Levent Köker
Cumhuriyet’in çelişkileri ve demokrasi sorunu
Türkiye Cumhuriyeti, şeklen 100 yaşında. 29 Ekim 1923 târihinde, yürürlükteki 1921 Anayasası’nın bazı maddelerinin daha açık ifâde edilmesi amacıyla değiştirilmesini amaçlayan bir kanunla îlân edilmişti. Dolayısıyla, Cumhuriyet’i îlân eden bu kanundaki ifâdeyi esas alarak, Cumhuriyet’in adı konmadan 20 Ocak 1921’de îlan edildiğini, yâni 103. Yaşını sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de, 1921 Anayasası, siyâsî ve hukukî anlamda tam bir devrim ifâdesi olan “kişi egemenliğinden millet egemenliğine geçiş”i gerçekleştirmişti.
1921 Anayasası’nın 1. maddesine işlenmiş olan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” temel normu uyarınca, yine bu Anayasa’nın 3. maddesinde kurulduğu duyurulan “Türkiye devleti”nin bir cumhuriyetten başka bir şey olabilmesi mümkün değildi. 29 Ekim 1923’te kabûl edilen kanun da zâten, adındaki “tavzihan tâdil” kelimelerinin gösterdiği üzere, 1921 Anayasası’yla kurulan “Türkiye devletinin hükûmet şeklinin” adını koymakta, özde bir değişiklik yapmamaktaydı.
Türkçe’deki “resmî” kelimesinin karşılığı olarak, Batı dillerinde bâzen “kaynağını bir (kamusal) makamdan (office) alan” anlamında “official”, bâzen de “(bürokratik) formalite” diye bizim de kullandığımız anlamda “formal” sözükleri kullanılmaktadır ama, bu ikincisinde “şeklî” anlamı da mevcuttur. Türkiye’de cumhuriyetin îlânını 29 Ekim 1923 günü gerçekleşmiş saymak da, resmî ve şeklî, yâni Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kabûl ettiği bir kanunla, “resmî” olarak gerçekleştirilmiş ve devletin yönetim şeklinin adını koyması anlamında da “şeklî” bir davranıştır.
1921 DEVRİMİNİN NİTELİĞİ
O halde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu 20 Ocak 1921 olarak tesbit etmek de pekâlâ mümkündür. Bu akıl yürütmeyi izleyerek, ittifakla bir “devrim” olarak nitelendirilen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin bu en önemli siyâsî ve hukukî kopuş noktasının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde biraz durmamız doğru olur. Evet, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, kişi egemenliğinden “millet” egemenliğine geçiş bir devrimdir ama bu, nasıl bir devrimdir?
Devrim kavramının, sosyal ve siyâsî teorideki pek çok kavram gibi, farklı ve zaman zaman da birbirleriyle çelişen tanımlamalarına rastlamaktayız. Bu, bir sürpriz değil. Çok kabaca, Marxist yaklaşım devrimleri üretim tarzı içindeki sınıf çelişkilerinin, elverişli koşulların “üstbelirlediği” (surdetermination) bir durumda yarattığı bir tür sıçrama sonucunu, siyâsî ve hukukî üst yapıda ortaya çıkan büyük dönüşümler olarak görme eğilimindedir. Buna göre devrimleri, önlerine “burjuva” veyâ “proleter” gibi sıfatlar getirerek tanımlayabiliyoruz. Bunun da ötesinde, bir de üretim tarzı içindeki sınıf ve “sınıf bilinci” oluşumlarının tam kristalize olmadığı târihî koşullarda gerçekleşen bâzı “devrim” niteliğindeki dönüşümler de, örneğin “tepeden devrim” gibi kavramlara kaynaklık edebiliyorlar.
Her halükârda, bir devrimin en somut tezâhürü siyâsî iktidarın el değiştirmesi ve yeni bir kurumsallaşmanın ortaya çıkması şeklinde gerçekleşiyor. Klâsik burjuva demokratik devrimleri olarak nitelenen Amerikan ve Fransız devrimlerinin önce bir başkaldırı ve ardından gelen anayasallaşma süreçleriyle târihteki yerlerini almaları bunun en iyi örnekleri. Kezâ, 1917 Sovyet Devrimi, bir yandan proleteryanın devrimci özne olarak târihe damgasını vurması olarak yorumlanabilirken, diğer yandan Çarlık kurumunun yıkılışı ve yerine “sosyalist cumhuriyet”in, tam adıyla “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”nin kurulması, yâni bir siyâsî ve anayasal dönüşüm ile kendisini somutlaştırıyor.
Türkiye’de de 1921, hem yeni bir devletin kurulması, hem de bu yeni devletin dayandığı temel meşrûiyet ilkesinin “millî egemenlik” olarak belirlenmesi ile, aslında “burjuva devrimi” kategorisine yakın duran bir dönüşümü belirliyor. Bununla birlikte, 1921 Anayasası’nın 1. maddesinde, “[h]âkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir” ifâdesinin hemen ardından, “[i]dâre ulûlü halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil idâre etmesi esâsına müstenittir” denilmiş olmasını ihmâl etmemek gerekmektedir.
1921 Anayasası ile ilgili meclis görüşmelerinde, “halk” kavramının sınıfsal bir anlam taşıdığı ileri sürülmüş ama Türkiye’deki sınıf çelişkilerinin örneğin kapitalist Batı’daki gibi burjuvazi-proletarya şeklinde olmayıp, bürokrasi (memûrîn sınıfı) ve halk biçiminde gerçekleştiği vurgulanmıştı. Aynı minval üzere, halkın “emeğiyle geçinen” kesimleri içeren bir kavram olduğu belirtildikten sonra, serbest meslek erbâbının durumu üzerinde fikirler ortaya atılmış ve yine halk denilince gayrimüslimlerin bu kavram içinde yer alıp almadıkları münakaşa konusu olmuştur.
Her ne olmuş olursa olsun, 1921 Anayasası ile kurulan “Türkiye devleti”, “millî egemenlik” temelinde “halkın kendi kendisini doğrudan yönetmesi” ilkesini benimsemiş, bu yönde vilâyet ve nahiyelerde -biraz da Sovyet deneyiminin etkisi altında- “şûra” kurumuna dayalı “özerk” idârî örgütlenmeye gitmiştir. 1921 Anayasası’ndaki bu yaklaşımın, Atatürk tarafından hazırlattırıldığı bilinen 1923 târihli bir anayasaya da aynen yansımış olduğunu bugün tesbit edebilmiş durumdayız.
ÇELİŞKİLER
1921 Anayasası, tam adıyla “Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu”, 1876 Anayasası’nı, yâni “Kanun-ı Esâsî”yi yürürlükten kaldırmamış, buna karşılık 1876’nın kendisiyle çelişmeyen hükümlerinin yürürlükte olduğunu belirtmişti. Açık olan nokta, yukarıda sözünü ettiğim, “millî egemenlik”, “doğrudan halk idâresi” ve “Türkiye devleti” ile ilgili düzenlemelerin tümü, 1876’nın Osmanlı devleti, vatandaşlığı ve padişahlık ve hilâfet makamları ile ilgili düzenlemeleriyle çelişmekte ve bunları hükümsüz bırakmaktaydı. Bu nedenle, 1923’te Cumhuriyet’in îlân edilmesi nasıl hem “resmî” ve hem de “şeklî” bir tasarruf idiyse, 1922’deki saltanatın ilgâsı da öyledir: “Millî egemenlik” geçerliyse, Padişahlık anlamında “kişisel egemenlik”, yâni saltanat zâten mümkün değildir.
Bununla birlikte, 1923’te Cumhuriyet îlân edildikten sonraki gelişmeler ve özellikle de 1924 Anayasası ile girilen yol, kökleri 1921 Anayasası’nda bulunan bâzı çelişkileri hem netleştirmiş, hem de sertleştirmiştir. Bunları, “egemenlik” ve “millet/halk” kavramları üzerinden gözlemleyebilmekteyiz.
Bilindiği gibi “egemenlik”, devletin yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin tekelde toplanmasını ifâde eder. Egemen odur ki, hiçbir kuralla bağlı olmaksızın kural koyabilir, uygulayabilir ve hüküm verebilir. Egemen, ünlü bir 17. yüzyıl düşünürü olan Thomas Hobbes’un dediği üzere, yeryüzündeki “ölümlü tanrı”dır. Egemenliğin bu niteliği, aslında onun Tanrı’ya âit olması gerektiğini de işâret eder. Çünkü, egemen yoktan kural vâr etmekte ve bununla tüm insanlar üzerinde bir zorlayıcı düzen icrâ edebilmektedir. Modernlik, bu Tanrısal niteliğin yeryüzüne inmesini, yâni sekülerleşmesini ifâde eder. Bu süreç İngiltere’de egemenliğin “Tâcın Parlâmento içine alınması” ile yaşanmış, ABD’de ve Fransa’da ise toplumun “kurucu iktidarı” ile monarşiyi yıkıp, cumhuriyeti kurmasıyla gerçekleşmiştir. Bizde ise, 1921’de monarşiyi “biçimsel olarak” yıkmadan başlayan sürecin çelişkileri sonradan belirginleşmiştir.
Egemenliğin millete âit olduğunu kabûl ettiğimizde, şuna da karar vermek zorunda kalınmaktadır: Millet, egemenliğini nasıl kullanacaktır? Burada, genel kabûl gören yaklaşım, millet egemenliğinin “temsilî kurumlar” üzerinden, yâni milletin temsilcileri aracılığıyla kullanılabileceğidir. Böylece, önemli bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Egemenlik, yâni sınırsız yaratma ve emretme gücünün sâhibi olan millet, inşâ ettiği bir “temsilî sistem” aracılığıyla ile egemenliğini bir anlamda yok etmektedir.
Buna karşılık, egemenliğin kullanımında 1921’deki esas “halkın doğrudan yönetimi”, bir anlamda “doğrudan demokrasi”dir. Bu usûl ise, egemenliğin pratikte her zaman devrede olabildiği bir siyâsî pratiği mümkün kılmakta, en azından böyle bir potansiyel taşımaktadır. 1921 Anayasası, “millî egemenlik” ilkesiyle birlikte benimsediği “doğrudan halk yönetimi” ilkesi arasında vârolan bir çelişkiyle doğmuş, 1924 Anayasası bu çelişkiyi giderip, millî egemenliği doğrudan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne teslim etmiştir.
1924 SONRASI CUMHURİYET VE DEMOKRASİ SORUNUMUZ
Türkiye’nin siyâset dilinde millet ve halk terimlerinin çoğu kez eş anlamlı olarak, dolayısıyla da birbirlerinin yerine geçecek biçimde kullanıldıklarını biliyoruz. Bu da 1921’deki egemenlik kavramı üzerinden sergilemeye çalıştığım temel çelişkiyi aşmamızda yardımcı olabilirmiş gibi görünüyorsa da, böyle olmuyor. Çünkü, millet ve halk egemenliği kavramları arasında, ilk burjuva demokratik devrimlerinden, aslında bu devrimleri önceleyen teorilerden, örneğin Jean-Jacques Rousseau’dan bu yana bildiğimiz ayrım ve bâzı zıtlıklar, Cumhuriyet’in biçimsel olarak îlân edilmesinden sonraki ilk anayasa olan 1924’ten îtibâren bizim de yakından bildiğimiz hususlar.
Türkiye tecrübesinde, egemenliğin “temsilî kurumsal” (TBMM’de tecelli etmesi gibi) özelliği ile “doğrudan halk yönetimi” (özerk vilâyet ve nahiye idârelerinin ve şurâ -dilerseniz “halk meclisleri” diyelim- sisteminin varlığı) arasındaki çelişkinin yanına eklenen bir diğer çelişki daha ortaya çıkıyor. Bu da, “millet” ve dolayısıyla “halk” kavramlarını ilgilendiriyor.
Bilindiği gibi millet, Osmanlı düzeninde bir “dinî topluluk” anlamına geliyor, Müslümanlar ve gayrimüslimler ayrımının “milletler sistemi” olarak adlandırılması gibi. Bu ayrım Cumhuriyet’in kuruluş sürecine de etki ediyor ve -farklı fikirler ileri sürülmüş olsa da- sonuçta gayrimüslimlerin “millet”e dâhil olmadığı yargısı gâlip geliyor. Bu galibiyet, Lozan Barış Andlaşması’na da damgasını vuruyor.
Millet içinde, “azınlık” olarak tanınmış olsalar da, “tam vatandaş” sayılmadıkları her zaman açıkça ifâde edilmiş olan gayrimüslimlerin uğradığı ayrımcılık bir yana, bir de “Müslüman” olduğu için ayrımcılığa mârûz kalmış ve hâlen de kalmakta olan kitleler var, LBA’ndaki dille söylersem, “Türkçeden gayri lisanla mütekellim Türkiye tebaası”, yâni “anadili Türkçe olmayan Türk uyrukları”.
Cumhuriyet, Osmanlı’nın dinî temelli millet kavramını dönüştürüp, bu dönüşüm üzerinden bir “Türk milleti” inşâ etmeye girişince, “egemenlik” kavramından doğan siyâsî kurumsallaşma çelişkisine (merkezî-temsilî organ egemenliği ile özerk halk egemenliği kurumları arasındaki çelişki) ek olarak, Türklüğün siyâsî bir kimlik olarak benimsenmesinden kaynaklanan çelişki -egemenlik millete âittir, millet de Türktür, yâni egemenlik Türklere âittir şeklinde, Hürriyet gazetesinin logosunda özetlenen “Türkiye Türklerindir” diye sonuçlanan bir çelişki- belirginleşmiş oluyor.
CUMHURİYET’İN DEMOKRASİ SORUNU
Egemenlik ve onun sâhibi olarak “millet” ve “halk” kavramları üzerinden ortaya koymaya çalıştığım bu sorunlar bugün gelinen noktada, tıkanmış gibi görünen bir demokrasi sorununun özünü oluşturmaktadır. Bu noktada, şu sorular gündeme geliyor: (1) Cumhuriyet, demokratik olmak zorunda mı? O günün şartlarında demokratik olabilir miydi? (2) Demokrasi her şeyin çözümü mü?
Kısaca, kavram olarak cumhuriyet, aksine olgusal kanıtlar olmakla birlikte, esâsen demokratik olmak zorundadır. Demokratik olmayan bir cumhuriyet, şeklen belki cumhuriyet olabilir ama aslında cumhuriyet değildir. (Yunancada bugün demokrasi, cumhuriyet anlamında kullanılmaktadır, ki doğrudur.) Türkiye 1921 Anayasası’nın izinde yürüyüp, o iz üzerinde hazırlandığı bilinen 1923 Anayasası taslağını hayata geçirerek demokratikleşmeyi o koşullarda ilerletebilirdi. Olmadı. Başlıca nedeninin Kürt sorunu olduğu kanaatindeyim ki, bugün de öyledir. Demokrasi bir kutsal çözüm reçetesi değildir. Demokrasi, insanların kendi ortak, kamusal hayatlarını kendi özgür irâdeleriyle karar alarak düzenlemelerine imkân veren dinamik bir meşrû politik örgütlenmenin adıdır. Türkiye Cumhuriyeti, şeklen 101. yaşını, özsel olarak da 103. yaşını sürmekte olduğu bugünlerde, işin özüne yakışır bir demokrasiye nasıl erişebileceğinin mücâdelesi içindedir. Bu yüzyıl, dilerim demokratik cumhuriyet yüzyılı olur.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.