'Dünya yıkıntılar arasından görünen yerdir'

Eylem Ata Güleç’i 'Uzak Değil' kitabıyla tanıdım. Tam üç yıl sonra 'Yanımda Kal' dedi okurlarına. Birbirine seslenen, bağlanan ve dağlayan öykülerin her birinde bir tanığın sesi, gözü ve dili kendi yatağından çıkarma çabası var.

Marc Nichanian, ‘Edebiyat ve Felaket’ kitabında (İletişim Yayınları) cevabını şıp diye veremeyeceğiz sorular sorar ve okuru altından kalkılması zor bir yükle baş başa bırakır. Misal: “Tanıklık etmenin imkânsızlığına nasıl tanıklık edilir? …Bunun, dilin sınırında konumlanan bir dilsel edim olması gerekir; felaket ile yüz yüze geldiğinde bu sınırı kendinde deneyimleyen bir edim olmalıdır. Tanıklığın ötesinde yer alan bu dilsel edim (çaresizliği ve imkânsızlığı kendi bünyesinde deneyimleyen bu dilsel edim)…edebiyattır.”

Nichanian’ın tarifiyle “Dilin bünyesi” benim gözümün önüne koca gövdesi ve derinlerdeki kökleriyle çınar ağacı gibi geliyor. Üstüne tırmanmak, gölgesine sığınmak, başımı yaslamak, kollarımı dolamak, dinlenmek, dinlemek istediğim bir ağaç. Dili böyle hayal etmekle onu kullanırken yaşadığım çaresizlik hissinden ya da imkânsızlık gerçeğinden de kurtulmaya mı çalışıyorum acaba? Ele güne karşı sorduğum bu sorunun cevabını hâlâ bulmuş değilim ancak yazarak ya da yazdıkça arıyorum.

Bence Eylem Ata Güleç’in yazdığı öykülerin her birinde de bu sorular, buna benzer bir çaba satır aralarında gizli; bir çaresizliği, bir imkânsızlığı omuzlayan ve altından anlatarak kalkmaya çalışan bir yazar Güleç. Onu 2021’de Antalya Edebiyat Günleri ödülü alan 'Uzak Değil' (YKY) kitabıyla tanıdım. Her sene bir kitap çıkarmaya yemin etmiş olmadığından tam üç yıl sonra 'Yanımda Kal' (YKY) dedi okurlarına. Birbirine seslenen, bağlanan ve dağlayan öykülerin her birinde bir tanığın sesi, gözü ve dili kendi yatağından çıkarma çabası var. Ona kendime sorduğum soruyu değil, merak ettiklerimi sordum, buyurun:

61wfmezgudl-ac-uf10001000-ql80.jpg
Yanımda Kal, Eylem Ata Güleç, 96 Syf., Yapı Kredi Yayınları, 2024

- Coğrafya kaderdir kalıbını yerinden söken ve okurları ince bir sızı, derin bir kederle baş başa bırakan öyküler yazıyorsun. Seni alsam Diyarbakır’dan kaçırsam; öykülerinin dili, derdi değişir mi Eylem?

Öykülerim hakkındaki yorumun için teşekkür ederim. Buna benzer bir soru geçen hafta Kızıltepe’deki söyleşimizde de soruldu. Bu nedenle üzerine düşünme fırsatı bulduğum bir konu. Yazdığımız şeyin zihnimizdekilerle -bazen bildiğimiz bazen yarım yamalak farkında olduğumuz bazen de bilinçdışımızdan gelen şeylerle- ilgili olduğunu düşünürsek yazdıklarımızın belleğimizde depolananlardan ibaret olduğu sonucuna varabiliriz gibime geliyor. Benim belleğimin Diyarbakır’da olan/ biten/devam eden yaşantılarla dolup taşması kişisel hafızamın toplumsal olanın içine göçmüş olduğunu gösteriyor sanki. Birbirine dolaşmış girift bir şema çıkıyor ortaya. Ancak sadece bu mu? İnsanın kendini kurduğunu/yaptığını düşünüyorum. Zihnimize neye nasıl tepki vereceğini öğretebiliriz. Bu kurulumda –Haraway’ın söylediği gibi söylersek oluş ve yeniden oluşta- deneyimlerin adlandırılması ve açığa çıkma biçimi önemli oluyor. Oluşumuza ve yeniden oluşumuza geçmişi yapılandırarak başlarız, sonra bugüne düşen izlerini görmek mümkün olabilir. Nihayetinde oluşumuz şekillenirken bize dünya mirası kaynaklar, mitler, arketipler, kitaplar da eşlik eder. Öykülerimin dilinin, derdinin değişmesi için Eylem’i Diyarbakır’dan kaçırman yetmez. Eylem’in niyetlerini, düşünme olanaklarını, kaynaklarını ve kitaplarını da elinden alman gerekir. İşte o zaman coğrafya kader olur. Oysa şimdi coğrafya oluş mücadelesi veren ve bunun farkında olan anaokulundan üniversiteye her yaştan öğrenciyle dolu, çok sınıflı ve sınıfları sıkış tepiş kalabalık bir okul gibi görünüyor bana.

- Büyüme sürecimize eşlik eden çocukluk hafızası, çocuk gözü ve dili seni çok ilgilendiriyor gibi hissediyorum. Rüzgâr Eserse öykündeki çocuk ya da Ahiret Ana’ya bakan çocuk aynı zamanda memleketin en sert gerçekliğine de bakıyor, yanılıyor muyum?

Yanılmıyorsun, öyle. Hani diyorlar ya, bir kez, çocukken dünyaya bakarız gerisi hatıradır. Bizim çocuklarımızın baktığı dünya dediğin gibi sert bir dünyadır. Dünya yıkıntılar arasından görünen yerdir. Tarifi zor hatta açıklanamaz, anlatılamaz, yazılamaz olandır. Ama ve yine de anlatılamayanı nasıl anlatsak, diye düşünüyorum. Anlatılamayacak olanın sınırında doğuyor çocuk karakterlerim. Onlar dünyaya bakmaya çalışırken ben onların içlerine bakmaya çalışıyorum. Hayatta kalabilmek için zihinlerine öğrettikleri yan yolları, düşünme biçimlerindeki örüntüyü, örüntünün sekteye uğradığı bozulmaları, tam da o bozulma anlarını bulmaya çalışıyorum. Haliyle çocuk karakterlerim psikolojik açıdan sınır kişilikler oluyor. Gerçek ile kurmacanın arasında sınıraşımı formlar. Kimyada atom altı tanecikleri anlatırken ilkin şöyle deriz; bir elektron belirli bir enerji katmanında bulunur. Katmanların arasında bulunamaz. Bir merdivenin iki basamağı arasında duramayacağımız gibi. Ya birindesinizdir ya ötekinde. İşte çocuk karakterlerim o iki katman arasında hayatta kalmaya çalışan çocuklardır.

Mekân politik bir figür olarak öykülerinde baş köşeye kuruluyor. Safra öykündeki psikiyatri odası ya da Kalıntılar’daki kapıcı dairesi hemen aklıma gelenler; yazmaya oturmadan önce sahneler mi görüyorsun yoksa önce karakterler mi beliriyor zihninde?

İkisi de oluyor. Bazen karakteri yerleştirmek için sahne tasarlıyorum. Bazen de mekânda hayat bulabilecek karakter kovalıyorum. Mekânlar bir bakıma metnin iç zamanını ve aurasını açığa çıkarma niyeti taşıyorlar. Âna denk düşen aktif bir öykü bileşeni olarak okunsunlar istiyorum. Çünkü mekân anımsanan yaşantıların tanıklığını üstlenir. Hatırlama ve yeniden anlamlandırma süreçlerinin gerçekleştiği fiziki ortamdır. Mekânın imgeyi canlandıran, geçmişten parça koparmayı, geçmişe ulaşmayı sağlayan işlevleri oluyor. Anımsanan şeyin tam olarak nerede gerçekleştiği öykülerimin meselelerinden biridir. Geçmişin ne anlama geldiği, nasıl işlendiği/işleneceği, düşündürecekleri ve yaratacağı duygulanımların bir boyutu olarak mekân hafızanın olduğu kadar öykünün de temel bileşeni olarak konumlanıyor. Seçilen mekân karakterlerin ancak o mekân içinde en iyi açığa çıkmasını sağlayacağı için seçilir/tasarlanırsa öykünün vurucu etkisine katkı sağlar. Nihayet öykü yazmak bir dünya tasarlamaksa bu tasarımın bir şeyleri temsil etmek, açığa çıkarmak, göstermek gibi bir niyeti olmalı. Bu niyet ister gerçek olsun ister hayali bir mekânda gerçekleşecektir. Öyküyü iyice kuşatan bir mekân öykünün anlamının altını çizer.

Eylem’in cevapları üzerine gevezelik etmeye, fazladan yorum yapmaya hiç gerek yok. Öykülerindeki yalınlık ve derinlik neyse cevaplarında da aynı güzergahtan gittiği için kendisine huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Figen Şakacı Arşivi