Çılgınca eğleniyoruz - I: Zuhal Topal'la yemekteyiz

Utanmayı kendinde katletmeyen her insan utanılacak duruma düşmekten ve utandırılmaktan korkar, çekinir. Utanabilen utanmayanının utancını üstlenir. Başkasının adına da utanır insan. Ama Türkiye'de utanmazlık kültürleştiriliyor.

Eğelenmenin kalite ve yoğunluk ölçü birimi çılgınca, delice olması. Yani eğlenmek biraz da olağan dışı duruma işaret ediyor sanki. Çok şeyin sahiden delice olduğu ortamlarda eğlenmek neden sıradan ve olağan olsun… Bu kadar kötü’nün ve kötülüğün olduğu ülkede zaten eğlenebilmek delice olabilir sanki. Eğlenmek bu kötünün yok sayılmasıyla, inkarıyla mümkün oluyor. Bu bastırılan ve inkâr edilenin iç dünyamızda oluşturduğu baskı da deliliğin çıkış yeri galiba… Konserde delice, çılgınca eğlenen genç kadınlar acı çekiyormuşçasına histerik çığlıklar atıyorlar, birbirlerine sarılıp ağlıyorlar da. Delice ve çılgınca olan da bir sızı var… İnkâr edilen, bastırılanın sızısı belki de.

Eğlenmek çocukça olanla barışarak mümkün… Çocuk oyunla eğlenceyi ve yaratıcılığı tanıyor… Çocuk oyuncaklarını insanlaştırıyor, isim koyuyor. Oyun yaratıcılığın, sembolleştirmenin alanı oluyor. Eğlenmek soyutlamak, sembolize edebilmek, yaratmak, perspektif değiştirmek demek de… Freud yazmıştı galiba… Eğlence anlık ve geçicidir… Sevinçte bir derinlik var… Yani sevinçle eğlence aynı şeyler değil…

EĞLENME/ZEVK SADECE SEKSE KALINCA

İslamcılar sevince de eğlenceye düşmanlar âdeta. Eğlenceden anladıkları ezan ya da Kuran okuma yarışması. Arzunun/zevkin çok sınırlı bir alana kapatıldığı haz düşmanı bir tutum… Çocuklukta cinsiyetlerin arası açılıyor, birbirlerinden uzaklaştırılıyor, çocuklar hemcinsleriyle oynamaya mecbur bırakılıyorlar. Erkekler kendi aralarında kızlar da kendi arlarında yaşıyorlar adeta.

Cinsler arasındaki ortaklıklar azalıyor. Çocuklukta uzaklaşılan, yabancılaşılan daha sonra kadın eş olarak giriyor erkeğin dünyasına… Kadınla erkek arasındaki uzaklık ve sınır da roller ve vazifeler üzerinden korunuyor. ‘Karıların’ ve erkeklerin vazifeleri başka. Yakınlaştıkları alan cinselliğe indirgeniyor. Ortak kültürleri olmayan işte bu eşler birbirlerine sarılarak bir film izlemek, birlikte vakit geçirmede acemiler. Birlikte oyun oynamayan, birbirlerinin dünyasına yabancı insanların birbirleriyle yakınlaştıkları kontekst de cinsellik/evlilik. Cinselliğin sürekli konu edilmesi, hazzın sadece cinsellik üzerinden yaşanması… Eğlenmek, haz, arzu, eğlence… Hepsini sekste arayan bir toplum.

Televizyonlarda sürekli seks anlatmaları, seksin hayatımızda olması gerekenden daha fazla konuşulmasının nedeni de sekse üstlenen işlevlerle ilgili. Psikanalist Werner Bohleber İslamcılardaki duygusallık (Sinnlichkeit) ve arzu (Lust) nefretinden söz eder.[1] Hazdan vazgeçmeyi yani çileciliği (Askese) Anna Freud trieb korkusuyla ilişkilendirir.[2] Eğlenmek=seks, sevinme=seks, arzu=seks, birlikte film izleme=seks, birlikte zaman geçirme seks, gülmek=günah, sakız çiğnemek ayartma, sohbet etme=seks, cennet seks, cehennem seks, çocuklar seks, kadınlar seks… Seks olması gerektiğinden çok daha fazla alana ve zamana yayılıyor. Hiç olmadık şey, fantezisi bile mümkün olmayan durumlara seks karışıyor. Fetişin, cinselliğin bir organa, bir objeye düşürülmesi.

Cinsel partner ayakkabı, çorap, iç çamaşırı… Bir insanın sadece bir organını bütün bir kişi saymak. Meme, boyun, ayak, parmak gibi. Burada söz konusu ettiğim şey başka boyutta bir fetişizm. Bir evren, ahiret, dünya, durumlar, konumlar anlamlarından koparılarak sadece seks objesine dönüşüyor. Yürümek, gülmek, sakız çiğnemek, oynamak, hoplamak, zıplamak, şarkı söylemek, dans etmek… Ölmek, ceset bile seks objesine dönüştürülerek ne zaman, nasıl, kaç kez, ne şekilde seks olarak anlatılıyor.

Kadın ve erkeğin eğitimde birlikte olmaları birbirleriyle oynamaları, birbirlerini tanımaları, ilişkilenmeleri, ilişkileri duygusallaştırmayı, romantikleştirmeyi de getirdi. Bunlar ortadan kalkınca kadın ve erkeğin birlikte yapacakları biricik etkinlik olarak seks kalıyor geriye. Çok yazık… İnsanlar birbirlerinden bu kadar uzaklaşıp hazzın sınırlandırmalarıyla güzelin seyircisi oldular. Dans etmenin, gülmenin, oynamanın, cilveleşmenin seyircisi olmak öfke de yaratıyor.

Eğlenenler hazzın ve arzunun keyfini bu insanlara anımsatıyor. Bastırılan, inkâr edilen, günah sayılan ve yaşandığında tanrının gazabına uğranılacağı sanılanın öyle olmadığını görüyorlar insanlar. Bu durumda inkâr etmek ve bastırmak imkansızlaştığı için bastırmaya çalışanların işi zorlaştığı için de eğlenen insanlara öfkeliler. Gitar çalıp dans edenleri izleyenler gitar çalandan da dans edende de nefret edebiliyorlar. Çünkü eğlenenler, hayatı kafalarına göre yaşayanlar haz düşmanlarına hazzı anımsatıyorlar sürekli. İşte eğlencelerin, festivallerin, konserlerin yasaklanması bu nedenle. Haz düşmanlarının hazzı, haz alanlara haz alanlarını yasaklamaları ve onları da kendilerine benzetme çabaları.

Oral kültürlerde kültürün odağı oralite oluyor. Toplantılarda, tartışmalarda yiyerek, içerek, konuşarak meşgul ediliyor. Haz da bu kültürlerde oralite üzerinden yaşanıyor. Yemekler, davetler… Cennetin sınırsız yenilip içilen ve bolca da seksin olduğu yer olarak kurgulanması tesadüf değil. Sadece oralite ve seks üzerinden hazzın yaşanması… Haz düşmanlığını ve bu düşmanlığın öfkeye, hınca ve hasede dönüşmesini daha ayrıntılı olarak Bir Kültürdeki Yolculuk Çağrışımları’nda uzun uzun anlattım…

Bazı seyirciler kendilerine başka eğlence alanları buluyorlar. Zulmün izleyicisi ya da toplumda kabul gören spor taraftarı olmak gibi. Orada da sınırsız bir öfkeyle karşılaşıyoruz. Küfür… Yöneticisinden amigosuna, televizyon programcısından taraftara kadar. Küfür sözlü boşalma yöntemi gibi. Ayrıca bu küfürler de cinsiyetçi olunca kamusal alanda kolektif orgazm.

Çocuklar eğlenirken kreşlerde üç harfli sözcükler kullanırlar. Bu izleyiciler kreş çocukları gibi eğleniyorlar. Ole, ole, ole… Sonra da çocuklar gibi ele ele tutunarak yerlerinden hopluyorlar. En basit dans. Ole ole şarkısına eşlik eden bir çocuk dansı. İzleyicilerin kendilerini etkin saydıkları, izlemeden kurtardıkları an gibi adeta.

BOŞ DURMA...

Yoksulluğun olduğu ailelerde zamanı boşa geçirmek ideal bir durum değil. Keyif yapmak zamanı boşa geçirip bundan da zevk almak, zamanı böyle yaşadığı için de suçluluk duymamasıdır galiba. İşte kaynakların sınırlı olduğu durumda zaman bu sınırı genişletmek, zorlamak ve yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmak zorunda.

Hâlbuki ilk insanın hayatında iş yok. Tarımın gelişmesiyle iş başlıyor. Yani iş doğada olmayan kültürle kurulan şey. Tanrı cennette tembellik vadediyor. Yiyip, içip, yatıp, seks yapmak… Yani tembellik en normalimiz. Tembelliğin çok kötü sayılması, tembelliğe yapılan haksızlık adeta. İşte bu normalde haz, keyif, arzu, eğlence öne çıkıyor. Eğlenmek, oynaşmak zamanın öldürülmesi yani zamanı boşa geçirmek demek. Dans etmek, davul çalmak avarelerin işi yani. Duran topa vurmak giden topun ardından koşmak yakalayıp gene vurmak. Saçma, aptalca… Ama hazzı katınca saçma zevk oluyor ve çok anlamlanıyor da.

KÜLTÜRÜN ÜRÜNÜDÜR EĞLENMEK

Eğlenmek kültürün bir ürünüdür. Kültür ise, kavram olarak toprağın işlenmesi anlamına gelir (cultura). Bu, toprağın kendi haline bırakılmaması, doğaya müdahale edilmesi, doğanın kontrol altına alınması ve gelişiminin yönlendirilmesidir (gelişim değişim demektir). Bu süreçte sürprizleri ve olumsuz beklenmeyen durumları en aza indirme çabası vardır. Kültür, toprağı işlemek, planlamak, öngörmek ve geleceği bugüne taşımaktır. Tarla ekildiğinde, hasadı zihinde canlandırabilmektir.

İlk insanlar avcı ve toplayıcıydı. O dönemde sürpriz, macera ve beklenmedik olaylar istenmeyen şeylerdi. Yemek için domuz avına giden avcının veya ot ve meyve toplamaya giden birinin aslan ya da mamutla karşılaşması sevindirici değildi. Olaylar ve etkinlikler (event) ilk insanlar için eğlenceli değil, heyecanlı, ürkütücü ve çoğu zaman ölümcül facialardı. İnsanların heyecan yaşamaları bir olaya ya da etkinliğe bağlı değildi; uyurken bile vahşi hayvanlara yem olabiliyorlardı. Kısacası, macera ve heyecan istenilen değil, kaçınılan şeylerdi.

Kültür geliştirerek insanlar aslında heyecansız, macerasız bir hayat kurmaya başladılar. Kültür, öngörmek, varoluşsal riskleri azaltmak, besini ve yaşamı güvence altına almak için gelişti.[3] Görünmeyen ve belirsiz olan hesaplanır ve planlanır hale geldi. Doğayı denetlemek, doğaya hâkim olmak, doğayı istediği gibi kullanmak ve yaşamsal kaynak olarak talan etmek kültürün bir parçasıdır. Yani kültür, toprağı işlerken ve ava giderken insanın araçlar ve silahlar geliştirerek doğaya üstünlük sağlama sürecinin adıdır. Bu yolculukta, bilincin yanı sıra, geçmişte kaldığını sandığımız bilgi ve deneyimlerin bazen şifrelenerek bilinçötesine depolanması söz konusudur. Bu dönmeleri ve olayları yaşamasak da depolanan bu bilgiler zaman zaman su yüzüne çıkar. Arkaik, vahşi ve ilkel duygulanımlar, korkular ve arzular.

Gerçek hayatta imkânsız ama bazen rüyalarımızda bir kaplanla kapışabiliyoruz. Birkaç şeritli yollarda giderken, avını kovalayan ya da bir aslandan kaçan ilk insan gibi uçurumdan düşebiliyoruz. Uçurumlar hayatımızda birer metafor olup, reel karşılığı olmasa da bu dönemler rüyalarımızda yer alır. Yüzyıllar önce ölmüş biriyle sohbet edebiliyoruz. Modern eğlence sektörü, bu deneyimleri/hayalleri filmler aracılığıyla bize sunar. Safarilere gidiyoruz, filmlerde canavarlar öldüren kahramanları izleyerek korku ve macerayı tüketirken coşku, korku ve heyecan yaşayabiliyoruz. Eğlence dediğimiz şey, eski hallerin güvenli ortamlarda tehlikesizce yaşanması değil midir?

MÜGE ANLI'YLA MACERA

Kültür üzerine kafa yoran Thomas Macho, Domuzlar [4] üzerine bir kitap yazarak insanın ne kadar domuz olduğuna da vurgu yapmıştı. Tanıdık bir durum. Yeni bir kitap yazmış: Neden Hayvanları Yiyoruz.[5] İnsanın tarihi ve evrimini ve etle olan ilişkisini anlatmış.

İlk insanların hayat bayağı maceralı. İlk insanlar avlanmayı bilmiyorlar ve etle beslenmeleri de leş yiyerek başlamış. O zamanlar insan, etle beslenen vahşi hayvanların besin deposu. İnsan olmak bayağı ürkütücü yani. Besin zincirinin en zayıf halkası. Hayvanlara bakarak avlanmayı öğrendikleri tahmin ediliyor. Avlanma teknikleriyle aletler kullanmayı ve silahlar geliştirmeyi öğreniyorlar. Ateşi kullanmak, ateşi terbiye etmek insana büyük avantaj sağlıyor. Kültür değdiğimiz şey ateşin silah olarak kullanılmasıyla başlıyor.

Günümüzde ateş kültürün ayrılmaz parçası oluyor. Ateşin silah olarak kullanımı askeri alanlara kayıyor. Silah bir yandan kültüre eklenirken aynı zamanda kültürü de yok edici bir alet oluyor. Ateşli silahlar hâlâ kültürün yok edicisi olarak da kullanılıyor. Ateşin silah olarak kullanılması kültür ve medeniyetin yok edilmesi demek. Ateş. Alev… Sadece kül bırakıyor geride. Bu anlamda en vahşi silah. Bir evi yakmak… Geride sadece kül bırakıyor. Madımak… Sadece aydınların katledilmesi vahşeti değil. Medeniyet ve kültürün de kül dönüştürülmesi, geride hiç iz bırakmama eylemi de.

Filozof Peter Sloterdijk’in yeni bir kitabı yayınlandı: Prometheus’un Pişmanlığı.[6] Mitolojide Prometheus ateşi tanrılardan çalarak insanlara veriyor. Bu suçtan ötürü de Zeus tarafından cezalandırılıyor. Kültür ateşin kontrolüyle ve insana verebileceği zararı engellemeye başlayınca ivme kazanıyor ve insanı hayvanlar karşısında avantajlı hale getiriyor. Ama zamanla ateşli silahlar geliştiren insana zarar veriyor ve yok ediyor. Buharlı makine icat edildiğinde ateş kullanılıyor. Ama bu yeraltı ormanlarının (kömür) yok edilmesi doğanın geri dönülmez biçimde kirlenmesini getiriyor. Filozof bundan ötürü Prometheus’un pişman olacağını yazıyor. Prometheus aslında Madımak’ta en çok utandı ve pişman oldu galiba.

Toprağın işlenmesi avcılığa gereksinimi azalıyor. Ayrıca insan yiyeceği hayvanları evcilleştirerek, besleyerek avcılığa, kontrol edilemez olana, biraz da şansa olan bağımlılığını azaltıyor. Dağ taş dolanıp hayvan avlamak yerine av hayvanlarını evinde besliyor. İlkel olan ama bu değişimle insanın içinde de değişmiyor. Avcılık spor olarak eğlence dünyamıza katıldı. Yarışmalarda bu ilk insanın avlanma, av, avını izleme ve yenme istekleri gideriliyor.

Karanlıkta bazı avcı hayvanlar insandan çok daha iyi gördüklerinden insan karanlıkta kolay av… Karanlıktan hâlâ korkmanın tarihi çok gerilere dayanıyor. Bugün çok saçma olan karanlıktan korkmanın insanın geçmişinde bir karşılığı var. Bilinçötesi bir hafızadır. Bilinçötesi geçmişte yaşananları ve bu yaşananın bıraktığı izi de depolar. Yani bilinçötesi bilincin değişme hızına ayak uydurmaz. Macho, insanın ilk travmasının belki de bu döneme ait olduğunu ve bir süreç olarak travma olduğunu yazıyor.[7]

İnsanın sürekli ateş üzerinde oturması, sürekli etrafını kolaçan etmesi, vahşi hayvanlardan korkması. Mitolojide ilk tanrıların da hayvanlar olması şaşırtıcı değil yani. İnsan korktuğuna saygı da duyuyor. Saygı ve korku iç içe. Otoriteyi, tanrıyı, babayı, devleti seviyor muyuz yoksa korkuyor muyuz çok da belirgin değil.

İlkel saydığımızın, vahşi olanın eğlenceye dönüştürülmesi. Bizim kuşağın keyifle izlediği diziler vardı. Komiser Colombo, Kaçak gibi… Kaçıp kovalamanın eğlence olarak sunulduğu dizler. Canının derdine düşenleri izleyerek eğlenmek… İnsanın konforlu alanda canının sıkılması ve çayanı içerken kaçanı ve kovalayanları izlemesi. Av ve avcı ilişkisi. Atalarımız av ve avcıymış yani. Haberlerde de var çoğu kez. Polisler, askerlerin vahşileri kovalaması ve yakalaması… Korkunun eğlence olması. Müge Anlı’da da vahşi, terbiyesiz olan keyfe dönüşüyor. Yıllardır bir kaçıp kovalamacanın keyifle izlenmesinin sırrı belki de burada Kim kiminle, kim kime meseleleri yani.

Korku hastalığı olan için bir fare aslandan daha tehlikeli gelir. Aslanlardan korkmanın modernleşmeyle ve aslanların soyunun tükenmesiyle oluşan boşluğu örümcekler, fareler, asansörler, yükseklikler dolduruyor olabilir. Korkunun, travmatik olanın eğlencesi televizyonlarda. Bu eğlencelerin izleyiciye yaşattığı bir başka zevk de asıl zulümlerin ve vahşetlerin izlenmemesini/görmezden gelmeyi sağlaması. Travmalardan eğlenceler yaratmak. Tecavüzcülerin, katillerin televizyonlarda ilgiyle izlenmesi…Travmatik olan mesafe koyarak ve travmayı transforme (travma eğlenceye evriliyor) ederek merakla izlemek. Mafyayla tanışık olmak travmatik bir durum. Filmlerde eğlenceli ama… İlk insan için yaşamsal olanın günümüzde eğlence olması.

HEYECAN MÜPTELALIĞI/ZUHAL TOPAL'LA YEMEKTEYİM

Türkiye’den konuklarımız geldi. Akşamları, beş yarışmacının katıldığı ve her gün birinin yemek pişirdiği bu programı heyecanla izliyoruz. Konuklarımız çok bilgili insanlar ve kafalarını dağıtmak için saatlerce bu programı izliyorlar. İnsan, bu kadar değerli bir organı, yani kafayı neden dağıtır ki? 'Eğleniyoruz' diyorlar. Gerçekten eğleniyorlar.

Yarışmacıların birbirini acımasızca aşağılaması, sadomazoşist hazzın bu kadar yoğun yaşanmasına katkıda bulunuyor. Aşağılanmayı/acısını her insan biraz bilir. Uzağımızda, bize zararı dokunmayan aşağılamaların izleyici olmak. Televizyondaki yarışmacılara itiraz etmeleri, diyaloğa girmeleri. Programı izlemiyorlar, adeta yaşıyorlar. 'Yaşıyorlar' diyorum, çünkü duygusal olarak katılıyorlar.

Tuttukları, taraf oldukları yarışmacılar var. Hasedin ve kıskançlığın bu kadar rahat ve ulu orta sergilenmesi hayret verici. Utanılması gereken hallerden utanılmıyor ve hiçbir şey olmuyor. Utanmayı kendinde katletmeyen her insan utanılacak duruma düşmekten ve utandırılmaktan korkar, çekinir. Utanabilen, utanmayanın utancını üstlenir. Başkasının adına da utanır insan.

Kültür kuramlarında suç ve arlanma kültürü ayrımı var. Bizim kültürümüz utanma kültürü. İnsanlar arası ilişkiler, sınırlar, eğitim utanma (saygı, şeref, namus, paylaşma) konseptleri üzerinden regüle ediliyor. Son yıllarda İslamcılar utanmayı ortadan kaldırdılar. Hırsızlık, arsızlık, haksızlık, rüşvet ayıp değil ve bu eylemelerin hukuksal negatif bir sonucu da yok. İşte bu utanmazlık hali toplumda çok yaygın ve olağan.

Bunları ahlakçı bir yerden değil, arlanmanın kaybolmasının insanı ve toplumu eksik yaptığını kaotik duygusal bir durum yarattığını anlatmayı deniyorum. Mafya bir suç örgütü. Ama mafya olmak, onlardan biri olmak ideal sanki. Utanmazlık, ahlaksızlık, suç bilincinin oluşmasını engelleme. Programların format bu galiba.

Arlanma kültürlerinde utanma yok olunca, insani değerlerin ve birlikte yaşayabilmenin koşulları da yok oluyor. Bu ve benzeri programlarla utanmamanın yolu açılıyor. Utanmazlık kültürleştiriliyor. Bu tür kendi içinde sansasyonlar yaratarak oluşturulan formatlar programlar ilerledikçe katılımcılar ve seyirciler daha da aptallaştırılıyor. Ne kadar aptalca o kadar izleyici. Televizyonlarda hırsızların gözümüzün içine bakarak konuşmaları, izleyenlerin utanmasına sebep oluyor. Yalan söylemenin yüz kızartıcı olmaması, zulmün espri konusu yapılması televizyonların konusu. Yarışma programı.

SOSYALLEŞME REKABETLE DAYANIŞMA ARASINDA DENGE KURABİLMEYİ ÖĞRENMEKTİR

Yemekte yarışma, yaşamak için yarışma, sporda yarışma, iş kapmak için yarışma, otobüse binmek, oturacak yer kapmak için yarışma. Her yerde yarışma… Her yerde rekabet. Rekabet şiddete yatkın durumlar yaratıyor, çünkü rekabet korku, nefret, kıskançlık, haset gibi negatif ve agresyona dönüşebilecek duygulardan besleniyor.

Bir yerlerde okumuştum. Neoliberalizm rekabeti bir erdem gibi sunmayı ve bunu kabul ettirmeyi başarabiliyor. Sosyalleşme rekabet ve dayanışmayı öğrenme sanatıdır ama son yıllarda dayanışma unutulmuş durumda ve bu durum toplumun zombileşmesine yol açıyor. Rekabet ve rekabetin getirdiği kazanma, yenme isteği empatiyi yok ediyor. Empati kişinin kendisini rakibinin yerine de koymasını, perspektif değiştirmesini de beraberinden getirdiğinden insanlaşmaya/yumuşamaya ve böylece de yenilmeye yol açabiliyor.

Rekabette empati de unutuluyor. Okulda not istemi üzerinden, ‘kim daha biliyor, kim daha akıllı’ üzerinden rekabet ederken, yarışırken insan dayanışmayı da öğrenir. Yemeğini okula getirmeyi unutan arkadaşınızla yemeğinizi paylaşırsınız. Yağmurlu bir havada şemsiyenizin altında bir arkadaşınızın da durmasına izin veririsiniz. Ders notlarınızı gösterirsiniz. İşte son yıllarda bu dayanışma sürekli saldırıya uğruyor.

Dayanışma aptallık, kullanılma/uyanıklık üzerinden tanımlanıyor. Sosyal medyada, televizyonlarda rekabet üzerine kurulu yarışmacıların saldırgan olduğu programlar var. Aşıklar bayramında yapılan atışmalarda ‘ayak’ çok önemlidir. Burada ayak atışmanın konusu anlamına gelir. Zuhal Topal durum sakinleşince yarışmalara kapışmaları için arada bir yeni ayak veriyor. Rekabet, yani aşağılama, saldırganlık yeniden kızışıyor.

Bu programdaki her yarışmacı aynı zamanda jürinin bir üyesi. Yani yarışan kişi aynı zamanda puan da veriyor. Birbirlerine karşı acımasızlar. Para ve ün için, yani narsistik bir teşhircilik üzerine kurulu bir format. Yoksul yarışmacılar, filmlerde gördükleri burjuva tavırlarıyla konuşuyorlar. Hepsi, çeşitli ülkelerin mutfağını tanıyan uzmanlar gibi davranıyor. İnsanın ikiyüzlülüğü ve faydacılığı, yani olumsuz özelliklerinin çekici kılındığı bir format bu.

Görgüsüzlüğün iticiliği ve çekiciliği... Programda kendini inkâr eden, kendinden kaçan yarışmacıların itici olmaları, ama programı çekici yapan da belki bu iticilik.

Televizyon programları, insanların duygusal ve psikolojik yönlerini keşfetmek ve kendilerini ifade etmek için bir araç haline geldi. Bu tür programlar, insanın temel dürtülerini ve zayıflıklarını gözler önüne sererken, aynı zamanda izleyicilere bir tür rahatlama ve kaçış sağlıyor. Bu yüzden, konuklarımız gibi insanlar bu programları izleyerek eğleniyor ve kafalarını dağıtıyorlar.

HEPİMİZ GÖRGÜSÜZÜZ

Günümüzde görgüsüzlüğü bile görgüsüzleştiriyorlar. Görgüsüzlüğün sevimli ve masum bir yanı vardı. Bunu iyi bilirim çünkü benim edindiğim görgü, kentle, metropole ve yaşadığım hayata uyum sağlamak için yetersizdi. Görgüsüzlük, her insanın deneyimlediği en doğal halidir. Çocukluğumun geçtiği yerde deniz yoktu, deniz görmeden büyüdüm ve deniz kültürünü ve becerilerini bilmiyordum. Denizle tanıştığımda oldukça görgüsüz(d)üm. Görgüsüzlüğün çok ayıplandığı ve hakaret olarak yüzüme vurulduğu ortamları da iyi tanıyorum.

Bu durum, görgüsüzlüğü gizleme çabasını beraberinde getiriyor. Görgüsüzlüğü gizlemeye çalışmak ve suçüstü yakalanmak, utanmayı arttırıyor. Görgüsüzlük gizlenmeye çalışıldığında gülünç hale de getiriliyor. Görgüsüzlüğü masum/doğal yapan şey görgüsüzlüğün itirafı, gizlenmemesi… Görgüsüzlük gibi sıradan ve doğal bir şey Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci’nde[8] anlattığı gibi utanılacak bir şey haline geldi kentleşmede. Olduğumuz gibi olmaktan utanmak.

Kültür başından bu yana olduğun gibi olmamak, olduğun gibi olmayı da değiştirme çabası da değil mi? Mağara resimlerinden başlayarak [9] günümüze gelen hikâye. 'Öyle' olduğumuz için utanmak. Kentlilerle taşralılar arasındaki rekabet ve karşılıklı değersizleştirme çabaları. Aslında hikâye görgüsüzlükten utandırılmakla başladı galiba. Görgüsüz olanın tespiti, teşhiri ve utanılacak bir mesele olarak sunumu. Görgüsüze görgüsüzlüğü gösterilerek utanması gerektiği öğretilerek, utandırılarak bir ruh dünyası oluşturuldu. Görgüsüzlüğün teşhiriyle, yüze vurumuyla da arlanma çoğaltıldı.

Günümüzde bu durum da bir değişim geçiriyor: Utanılacak olanın özellikle utanılmadan teşhiri. Görgüsüzlüğün bir değer olarak öne çıkması… Yani görgüsüzlüğün de görgüsüzleştirildiği bir dönem. Altınlı et yemeği, dolarlı bigudiler, lüks araba/uçak koleksiyonları… Narsizmin teşhircilikle zirve yaptığı günler. Bu teşhirciliğin üzerini örttüğü bir gerçeklik var. Teşhir edilenin nasıl edinildiği. Meselenin aslı paranın saçılması değil o paranın nasıl kazanıldığı. Hokus pokus meselesi.

İzleyenlerin dikkati bir yere çekilirken şapkadan tavşanın çıkarılması, narsizmde olmayanın varmış gibi gösterilmesi var. Özgüveni olmayanın bunu gizlemesi çok özgüvenli biriymiş gibi davranması. Hırsız ve hainin dürüstlük dersi vermesi yani olmayanın (dürüstlüğün) teşhir edilmesi gibi. Yaşanan başka/yeni bir şey. Bu görgüsüzlüğün görgüsüzlükten çıkarılarak sunulduğu/yaşandığı başka bir şey. Sanki görgüsüzlüğün eksik olduğu bir görgüsüzlük.

Görgüsüzlüğün utanma/utandırılma, masumiyet/masumiyeti yok sayma dinamiği var. Görgüsüzlüğün bilinenin dışına taşınması ve görgüsüzlükten çıkarılması. İnsanın nasıl davranacağını bilemeyeceği bir durum. Hiç tanımadığınız bir durumla ve ortamla karşılaşmanın getirdiği radikal yabancılık hali.

Yoksulluğun zirve yaptığı bir ülkede, ülkeyi yönetenin sarayları, uçak koleksiyonunu itibar olarak görmesi yeni bir fenomen. Utanma/utandırma, masum masumiyet yitimi kategorik olarak burada mevcut değil. Görgüsüzlüğe bilinen tepkilerin verilememesi ya da bu tepkilerin anlamsızlaşması durumu yani. Durum şu: Bilinen duygusal ve savunma amaçlı mekanizmaların işlevinin olmaması ve insanın bu duruma uygun iç dünyasında bir repertuvarının bulunmaması. Ne yapacağımızı bilmediğimiz, şaşkınlıkla verdiğimiz tepkiler. Gülümsemek…

Bu aslında hiçbir şey yapamamaktansa bir şey yapmış gibi olma hali ve böylece uygun davranışı gösterebilecek zamanı kazanma isteği. Bu rezilliklere gösterdiğimiz tepki gülümseme. Bu aptalca gibi görünen, garip ve anlamsız gülümsemeyi gören yöneticiler halkın eğlendiğini sanıyor ve bu saçmalığın dozunu arttırıyorlar.

GÖRGÜSÜZLÜĞÜMÜZE SAHİP ÇIKMAK

Bir komşumuz var, ya da ‘benim bir tanıdığım’ diye başlayan hikayelere kendimizi gizleyerek utanmayı azaltmayı deneriz ya, işte böyle bir hikâye. Bir grup eğlenmek için denize gideceğiz. Bir arkadaş, memleketinde ırmakta yüzmeyi öğrenmiş ve o da bizimle gelmek istedi. Görgüsüzlük, insanın o yaşanana acemi olması ve o durumla ilgili repertuarının yetersizliği demek de. Acemiliği gizleme ve usta rolü yapma isteği. İşte o arkadaş hepimizden önce soyundu ve kendini denize attı. Annesinin diktiği beyaz donla yüzmenin facia kabul edildiği bir durum.

Bu tür durumlar, bazı eğlence programlarında sosyalleştirilerek eğlenceli hale getiriliyor. Ama bizim yaşadığımız eğlence çerçevesinden mahrum, utanma/utandırma hali. Yemek programının katılımcıları, işte bu utanma anlarını eğlenceye çeviriyorlar. Yani görgüsüzlüğün çok ayıp olduğu ama gizlendiği bir program. İzleyicilere görgüsüzlük teşhir ediliyor. İzleyenler gizlendiği sanılan görgüsüzlük yarışması izliyorlar. Görgüsüzlük de görgüsüzce sunuluyor.

Dünyada çeşitli kültürler var. Başka bir kültürde, insan acemidir ve görmediği/tanımadığı/deneyimlemediği durumları yaşar. Görgüsüzdür yani. Bir kültür içinde de alt kültürler var. Mesela golf oyuncularının, dağcıların, dalgıçların, yelkencilerin, Romanların, Kürtlerin, Alevilerin kendilerine özgü gelenekleri, görenekleri, ritüelleri var ve aynı ülkede yaşayan ama aynı alt kültürde yaşamayanlar, bu tanımadıkları kültürlerde görgüsüzlerdir. Bu kadar kültürel çeşitlilikte görgüsüzlükten kaçınmak ve görgülü olmak imkansızdır, ayrıca gereksizdir de. Görgüsüzlüğümüzü sahiplenmeliyiz.

İlk insanların yaşadığı yoğunlukların başka bağlamlara kaydırılarak, hiç beklenmedik yerlerde üzeri başka anlatılarla örtülerek ve tanınmaz hale getirilerek yeniden yaşanması. Görgüsüzlüğünü gizleyen yemek programındaki yarışmacının ya da Müge Anlı’daki katılımcının suçüstü yakalanması, kaplandan korkan ilk insanın korkusuyla benzerlik gösterebilir. İşte bu eğlence programları ve maceralar.

Utanılacak olana aniden yakalanmaktansa, utanılacak olandan sürekli kaçınmaktansa utanılacak olanı utanmadan sergilemek ve utanmayı anlamsızlaştırdığını sanmak. Utanma korkusunun imhası. Bir hırsızın günün birinde yakalanacağı korkusundan kurtulmak için kendi hırsızlığını itiraf etmesi ve bu itirafın da kahramanlık şovuna dönüşmesi. Utanılacak olanı gururla sergilemek. Bir dönem sonra utanmanın hayatımızdan kaybolması. Suçun, utanmanın, ayıbın şova ve eğlenceye dönüşmesi. Eğleniyoruz işte…

Bu kadar çok şeyle eğlenme isteği nereden geliyor? Neden biz bu saçmalıklarla eğleniyoruz? Eğlenmek gizlemeye, unutturmaya da hizmet ediyor. Neyi unutmak istiyoruz, kendimizde kaçtığımız şey ne? Eğlenmek sürekli olan bir şey değil. Bu kadar eğleniyor ve doyamıyorsak bunu sorgulamak gerekmez mi? Eğer eğlenmek hak edilmiş ve yaşanmışsa doyum oluyor. Eğlence doyumsuzluğu.

Eğlenme başka bir amaca hizmet ediyorsa, amacının dışında bir şeye hizmet ediyorsa eğlenme beklenilen doyumu sağlamıyor galiba. Cemile Çağırga’nın, Cumartesi Anneleri'nin yasına ortak olmayı beceremeyenler eğlenemiyorlar. Sakız çiğneyerek karın doyurmak gibi. Bu yapay eğlencelerin çoğaltılması eğlenceye doymak değil yani.

İşte bu doyumsuzluk bir daha, bir daha eğleniyormuş gibi yapmayı denemek. Mafya basıp gasp ediyor; eğleniyoruz. En rezil olan önce eğlence, espri olarak giriyor hayatımıza, sonra alışıyoruz. Hırsızlık, gasp bu kadar ‘normal’ olunca belediyeler çalınıp, kayyımlar atanıp, belediye başkanları hapsedilebiliyor. Oy çalanlar bu kez de seçilenleri çalma cüretini gösteriyorlar. İnsanların insan, vatandaş olma haklarını çalıyorlar. Eğlenceli ve eğlenceyle dolu bir hayatımız var. Ne mutlu bize…

Bu rezillikler de ‘tartışma’ denilen ‘ciddi’ programların münazarası, eğlencesi. Bu programlarda yapılan yapay çatışmalar, varoluşsal kavgalar birer hedef şaşırtmaca. Yarışmaların, dizilerin, maçların sonucunu merak edenler asıl merak edilmesi gerekeni ıskalıyorlar sanki. Bu yapay kavgalar asıl kavga edilmesi gerekenlerin korunması anlamına da gelebiliyor. Zulüm, haksızlıklar, eşitsizlikler, dünya nimetlerinin adaletsiz paylaşımı; eğleniyoruz işte…

Murathan Mungan yazmıştı sanıyorum. Dizilerin sonunu merak ettiğimiz kadar kendi sonumuzu merak edebilsek başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Hırsızlar hırsızlık yaparken korkarlar ve yakalanma anları kaplanla göz göze gelmeye benzeyebilir. Ama profesyonel hırsızlıların ve hırsızlıklarının filmlerinin televizyonlarda gösterilmesi ve bunun hiçbir heyecan yaratmaması. Hatta halkın bu hırsızlığı başarı saymasından ötürü ilk insanın yaşadığı heyecan yaşanamıyor da. Bu ülkede yaşanabilecek en yoğun heyecan Zuhal Topal’a kalıyor galiba.

Psikanalist Schmidbauer, New York’ta çalışan bir dedektifin meslek hayatı boyunca silahını bir kez kullandığını, ama filmlerde elinden silahını düşürmeyen, silahıyla yatıp kalkan kahraman polislerle dolu olduğunu yazar.[10] İlk insanlar gibi, her an aslanla burun buruna gelen insanın ruh halini ve gerilimini izleyerek heyecanlanmak. Filmlerdeki kahramanlarla özdeşleşen izleyici. Bu bir film ama filmdeki maceraları izleyenler, kendilerini maceranın içinde buluyor ve duyguları film/hayal değil, gerçekçi yaşıyor.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Über die Unfähigkeit zu trauern in fundementalistischen Gruppen=Fundamentalist Gruplarda yas tutma yeteneksizliği, Jahrbuch für Gruppenanalyse, sayı 10, s. 80.

[2] Das Ich und Abwehrmechanismen, Fischer Verlag, 1984

[3] Wolfgang Schmidbauer, Annäherung an den Event, 2007, Kitap: Eventkultur. Edfitör: H. Pühl &W. Schmidtbauer, Leutner Verlag, s. 13.

[4] Schweine, 2015, Matthes & Seitz Verlag.

[5] Warum wie Tiere Essen, 2022, Molden Verlag.

[6] Die Reue des Prometheus, 2023, Suhrkamp Verlag, 2. Basım.

[7] Macho, 2022, s. 21.

[8] Über den Prozess der Zivilisation=Uygarlık Süreci, 1991, Suhrkamp Verlag.

[9] Georges Bataille, Tränen des Eros=Eros’un göz yaşları, 1993, Matthes&Seitz Verlag.

[10] Schmidbauer, s. 45.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi