Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Demokrasi şafaklarında hesaplaşma ve tasfiyeler
Bu sefer sonucu baştan söyleyerek başlayacağım.
Bir süredir burada işlediğim, Osmanlı ve Türkiye tarihinde demokrasi şafakları ile ilgili tespitlerden biri olan yandaş-karşıt senaryoları konusunda vardığım sonuç, bir başka tespit/gözlem olan ‘tasfiyeler’ söz konusu olduğunda da geçerlidir: Bazıları ‘devrim’ olarak adlandırılan önemli radikal dönüşüm noktalarındaki demokrasi tarihi şafaklarında yaşanan tasfiyeleri anlamak için bugüne kadar bize sunulan çerçevenin ötesini görmek gerekiyor.
Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinin radikal dönüm noktalarında yaşanan devrimlerin önce kendi evlatlarını yemesi misali (bazıları ölümcül) hesaplaşmalar ve acımasız tasfiyeler, devrime giden yolda veya devrim sırasında yaşanan mücadele süreciyle ve bu sırada yaşanan tasfiyelerden farklıdır.
Nitekim, Yunan mitolojisindeki Kronos veya Roma mitolojisindeki Satürn, iktidara gelmek için değil, eldeki iktidarı kaybetmemek için evlatlarını yer; yani yok eder.
1789 Fransız Devrimi sonrası iktidara gelenler arasında başlayan radikalizm yarışında başı çeken Robespierre’in onun acımasızlığına ayak uydurmayan Danton’u 1794 yılında giyotine göndermesine referansla, 1835 tarihli oyununun yazarı Karl Georg Büchner tarafından Danton’a söyletilmiştir "ihtilal Satürn gibidir, kendi evlatlarını yer" sözü. Zamanla devrimler sonrası yaşanan tasfiyeler için kullanılan “devrimler önce çocuklarını yer” sözü de çok uygun bir mesel olarak yerleşmiştir literatüre.
Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinde altı kez söken, ama her seferinde geceye evirilen şafaklarda yaşanan erk savaşları da muzaffer aktörlerin ‘zafer sonrası’ hesaplaşmalarına dayanır.
*****
Bazılarına sert bir savaşım ve rakiplerin tasfiyesi sonrasında ulaşılan dönüm noktalarında veya iktidar değişiminde kazananlar/muzafferler arasında yaşanan hesaplaşmaların radikalliği veya sertliği bu dönüm noktalarının devrim, ihtilal veya darbe olarak adlandırılmalarıyla yakından ilgilidir.
Bir reform ve barışçıl geçiş (evrim) sonrası yaşanan iktidar değişimi ve dönüşümü sırasında bu tasfiyeler genelde iktidardan uzaklaştırılma ile sınırlı kalır. Ancak devrim, ihtilal veya darbe olarak adlandırılan dönüm noktalarında yaşanan tasfiyelerde ise fiziki veya manevi olarak ortadan kaldırılmalara varan tasfiyeler söz konusu olur.
Son yıllarda, özellikle Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) aracılığıyla sürdürülen, bazen ‘sivil ölüm’ olarak anılan ve bazı mağdurlara ‘yaşayan ölü’ duygusu yaşatan acımasız cezalandırmalar/tasfiyeler, geçmişte vuku bulan ‘manevi’ tasfiyeleri bugün daha iyi anlamamızı sağlamaktadır.
Nitekim altıncı ve son demokrasi şafağı olan 2002 sonrasında muzaffer kesimler arasında yaşanan iktidar savaşında tasfiye edilen farklı kesimler, zamanla bu acımasız ve büyük oranda hukuksuz tasfiyelerin güncel örneğini oluşturur.
Muktedirler arasında yaşanan erk savaşında gündeme gelen ölümcül tasfiyelerde, her zaman ‘olağan şüpheliler’ de bir çırpıda harcanır. Türkiye’de de muktedirler arasındaki savaşta taraf olmasalar da ‘olağan muhalifler’ olarak solcular/devrimciler, Aleviler ve Kürtler bu tasfiyelerden ve sivil ölümlerden paylarını (adeta otomatikman) alır. Bu sadece günümüzde yaşanan bir gerçeklik değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca ‘rutin uygulama’ olarak karşımıza çıkmaktadır.
*****
Son şafaktan önceki iki demokrasi şafağının söktüğü 1950 ve 1960 dönüşümleri, her ne kadar bazen devrim, ihtilal veya darbe olarak anılsa da muzafferler veya yeni muktedirler arasında tasfiyeler konusunda bugünkü kadar acımasız olmamıştır.
Bizzat muktedirlerin içinden çıkarak dönüşümü ve kendilerince ‘büyük demokrasi devrimi’ni gerçekleştiren Demokrat Parti önderlerinin, hemen 1950 zaferi sonrasında tasfiyelere girişmemesinde İsmet İnönü ve ordunun sürmekte olan vesayeti/tehdidi ‘birleştirici unsur’ olarak elbette belirleyiciydi. Daha çok ‘kopmalar’ şeklinde görülen, yeni muktedirler arasındaki tasfiyeler esasen şafağın geceye evirilmesi sürecinde, yani 1953/4 sonrasında söz konusu olmuştur.
Öncü ve önder aktörleri yaptıklarını her ne kadar devrim veya ihtilal olarak ansalar da darbe olduğu tarihyazımında artık genelde kabul edilen 1960 askeri müdahalesi sonrası yaşanan darbeci subaylar arasındaki erk savaşı da önemli tasfiyelere yol açmıştır. Ancak bunları ‘sivil ölüm’ olarak adlandırmak mümkün olmadığı gibi, geceye evirilme çok uzun sürdüğü için tasfiye edilenlerin çoğu zamanla önemli aktörler olarak siyasi, iktisadi ve sosyal hayatta söz sahibi olmuşlardır.
*****
Bence bir mesel olarak devrimin önce evlatlarını yemesi sözü, en çok 1920-23 demokrasi şafağı için geçerlidir.
Uluslararası güçler, İstanbul hükümeti ve alternatif (potansiyel veya aktif) yerel güç/erk odakları ile girişilen oldukça karmaşık, zorlu ve şiddetli iktidar savaşı sürecinde tüm karşıtlar bertaraf edildikten sonra 1922 yılı güzünde elde edilen nihai zaferden sonra muzaffer Ankara Devleti (TBMM ile hükümeti ve ordusu) önderleri arasında büyük bir tasfiye süreci başlamıştı.
1920-21 yıllarından itibaren özerklik veya özgürlük mücadelesi veren alternatif güç odaklarının, 1922 güzünde işgalci Yunan ordusunun ve ardından 1922 Kasım’ında saltanatla birlikte İstanbul Hükümetinin bertaraf edilmesinden sonra, Ankara’daki ‘muzafferler’ arasındaki erk savaşı da yeni bir evreye girmişti. Daha önce sadece alternatif güç odaklarını değil, Çerkes Ethem gibi bir zamanlar Ankara’nın parçası olan aktörleri de bertaraf etmiş olan yeni muktedirler arasındaki erk savaşımı artık yeni bir nitelik kazanmıştı.
Başından beri TBMM’de farklı seslerin duyulmasını sağlayan ve zamanla Mustafa Kemal önderliğinde bir kesimin diktatörlük niyetleri/amaçları temel kaygıları haline gelen heterojen İkinci Grup, sessiz sedasız ve tedrici bir şekilde tasfiye edildi. Çünkü 1923 yılında birinci TBMM’nin kendini dağıtması Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Grup için inanılmaz kolay bir ‘çözüm’ olmuştu. Bu tasfiye sürecinde yaşanan Ali Şükrü Bey Olayı gibi tekil vakalar, bu süreçte tasfiyelerin ölümcül nitelik kazanabileceğini göstermiştir.
1923 yılında tek başına iktidarı garantileyen Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Grup içinde yaşanacak tasfiye süreci kanlı olmayacaktır belki. Ancak, ne kadar küçülürse küçülsün devrim süreçlerinde çekirdek grup içindeki iktidar savaşımının bitmediğini bir kez daha göstermiştir.
Muktedirler arasında yaşanan tasfiyeler daha sonra bize yandaş-karşıt senaryolarıyla farklı şekilde sunulsa da özellikle bu aşamada artık ideolojik ayrılıkların değil en çıplak ve kaba haliyle kişi ve gruplar arası rekabetin belirleyici olduğunu daha önce yazmıştım.
Dönem kaynaklarına ve son yıllarda yayınlanan eleştirel literatüre dayanarak herkes (ideolojik fanatizm köreltmemişse) şunu kolayca görebilir: Nihai olarak 1923 Ekim’inde Cumhuriyetin ilanı, esasen bu tasfiye sürecinde bir hamledir. Onca bertaraf edilmiş rakip ve tasfiye edilmiş dosttan sonra kendileri de bu sürecin sorumluları olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, uzun süre rahat nefes alamayacakları bir dışlanma sürecine gireceklerdir. Bunu ‘sivil ölüm’ olarak adlandırmak doğru olmayabilir. Ancak o konumdaki komutanların o süreçte yaşadıkları bugün artık ‘dostlar tarafından acımasızca yaşatılmış mağduriyetler’ olarak faklı bir gözle okunabilmektedir.
Muktedirler arasındaki erk savaşımının 1920’lerde sürdüğünü hatırlatarak bu dönemi bitireyim: 1924 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1926 İzmir Suikastı yargılamaları ve en son 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri, o dönemlerde iktidarın bir parçası olan kimi muktedirlere aslında erke ve hayata pamuk ipliğiyle bağlı olduklarını göstermek için kullanılan araçlar olmuştur.
*****
Son olarak Osmanlı dönemi demokrasi şafaklarına gelince, 1876-78 demokrasi şafağı (I. Meşrutiyet) sırasında muktedirler (daha doğrusu darbeciler) arasında yaşanan rekabet, belki de Cumhuriyet dönemindekilerden daha çok ideolojik farklara veya fikir ayrılıklarına dayanıyordu.
Ancak tasfiyeler kendi aralarındaki savaşımdan kaynaklanmadı: Zaten çok kısa süren ilk demokrasi şafağının daha başında yaşanan, dışsal faktörlere bağlı ve/ya kendiliğinden tasfiyeler, birkaç ay içinde Mithat Paşa önderliğinde darbecileri/devrimcileri ve ‘zoraki meşrutiyetçi’ I. Abdülhamit’i iktidarın iki güçlü önderine dönüştürdü.
‘Dışsal faktörlere bağlı’ ve/ya ‘kendiliğinden’ tasfiyeler derken kastettiğim, 30 Mayıs 1876 darbesinin sonrasında oluşan yeni iktidarın önemli ortaklarından Hüseyin Avni Paşa’nın ‘kişisel’ bir suikastla Haziran ayında ortadan kaldırılması ve ‘aydın meşrutiyetçi’ padişah olarak tahta geçirilen V. Murat’ın akıl sağlığıyla ilgili sorunlar nedeniyle üç ayın sonunda tasfiye olması gibi gelişmelerdir.
*****
Demokrasi tarihinin ikinci demokrasi şafağı olan 1908 sonrası birkaç yılda (yani II. Meşrutiyet sonrası birkaç yılda) muktedirler arasında yaşanan tasfiye süreci, iktidarın el değiştirmesinin tedrici olması ve yeni muktedirlerin erk üzerinde dolaylı hakimiyeti (Sina Akşin’in deyişiyle denetimli iktidar’) nedeniyle kısaca özetlenemeyecek kadar karmaşık yaşanmıştır.
Ancak bu dönemle ilgili ayırt edici bir özelliğe dikkat çekmek için, kavramsallaştırma konusunda önemli bir sorunu not etmek isterim: Esasen bir kuşak olarak Jön Türkler ile onun parçası bir örgüt olarak ‘İttihatçılar’ özellikle popüler anlatılarda yanlışlıkla özdeşleştirildiği için, diğer birçok konuda olduğu gibi iktidar savaşımı ve bu süreçte tasfiyeler konusunda da kavram karmaşası sağlıklı tartışmayı ve iletişimi engellemektedir.
1908 devriminin/dönüşümünün önderleri veya belirleyici aktörleri olarak sadece İttihatçıları değil, onları da kapsayan bir kuşak olarak Jön Türkleri kabul edersek, yeni dönemin muktedirleri arasındaki erk savaşımı bu yazının dolaysız konusu olur. Tek bir yazıda ele alınmayacak bu savaşımda kısaca şunu söyleyebilirim: İttihatçı olmayan tüm Jön Türklerin tasfiyesi ile biten dört-beş yıllık bir süreç yaşanmıştır.
Diğer yandan, söz konusu demokrasi şafağının önderleri ve yeni (dolaylı) muktedirleri olarak sadece bir örgüt olarak İttihatçıları kabul etmemiz durumunda ise İttihatçılar arasında tasfiye sürecinin diğer dönemlere göre çok daha hafif yaşandığını ve asıl tasfiyelerin şafağın geceye evirildiği dönemde, daha çok ‘kopmalar’ şeklinde yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu yönüyle 1950 sonrası yaşanan kısa demokrasi şafağıyla benzerlikler taşıyan 1908 sonrası dönemde muktedirler arasında sert iktidar savaşı ve tasfiyelere rastlanmaması aynı nedene dayanır: İktidar değişimi sonrası tamamen tasfiye edilememiş olan müesses nizam aktörleri (kurum ve kişiler) yeni muktedirler için sürmekte olan bir tehdit olarak ‘birleştirici unsur’ rolü görmüştür.
*****
Bu anlatılanlardan yola çıkarak şu sonuca varmak mümkün olabilir: Muktedirler arasında ‘devrimin evlatlarını yemesi’ derecesinde sert bir savaş(ım) olasılığının yüksekliği, iktidar değişiminin kesin ve geri dönüşsüz olması veya rakiplerin tamamen bertaraf edildiği duygusu ile doğru orantılıdır.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])