mümkün değil ama, en azından şimdilik mevcut iktidar bloku güçlenmiş görünüyor.

Buna karşılık muhalefetin kendi iç hesaplaşmasına konsantre olduğu bir süreç gözlemekteyiz. Bu iç hesaplaşma ve tabiî başarılabildiği ölçüde “özeleştiri” süreci, aynı zamanda, seçim kaybetmiş olmanın getirdiği moral çöküntünün de katkıda bulunduğu bir karamsarlık içinde gerçekleşiyor. Kısa bir süre sonra yapılacak olan yerel seçimlere doğru, bu karamsarlığın dağılması ve demokratikleşme mücâdelesine güçlenerek girilebilmesi için, muhalefetin kendi içine dönük bu hesaplaşmayı fazla da uzatmaması gerekiyor.

DÜNDEN BUGÜNE CHP'NİN SEÇİM PERFORMANSI

Sürecin tüm aktörleri önemli ama, CHP’nin öyle zannediyorum ki diğerlerinden ayrı ve önemli bir yeri var. CHP’nin târihî köklerinden gelen önemi ve buna bağlı değerlendirmeler gibi konulara şimdilik girmeyip, bugün için şöyle bir tesbit yapabiliriz sanıyorum. CHP, 2002 sonrası seçimlerde %19.39 (2002) ile 25.98 (2011) arasında bir oy oranında salınıp duruyor. Türkiye’nin demokratik geleceği açısından çok kritik denilen, ekonomi başta olmak üzere pek çok konuda işlerin hiç de iyi gitmediği bir konjonktürde yapılan 2023 seçimlerinde alınan %25.35’lik oy, 2011’in biraz altında, 2015 Kasım seçiminin biraz üzerinde. Terim yerindeyse CHP ne uzuyor, ne kısalıyor.

Türkçe’de yazılmış en özlü siyaset bilimi kitaplarından birinde merhum hocam Münci Kapani, siyâsî partiyi, siyâsî iktidarı ele geçirmek ya da paylaşmak amacıyla, belirli bir program etrâfında bir araya gelmiş bir örgütlenme olarak tanımlamıştı. Bu tanım siyâsî partiyi, sendika, dernek, vakıf vb. gibi “baskı grupları”ndan ayırdetmemizi sağlayan bir kriteri içermektedir. Siyâsî partinin hedefi siyâsî iktidarı ele geçirmek veyâ paylaşmak, yâni hükûmette yer almaktır ve bu hedef siyâsî parti ile örneğin sendika gibi bir örgütlenmeden ayırmamıza yarar.

Şimdi, bu açıdan baktığımızda, CHP’nin çok partili siyâsî hayâtımızda ilginç bir yerde durduğunu görüyoruz. Çok partili siyâsî hayâta geçildikten sonraki seçimlerde %41.4 (1957 ve 1977) ile %10.71 (1995) arasında salınan CHP’nin ancak koalisyon hükûmeti veyâ azınlık hükûmeti kurmak yoluyla iktidara gelebildiğini ama bunların da çok uzun sürmediğini gözlemliyoruz. İsmet İnönü’nün Başbakan olduğu 1961-1965 dönemi bunların en uzunu ama bu dört yılda bile üç hükûmet var.

12 Eylül sonrasında, 1995 seçimlerine kadar CHP kapatılmış olduğu için ve bundan sonra da SHP ve DSP ile birlikte vâr olduğu için, CHP’nin hep aynı CHP olmadığını söylemeliyiz. Bununla birlikte, 1995’te %11 civârındaki CHP oyuna %15’e yaklaşan DSP oyunu eklediğimizde dahi toplam oran %26 oluyor. Özetle, SHP ve DSP’yi de dâhil ettiğimizde bile, 1965’ten bu yana “ortanın solu”nda ve “sosyal demokrat” olma iddiasında olan bir siyâsî hareketin partilerinin iktidar olma süreleri son derece kısıtlı.

ECEVİT'İN "KARAOĞLAN" İMGESİ

Bir problem var. Bu problem, bir yönüyle, CHP’nin bir türlü iktidara gelememesi. Bu olguya bakarak CHP’nin bir siyâsî parti olma niteliğinden de uzaklaşmakta olduğunu tesbit edebiliriz ki, hayli ciddî bir problemdir. Bunun sebebleri ve bu sebeblerin nasıl ortadan kaldırılacağı ve CHP’nin nasıl iktidar olabileceği gibi sorular öncelikle CHP’nin kendi işi. CHP’nin dönem dönem bunu yaptığını, programlarını yenilediğini, seçmenin önüne farklı vaadlerle çıktığını görebiliyoruz. Bu yenilenmelerin en başarılısı 12 Mart 1971 sonrası İsmet İnönü’yü Kurultay’da indirerek Genel Başkan olan Bülent Ecevit’in gerçekleştirdiği hareket oldu ve 1977 seçimlerinde CHP, 1957’deki oy oranına yakın bir oranla birinci parti hâline geldi. Bu gelişmenin arkasında 1973’te MSP ile gerçekleştirilen koalisyon hükûmetinin, Kıbrıs harekâtının, ABD ambargosuna direnmenin payı çoktur ama, tabanın katılımını teşvik eden tüzük yenilenmesini ve “su işleyenin, toprak kullananın” gibi sloganlarla öne çıkan sosyalizan çizginin payını da yok sayamayız.

12 Eylül 1980 öncesinin ortamında öne çıkan bu çizginin 1983’ten sonra sürdürülemediğini görmekteyiz. Bu bağlamda Ecevit’in neden CHP’den ayrıldığını, DSP’yi kurduğunu ve CHP ile hiçbir işbirliğine yanaşmadığını iyi etüd etmek gerekir. Ancak, kesin olan bir şey var ki, 1970’lerin CHP’si ve Ecevit’in “Karaoğlan” imgesi, CHP’nin bir devlet partisi olmanın hayli uzağında konumlandığı, en azından oy veren seçmenin CHP’yi böyle anladığı bir dönemi işâret ediyor. 1983 sonrasında ise, Ecevit de, Baykal önderliğinde yeniden sahalara dönen “yeni CHP” de bu imgenin aksine bir tablo ortaya koydular.

DSP’nin ve SHP’nin siyâseten etkisizleştiği son yirmi küsûr yıldır ne uzayıp ne kısalan CHP’nin izlediği çizgiye bakarsak, sürekli olarak “sağa açılma” tercihi yaptığını görmekteyiz. AKP’nin, 2001 krizinden sonra DSP-ANAP-MHP koalisyonunun başlattığı reformları sürdürmek istediği ilk döneminde, örneğin 2004 Anayasa değişikliklerinde destekleyici olan CHP’nin 2007’deki Cumhurbaşkanı seçimi krizindeki tutumu, o zamanki statükonun sürdürülmesi için askerî ve sivil bürokrasiyle birlikte davranmak yönündeydi. 2007’nin işâret ettiği gerçek, CHP’nin devleti kuran parti olarak hep “devlet partisi” olduğuydu. Kıbrıs’ta federal çözüm öngören Annan Plânı’na karşı çıkmak, AB tam üyelik müzakerelerinin başlamasını engellemeye çalışmak bu bağlamda dikkat çekiyordu. Kezâ, 1984’te SHP’nin de müdahil olduğu başörtüsü yasakçılığını savunmayı da ekleyebiliriz.

2007’den sonra, özellikle de 2011’den sonra işler değişti. Değişimin bir yanında AKP’nin AB çizgisindeki reformculuğunu terk etmesi yer alıyor ve bu AKP’yi CHP’ye yaklaştırıyordu. Buna karşılık CHP de, Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla birlikte, bir değişim geçiriyordu. CHP’nin değişimi, 2014 Cumhurbaşkanı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu desteklemeye kadar vardı. Sonrasında çok kritik bâzı dönüm noktaları yer alıyor. Bunlardan ilki, 15 Temmuz sonrası “Yenikapı Ruhu”na katılım ise, ikincisi 2016 Mayıs’ında dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vermektir ki, vardığı nihâî nokta Millet İttifâkı oldu.

CHP PROBLEMİ

CHP’nin iktidar olup olmayacağı ve bunun nasıl olabileceği, CHP’nin problemi. Buna karşılık, “Türkiye siyâsetinin demokratik bir geleceği olacak mı olmayacak mı? Olacaksa, bu gelecekte CHP’nin rolü nedir?” soruları açısından baktığımızda, problem değişiyor ve Türkiye siyâsetinin CHP problemi hâine geliyor. Bir diğer deyişle, yukarıdaki açıklamaların anahatları bağlamında değerlendirdiğimizde, asıl problemin “parti içi” olmanın ötesinde boyutları olduğunu gösteriyor.

CHP’nin bir türlü ne uzayan, ne de kısalan çizgisi, Türkiye siyâsetinin demokratikleşmesini de doğrudan etkiliyor. Parti politikasıdır, hâriçten gazel okuyamayız ama şu gerçeği de tesbit edebiliriz: CHP, devlet partisi niteliğini muhafaza ettikçe ve seçmen desteğini büyütmek için “milliyetçi, mukaddesatçı” seçmen tabanına yönelmeye çalıştıkça, oyu artmıyor. Artmıyor ama, azalmıyor da. Böylece CHP, her seçim döneminde %20-25’ler civârında bir seçmen kitlesini bloke etmiş oluyor.

Bu blokajın 2023’te, yâni Cumhuriyet’in “ikinci yüzyılı”nın arifesinde, Türkiye târihinin en otoriter rejimlerinden birine yol verdiğini görmemiz gerekiyor. Buradan dönüp Türkiye için yeni ve demokratik bir gelecek inşa edebilmek için bu seçmen blokajının çözülmesi gerekiyor. CHP’de değişim isteyenler değişimle ne kastediyorlar bilmiyorum. Bildiğim şu: Türkiye’nin demokratikleşme sorunu bir türlü çözülemiyor. Bu çözümsüzlük de otoriterliğin değişen derecelerde kronikleşmesiyle sonuçlanıyor.

Son seçimlerden sonra ortaya çıkan manzara, otoriterliğin daha da koyulaşacağını gösteriyor. Böylesi bir gelişmenin engellenebilmesi için, Türkiye’nin kronikleşmiş otoriterliğinin çözümsüz bıraktığı sorun alanlarına yepyeni bir yaklaşımla yönelmek gerekiyor. Bu yönelişte, otoriterliğin ideolojik payandalarından en güçlüsü olan “milliyetçilik bizim de ilkemizdir”, aynı anlama gelmek üzere, “Türk devletini Türk dünyâsıyla bütünleştireceğiz” veyâ “bütün sığınmacıları göndereceğiz” yaklaşımlarına kesinlikle yer olmamalıdır. Tıpkı, yoksulu daha da yoksullaştıracak olan “rasyonel” (aslında “neoliberal”) politika tercihlerinin yeri olmadığı gibi.

Özetle, problemin çözümü ya CHP’nin doğru bir “sosyal demokrasi yorumu”na varmaya çalışması ve seçmen tabanını bu yönde etkilemesinden, ya da CHP tabanının partiden bağımsız olarak bu yönde bir değişim yaşamasından geçiyor. CHP’de değişim isteyenlerle seçmen tabanı böyle bir sosyal demokrasi yorumunda buluşabilirlerse, çözüm hızla gerçekleşebilir ve bu, Türkiye’nin demokratik geleceği için büyük bir kazanım olur. Aksi durumda yol bir hayli uzun ve meşakkâtli gibi görünüyor.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi