Cumhuriyet hükûmet biçimi mi, yoksa devlet midir?

Türkiye Cumhuriyeti, devlettir, Türkiye Devleti Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti dediğimizde devleti zâten anlatmış oluyoruz, atlı süvâri gibi “cumhuriyeti devleti” demek açık bir yanlış.

Bugün 1 Kasım 1922. Saltanatın kaldırılmasının yüzüncü yılını da geride bıraktık. Altı yüz küsur yıllık Osmanlı saltanatından sonra, saltanatsız yüz birinci yılımız başlıyor. İlginç olan şu ki, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldığında cumhuriyet îlân edilmemişti. Cumhuriyet, resmî olarak, 29 Ekim 1923 târihinde, sıradan bir kânunla, 1921 Anayasası değiştirilerek îlân edildi. Bu değişiklik acaba nasıl bir değişiklikti? Anayasayı değiştirerek Cumhuriyet’i îlân eden kânunun adında şöyle bir ibâre var: “tavzihan tâdil”, yani “açıklık getirme amacıyla değişiklik”. Bu adlandırmaya bakılarak, aslında 29 Ekim 1923’teki kânunla Anayasa’nın değiştirilmediğini, sâdece Anayasa düzeninin niteliğine açıklık getirildiğini söyleyebiliriz.

Yâni, Cumhuriyet şeklen 29 Ekim 1923 târihinde bir kânunla îlân edilmiş gibi görünse de, aslında 20 Ocak 1921 târihinde kabûl edilmiş olan 1921 Anayasası’nda mevcuttu. Gerçekten de, 1921 Anayasası’nın 1. Maddesi’ne göre, “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdâre usûlü halkın mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâre etmesi esâsına müstenittir.” Bugünün dili ile egemenliğin kayıtsız şartsız halka âit olması, zâten “cumhuriyet” demektir. İşte, 29 Ekim 1923’te, 1921 Anayasası’ndaki bu rejimin adı konulmakta ve yukarıdaki maddeye “Türkiye Devletinin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir” hükmü eklenmektedir.

Buna göre Cumhuriyet’in aslında 20 Ocak 1921’de başlamış olduğunu kabûl etsek, yeridir. Bir tek kafaları karıştıran husus, 1921 Anayasası kabûl edildiğinde 1876 Anayasası’nın da yürürlükte olmasıdır. Bu “iki anayasalı” ve iki hükûmetli (İstanbul ve Ankara hükûmetleri) durumda, Ankara, yâni TBMM hükûmeti açısından, 1876 Anayasası’nın 1921’le çatışmayan hükümleri geçerliliğini korumakta, çatışan hükümler ise geçersiz hâle gelmiş bulunmaktaydı. Bu durumda, 1876 Anayasası’nda saltanat ile ilgili hükümlerin “millî egemenlik”le bağdaşmadığı açık olduğuna göre, aslında saltanatın da 1921’de kaldırılmış olduğunu söyleyebiliriz.

Bu açıdan, 1923’teki değişiklik, şeklen Cumhuriyet’in adının konulması ile birlikte, ilgâ edilmiş saltanat makamının yerine bir Cumhurbaşkanlığı makamının ve Bakanlar Kurulu’nun ihdas edilmesi suretiyle, meclis hükûmeti yerine parlâmenter hükûmet düzeninin kurulması anlamını da taşımaktadır. Merhum Bülent Tanör, bu hususu çok veciz ve net bir biçimde Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri adlı eserinde vurgulamaktadır.

29 Ekim 1923’ten sonraki anayasal gelişmelerde ise ifâdenin biraz daha değiştiğini görmekteyiz. 1921 Anayasası’nın ilk maddesinde “millî egemenlik” ve “halkın kendi kendini yönetmesi” (demokrasi) esâslarının benimsendiği belirtilmekte, üçüncü maddesinde ise Türkiye Devletinin TBMM tarafından idâre olunduğu ve hükûmetinin de “TBMM Hükûmeti” unvanını taşıdığı hükme bağlanmıştı. 29 Ekim değişikliği, bu hükûmet şeklinin adının Cumhuriyet olduğunu belirtiyordu. Buna karşılık, 1924 Anayasası’nda, birinci maddede “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm, sâdece 1924’ün değil, 1961 ve 1982 anayasalarının da 1. ve değişmez, değiştirilemez maddesidir. Burada, kanımca ilginç bir soru gündeme gelebilir, daha doğrusu gelmelidir: Cumhuriyet, devletin kendisi midir yoksa hükûmet şekli midir?

Bilindiği gibi cumhuriyetin hukukî ve biçimsel bir tanımı vardır ve bu tanıma göre devlet başkanları eğer soy esâsına göre belirleniyorsa monarşi, seçimle belirleniyorsa cumhuriyet rejimi vardır. Burada hemen bir not düşerek belirteyim, Türkiye’de seçimle devletin başına gelmemiş askerî darbe liderleri kendilerini hep “devlet başkanı” diye adlandırmışlar, “Cumhurbaşkanı” sıfatını ancak seçildikten sonra kullanabilmişlerdir. Dolayısıyla, 1960 ve 1980 darbelerinin akabinde “devlet başkanı” olarak anılan darbe liderleri, birincide TBMM tarafından seçilme, ikincide de halk oylamasıyla onaylandıktan sonra Cumhurbaşkanı olarak anılmaya başlanmışlardır. Bu durumda, darbe dönemlerinde cumhuriyete ara verildiği sonucuna mı varacağız? Devlet devam etmektedir ama, bir süre için (1960-61 veya 1980-1982) cumhuriyet değil, askerî diktatörlükle yönetilmiştir.

Bu ayrıntı gibi görünen husus önemlidir zîra cumhuriyet ile devlet arasında bir ayrım olduğunu göstermektedir. Norm düzeyinde baktığımızda aslında olmaması gereken bir ayrımdır bu. “Türkiye devleti bir cumhuriyet” ise, o zaman devletten ayrı bir cumhuriyet, cumhuriyetten ayrı bir devlet düşünemememiz gerekir. Cumhuriyet’i sâdece hükûmet şekli olarak düşünüyorsak, durum değişir tabiî.

Bu, sâdece Türkiye Cumhuriyeti’ne özel bir durum değildir. Çünkü cumhuriyetin şekli ve öze ilişkin anlamlarından hangisine ağırlık verdiğimize bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir. Şeklî anlamda cumhuriyet, yukarıda değindiğim üzere, devlet başkanının seçimle iş başına gelip gelmemesine göre değişmektedir. Devlet başkanı soya göre belirleniyorsa monarşi, seçimle belirleniyorsa cumhuriyet vardır ama ya ikisi de değilse? İşte bu üçüncü durumda, seçimle değil de bir darbeyle devlet iktidarının ele geçirilmesi söz konusu ise, yine cumhuriyetten söz edilememektedir. Burada can alıcı sorulardan biri, cumhuriyetlerde seçimin niteliği ile ilgilidir. Devlet başkanının seçimle belirlendiği durumlarda, seçimlerin mutlaka demokratik olması gerekir mi? Bu soru bizi, “cumhuriyet mutlaka demokratik olmak zorunda mıdır?” türünden bir başka, daha öze ilişkin bir soruya yöneltmektedir. Önce şeklî anlamda cumhuriyet için, devlet başkanını iş başına getiren seçimlerin demokratik seçimler olmaları zorunluluğu olmadığını söylemek isterim. Şeklen seçimlerin yapıldığı ama özde zorbaca yönetilen pek çok cumhuriyet geçmişte de vardı, bugün de var.

Buna karşılık cumhuriyetin bir siyâsî rejim tipi olarak demokrasi ile, doğrudan ve özsel bir ilişki içinde olduğunu da belirtmek gerekir. Cumhuriyet, eğer şeklen değil de, sâhiden cumhuriyet ise, demokratik olmalıdır. Antik Çağ’da, bizim bugün cumhuriyet diye tercüme ettiğimiz Lâtince “res publica” kavramının içeriğine baktığımız zaman, monarşi, aristokrasi ve demokrasi diye bilinen rejimlerin unsurlarını bir araya getiren karma bir devlet tipini anlattığını görebiliriz. Buna göre cumhuriyet, halkın seçtiği devlet başkanı ile birlikte, halk çoğunluğunun ve soylu azınlığın temsilcilerinin yasama yürütme ve yargı yetkilerini dengeli olarak paylaştıkları bir düzenin ifâdesi olmaktadır. Antik Roma târihinin cumhuriyet kavramına kazandırdığı bu içerik, kuşkusuz çok değişmiş bir “halk” ve “kuvvetler ayrılığı” anlayışı altında bugün de cumhuriyet rejimini belirlemektedir.

Târihî ve güncel bu farklılıklara rağmen, cumhuriyet denilince ortak paydalardan en kuvvetli olanın “tahakküm yokluğu” olduğunu söyleyebiliriz. Bu yönüyle cumhuriyet, devletin keyfîlikten arındırıldığı, hukukla sınırlandırıldığı ve bu hukukî sınırların bağımsız yargı tarafından kıskançlıkla gözetildiği bir devlet tipidir. Bu devlet tipinin maddî özünde ise, yasaların doğrudan veya temsil mekanizması yoluyla, o yasalara tâbi olacak insanlar tarafından, onların irâdelerini yansıtacak biçimde yapılması anlamında demokrasi yatmaktadır. Bu nedenle, çok rahatlıkla ileri sürebiliriz ki, çağdaş anlamıyla cumhuriyet ile demokrasi arasında kavramsal bir özdeşlik mevcuttur.

Bununla birlikte, ortada bir gerçeklik vardır. Dünya üzerinde pek çok cumhuriyet, târihte olduğu gibi bugün de, demokrasinin hayli uzağında, otoriter, baskıcı ve hattâ totaliter rejimler niteliğindedir. Buna benzer bir biçimde, İngiltere’den başlayıp Kuzey Avrupa ülkelerinden İspanya’ya dek uzanan bir çok monarşi de, son derece istikrarlı ve standartları yüksek bir demokrasi tablosu ortaya koymaktadırlar. Bir diğer deyişle gerçeklik bize, cumhuriyet ile demokrasi arasındaki buluşmanın bir zorunluluk olmadığını göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti de bunun bir istisnâsı değildir. Geride bıraktığımız 99 yıl, Türkiye devletinin demokratik bir cumhuriyet olamayışının târihidir.

1921’de, “cumhuriyet” adını koymadan yakalamaya çalıştığımız “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâre etmesi esâsına” yâni demokrasiye dayanan Türkiye devletini, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokrasiyle buluşturma fırsatı şimdi bir kez daha önümüzde.

Bu fırsatı kaçırmamak için, “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” hükmünü ciddîye almamız, doğru kavramamız gerek. 1982 Anayasası, 5. Maddesinde “devletin temel amaç ve görevleri” arasında “cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak”tan söz ediyor, sanki devlet, cumhuriyetten ayrı bir varlıkmış gibi. Oysa doğrusu 1. maddede yazılı, devlet ile cumhuriyet ayrı ve farklı değil, cumhuriyet sâdece bir hükûmet şekli değil, devletin kendisi. Benzer bir tuhaflık vatandaşlık ile ilgili maddede de var. O maddeye göre devlet, “Türk devleti”. Oysa birinci maddedeki değiştirilemez hükümdeki ifâde doğru, devlet Türkiye devleti.

Fark yok mu? Çok fark var. Yine Merhum Bület Tanör’ün eserine atıf yapacağım. O’nun da vurguladığı üzere devletin adının 1921’de Türkiye olarak seçilmiş olmasının anlamı, “farklılıkların birlikteliği”ni ifâde etmesi bakımından özel bir anlam taşıyor.

Anayasanın kendi içinde bir çelişki yaratan “Türk devleti” ifâdesi, Cumhuriyet’in 1921’deki başlangıcında yapılan tercihteki mânâya uymuyor. Bu çelişkilere bir de son zamanlarda iyice yaygınlaşan, yaygınlaşmanın ötesinde, kânun metinlerine de sirâyet ederek normatif bir anlam kazanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” gibi düpedüz yanlış bir terimi de ekleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti, devlettir, Türkiye Devleti Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti dediğimizde devleti zâten anlatmış oluyoruz, atlı süvâri gibi “cumhuriyeti devleti” demek açık bir yanlış. Neredeyse galat-ı meşhur hâline gelmiş olan bu yanlış, Cumhuriyet’in farklılıkların birlikteliğini ifâde eden Türkiye ülkesi üzerinde kurulmuş, eşit yurttaşlık idealine dayanan bir devlet demek olduğunu idrâk edemememize yol açıyor. Bu da, cumhuriyeti adına uygun bir biçimde demokrasi ile bütünleştirmek için karşımıza çıkan fırsatların kaçırılmasıyla sonuçlanıyor. Dilerim 2023 böyle olmaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi