Levent Köker
Dil Yâresi: Kılıçdaroğlu’ndan bir mesaj mı var?
“Gelinir, TBMM'de kürsüde konuşulur. İngilizce ise Fransızca ise parantez içinde yazılır. Konuşma metninin içinde Kürtçe geçtiğinde 'bilinmeyen dil' deniliyor. Allah aşkına bu ülkenin insanların vicdanına sesleniyorum; TRT Kürdi diye bir kanal var. Yayın yapıyor bu. Nasıl olur da bilinmeyen dil yazıyorsunuz? Binlerce yıldır konuşulan dile niye bilinmeyen bir dil yazıyorsunuz? Devlete çifte standart yakışmaz arkadaşlar! Doğru değildir! Herkesin diline saygı göstereceksiniz. Evet resmi dilimiz Türkçe, ama siz devlet olarak çifte standart kuramazsınız. Vatandaşlarınızı ayırıyorsunuz demektir. Bir grup insanı bir grup insana düşman ediyorsunuz demektir. Bu, emperyal güçlerin Türkiye'ye oynadığı bir oyundur. Bu oyunu bozacağız. Herkes rahat olacak bu ülkede. Yeni bir başlangıç yapacağız. Ahlâklı, demokratik, kucaklayıcı bir başlangıç...”
Yukarıdaki sözler Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun HDP Eş Genel Başkanları ile TBMM’nda yaptığı görüşmeden sonra yaptığı açıklamada yer alıyor. Türkiye’nin temel yaralarından birine doğrudan değiniyor. Kanımca çok önemli bir değerlendirme; önemi Türkiye’nin çok temel sorunlarından birine, dil sorununa doğrudan seslenen, bu sorunun farkında olduğunu bize iletmek isteyen bir değinme. Kılıçdaroğlu’nun bu demecinde atıfta bulunduğu dil Kürtçe ve Kürtçenin statüsünün belirlenmesi, yine Kılıçdaroğlu’nun bu demecinde değindiği üzere, çözümü için TBMM’nin adres olarak gösterildiği “Kürt Sorunu”nun iki büyük bileşeninden biri. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun dil sorununa temas ederken, bunun da farkında olduğunu ve Kürt sorununun çözümüne yönelik olumlu bir mesaj verdiğini düşünmek de mümkün. Acaba bu, fazla iyimser bir bakış olarak nitelenebilir mi? Kılıçdaroğlu’nun demecinde işâret ettiği sorunun kökleri, evrimi ve geleceği üzerinde bâzı hususları netleştirmek yerinde olacaktır. Böylece, Kılıçdaroğlu’nun bu paragraftaki sözlerinin nasıl bir mesaj içerdiği üzerinde de mâkûl bir değerlendirme yapabiliriz sanıyorum.
KURULUŞTAN GÜNÜMÜZE DİL SORUNUNUN EVRELERİ
Süreci Osmanlı’nın ilk anayasasında resmî dilin Türkçe olduğuna, bütün Osmanlı vatandaşlarının devlet memuru ve mebus (parlâmenter) olabilmek için Türkçe bilmek zorunda olduklarına dâir hükümleri hatırlatarak başlatabiliriz. Bu açıdan, 1876 târihli Kamun-ı Esâsî, Türk millî devletine doğru gidişin ilk evresi sayılabilirse de asıl büyük paradigmatik değişim Lozan Barış Andlaşması ile olmuştur. Burada, toplumun Müslüman çoğunluk-gayrimüslim azınlıklar diye ayrılması ve gayrimüslim azınlıklara “anadili” haklarının tanınmasına karşılık Müslüman çoğunluk içinde anadili farklılıklarının inkârı ve bu farklılıkların Türkçe içinde eritilmesi yönünde, terim yerindeyse, bir “türdeşleştirme paradigması” inşâ edilmiştir. LBA’ndan 1982 Anayasası’na kadar da bu paradigmanın çeşitli biçimlerde eğitim başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkiler alanına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz.
1982 Anayasası ile birlikte, dil konusunda ilk defâ anayasa düzeyinde bir yasaklama getirildiğini görmekteyiz. Bugüne kadar çok sayıda maddesi pek çok kez değiştirilmiş olan bu “Cunta Anayasası”nın 42. Maddesinin son fıkrasına göre, “Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Bununla ilgili önce bir noktayı vurgulamak isterim. Bilindiği gibi 1982 Anayasası, Danışma Meclisi (DM) ile Millî Güvenlik Konseyi’nden (MGK) oluşan iki kanatlı bir kurucu iktidar tarafından yapılmıştı ve halk oylamasına gidecek metni belirlemek bakımından son sözü MGK söylemişti.
İşte, anadilinde eğitim yasağı diyebileceğimiz bu kural, DM taslağında yer almıyor, AY metnine MGK tarafından ekleniyordu. İlginç bir husus, MGK bu eklemeyi yaparken hangi gerekçeyle bunu yaptığını da açıklama gereği duymamıştı. O yüzden özellikle bu konuda açıkça “Cunta Anayasası” terimini kullanabiliriz. Bu bağlamda, hatırlatmak isterim ki Cunta, 1983’te çıkardığı bir kanunla Kürtçeyi yasaklamıştı. Böylece, “kanunen yasaklanmış dil” diye bir hukukî statüye kavuşmuş olan Kürtçe üzerindeki bu yasak, 1991’de ANAP döneminde kanunun ilgâ edilmesiyle kaldırılıyordu.
Sürecin bundan sonraki evresinde ise, “yabancı dil öğretimi” kanununun adının ve içeriğinin değiştirilmesi sûretiyle, Kürtçe de dâhil olmak üzere, Türkiye vatandaşlarının sâhip oldukları anadillerinin öğretilmesi mümkün hâle getirilmiş ve nihâyet TRT’de 7/24 Kürtçe yayın yapan bir kanal açılmıştır. Zamanında askerî üst bürokrasi tarafından zararsız kültürel açılım olarak nitelenen bu gelişmelerle birlikte Kürtçe, Türkiye vatandaşlarının diğer anadilleri gibi, siyâsî propaganda da dâhil pek çok alanda kullanılmaya, hattâ üniversite bölümlerinde incelenmeye, öğrenilmeye ve öğretilmeyi başlanmıştır. Fakat, ilginç bir nokta ile birlikte: Kürtçe de dâhil, Türkiye vatandaşlarının “anadilleri”, “kanunen yasaklanmış dil” statüsünden kurtulsalar da, anadilleri olarak görülmemektedir. Bu diller, mevzuatta “farklı dil ve lehçeler” olarak veyâ “yaşayan diller” olarak geçmektedir. O kadar ki, 2014’te yapılan bir değişiklikle bu “dillerle eğitim” yapmanın önü açılmıştır ama bir şartla, bu dilleri asla “anadilleri” olarak adlandırmamak kaydıyla.
KILIÇDAROĞLU’NUN HAKLI ÇIKIŞI: DEVLET ÇİFTE STANDARD KURAMAZ
Kılıçdaooğlu, yukarıya aldığım konuşmasında devletin çifte standard kuramayacağını haklı olarak vurguluyor ve bunu, TBMM tutanaklarında Kürtçe sözlerle ilgili olarak “bilinmeyen bir dil” ibâresinin kullanılmasına karşı yapıyor. Yerden göğe kadar haklı. Ben, bu haklılığı bir adım daha ileriye götürmek ve 1982 AY’ndaki “anadilinde eğitim yasağı”nın da aynı ölçüde bir “çifte standard” kurduğunu söylemek isterim. Bugün Türkiye’de resmî dil Türkçe’dir. Eğitim dili de, zorunlu temel eğitim dâhil Türkçe’dir ama yasalar Türkçe dışındaki dillerle de eğitim yapılmasına izin vermektedir. Hepsi, “eğitim ve öğretimin birliği” uyarınca devletin gözetim ve denetiminde olan tüm okullarda, her düzeyde, Türkçe ile bir başka dilin birlikte kullanıldığı, terim yerindeyse iki dilli eğitim veren kurumlar bulunmaktadır.
Bunların bir bölümü, kendi “anadiillerinde eğitim” hakkına sâhip olan gayrimüslim azınlıkların okullarıdır. Buradaki çifte standard şudur: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kişiler eğer gayrimüslim azınlıklara mensuplarsa, anadilinde eğitim hakkına sâhiptirler. Buna karşılık, azınlık mensubu olmayan vatandaşların, örneğin Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların, Arapların “Türkçe dışında anadilinde eğitim hakkı” bulunmamaktadır. Bu vatandaşlar arasında, Kılıçdaroğlu’nun yakındığı gibi, bir ayrım yaratmak değil midir? Bu ayrım ve onun temelinde kurulan çifte standard aynı zamanda en belirgin bir ayrımcılık değil midir?
Bir diğer gariplik ise, zorunlu temel eğitim de dâhil, tüm eğitim-öğretim kurumlarında iki dilli eğitimle ilgili algı bozukluğu. İki dilli eğitimin, hattâ çok dilli eğitimin, içerdiği sorunlar yanında insan gelişmesine sağladığı katkıları gibi hususlar bir yana bırakılırsa, şu anda Türkiye’de temel eğitim düzeyinde iki dilli eğitim-öğretim yapan pek çok kurum bulunmaktadır. Bunların bir bölümü Osmanlı döneminde kurulmuş Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan vb. ulusların dilleriyle eğitim yapan okullardır veyâ Galatasaray gibi Türkçe-Fransızca eğitim yapan bir devlet okuludur. Diğer bâzıları da Cumhuriyet döneminde kurulmuş olan, Türkçe-İngilizce, Türkçe-Fransızca vb. iki dilli eğitim yapan okullardır. Bu okulların varlığı ve göreli başarıları ortadayken, Türkiye vatandaşlarının Türkçe dışındaki anadilleriyle eğitim yapılmasına karşı çıkılmasını anlamak mümkün değildir. Bu de bir diğer “çifte standard” düzeyidir.
ASIL SORUN: TÜRKÇE’DEN BAŞKA BİR DİLİN ANADİLİ OLMASININ VERDİĞİ RAHATSIZLIK
Kılıçdaroğlu’nun haklı karşı çıkışındaki çifte standardın sâdece TBMM tutanaklarında değil, tüm eğitim sisteminde ve daha genel olarak sosyal kamusal alanlarda geçerli olmasının temelinde, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun, Türkçe dışındaki bir dilin anadili olarak kabûl edilmesinden duyduğu rahatsızlık yatmaktadır. Bu rahatsızlık, özellikle Kürt sorunu bağlamında cereyan eden her tartışmada, Kürtçe anadilinde eğitim hakkının tanınması gündeme geldiğinde kendisini açığa vurmaktadır. İşin daha vahimi, sözünü ettiğim yaygın rahatsızlığın sosyal ve kamusal alanlarla sınırlı kalmayıp, yüksek yargı organları düzeyinde, hukuk düzeninin içine yerleşmiş olmasıdır.
Örneğin, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2005 yılında verdiği bir kararında, Türkiye’de Türkçe ’den başka bir anadilinin varlığını ileri sürmenin Türkiye’de farklı hakların varlığını ileri sürmek anlamına geleceğini, bunun da Anayasa’nın 3. Maddesindeki “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kuralına aykırı olacağı yorumunu yapmıştır. Buna karşılık, LBA, “anadili Türkçe olmayan Türkiye uyrukları” terimini, devletin resmî -paradigmatik- yorumunun aksine, çok açık bir biçimde, sâdece gayrimüslim Türkiye vatandaşları için değil, bütün vatandaşlar için geçerli bir terim olarak kullanmaktadır.
Verdiğim örnekteki Yargıtay kararı ile LBA arasındaki çelişki, Kılıçdaroğlu'nun karşı çıktığı "çifte standard"ın bu denli kapsayıcı ve bu denli yerleşik olmasını da açıklamaktadır. Bu çelişki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının farklı anadillerinin mevcut olduğu gerçeğini kabul ve bunun siyasi hukuki gereğini yerine getirmekle aşılabilir. Acaba Kılıçdaroğlu, "Yeni bir başlangıç yapacağız. Ahlaklı, demokratik, kucaklayıcı bir başlangıç..." derken böyle bir geleceği mi işaret etmektedir? Umalım öyle olsun.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız"