Eleştiri, Öz(ne?) ve Özeleştiri

"Bizde eleştiri kültürü yok" diyenler, "yerli ve millî" kodlarında "eleştiri kromozomu" olmadığından; Müslüman, Sünni, Türk, heteroseksüel, vb "başat" ve Gayrimüslim, Alevi, Kürt, LGBTQİ+, vb "çekinik" kalıtsal genlerden söz ediyorlarsa bu trajikomiktir.

“Büyük seçim” sonrası Türkiye’de sıcak gündemi kaplayan bazı konulara, birkaç ilintili kavram üzerinde hızlıca durarak bakalım mı birlikte?

Zaten “bizde eleştiri kültürü yok” lafı da oldukça uzun zamandır karşımıza çokça çıkıp duruyordu. Ne hikmetse bir türlü çekilmiyor zihnimizden. Gözümüzün önünden de kolay kolay da gideceğe pek benzemiyor.

Dolayısıyla bazı kavram-pratik ayrıştırmalarının genel olarak, yani gündemdeki ve siyaset dışı alanlar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Dahası, “toplumsal, kurumsal ve kişisel gelişme” açısından kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu iddia ediyorum.

Konu edineceğim bu sözcükler özellikle seçimden sonrası şu günlerde sıklıkla telaffuz edilmeye başladı medyada ve siyaset arenasında. Fakat öyle görünüyor ki kimlerin onlardan ne anladığı belirsiz. Aynı iletişim ortamlarında bile neye işaret etmek için kullanıldıkları birbirlerinden oldukça farklı duruyor.

Tabii tartışmaların niteliği ve yönleri de bunlara bağlı olarak son derece çeşitli. Dağınık ve karışık. Daha da önemlisi Türkiye’ye yarardan çok zarar veriyor.

O halde başlıktaki sırayı izleyerek bazı kısa notlar düşelim.

ELEŞTİRİ

Öncelikle toplumda eleştiri veya “kritik” bazı ender durumlar dışında, yani yaygınlıkla, “negatif duygu/anlam” yüklü görülüyor. Yapan için de alıcısı için de. Bazıları otomatik olarak saldırı gibi algılamaya koşullanmış adeta. Dolayısıyla derhal savunuculuğa veya karşı-saldırıya geçiliyor. Zaten yine çok sıklıkla eleştiriyi yapan da, yapılan da meseleye kişisel düzlemde yaklaşıyor.

Kaldı ki bugün Türkiye’de siyasetin yozlaşmasının ve toplumsal kurumların çürümesinin en önemli sebeplerinden biri de bu bence: Her iki durumda da, “sözde siyasi ve toplumsal analizlerde” sorunların lider veya diğer aktörlerin kişiliklerine indirgenmesi ve eşitlenmesi. Üsteliksözde eleştirilerinde keyfi biçimde şahsileştirilmesi.

Zaten toplum “akıllı eleştiri” meselesine geleneksel kültürel olarak yabancı. Eleştiriyi “kişiselleştiren” bireysel veya kolektif özneler de psikososyal yönlerden son derece “ham, kırılgan ve alıngan”. Siyasi-ideolojik açılardan da “dokunulmaz ve dogmatik” kaldıkları sürece, eleştirel geri-bildirimden beslenebilmeleri ve gelişebilmeleri olanaksız.

Kırılgan ve hassas özneler için eleştirinin önüne “pozitif/negatif”, “olumlu/olumsuz” veya ”yapıcı/yıkıcı” gibi sıfatları koymaya gerek duyulması bile başlı başına bir gösterge nitekim: Çatışmadan kaçınılan, ürkek, hassas, çürük bir psikososyokültürel yapıya ve dayanıksız, eşgüdümsüz, iç çatışmalı bir sisteme işaret eder.

Çünkü bu sıfatlar “niyet beyan etmek, okumak veya atfetmek” ile ilgilidir sadece. Gayet olumlu/olumsuz, iyi/kötü, vs niyetlerle yapılmış olsa da, her hangi bir eleştiriyi yapıcı veya yıkıcı kılacak olan, onu alan “öznenin bu dönütten beslenip beslenemeyeceği”dir. Kısacası, eleştiri ilişkisel bir süreçtir; eleştiren her ne, ne niyetle ve ne biçimde verirse versin. “Kaldı ki eleştiriye açık olmak” birey, kurum veya toplumlar için baş demokratiklik endekslerinden biridir.

Tabii ki, eleştiriye açık olmak” demek de “sen dilediğini söyle, ben bildiğimi okurum” demek değildir. Fakat eleştiriye açık olabilmek ve ondan yararlanabilmek için de her söylenen fikrin “eleştiri” niteliğinde sayılamayacağını ayırt edebilecek, yani eleştirel gelişmişlik seviyesinde olabilmek gerekir.

Örneğin, seçim öncesinde Kılıçdaroğlu’nun kendisi de sıklıkla eleştiriye açık olduğunu dile getirdi. Çalışma arkadaşları da onun notlar alarak herkesi sabırla dinlediğini söyledi. Kısacası, özellikle de “takiyyeci ve popülist araçsalcı siyaset karmaşası”nda çok zor işler bunlar. Ülkenin iktidar/muhalefet yarılmış kakofonik retorik ortamında öznel ve hassas dengeler, vesselam.

Öte yandan, “öznel” ve “özne” deyince akla geleneksel olarak sadece bireysel değil, siyasi partiler gibi kurumsal özneler de gelebilmeli. Onlar da farklı yöntemlerle fakat aynı biçimde yapısal, sistemik, davranışsal, vb açılardan değerlendirilip, eleştirilirler.

Eleştirilerin türleri bilişsel, duyuşsal, kuramsal, ideolojik, söylemsel, pratik, biçimsel, betimsel, vs. olabilir. Hepsini doğru ayıklayabilmeli ve analitik anlamda yerli yerinde kullanabilmeli.

Örneğin, sosyal medyada görebildiğim kadarıyla Demirtaş’ın “sansasyon yaratmış” açıklaması üzerine kendisine yöneltilen eleştirilerin çoğu duyuşsal ve kişiselleştirilmiş serzenişler. Bazı partililer “dışardan” konuşuyor diye söylediklerini değersizleştirmiş ve “kolektif öznenin dışına itmek, dışlamak” istemişler sanki. Oysa Demirtaş HDP’nin seçim öncesinde önerilerini dikkate almamış pratiklerini “içerden” eleştirmiş. Partinin temel ilkeleriyle bir sıkıntısı olmadığını söylemiş. Yani mülakatını hala “içerden/dışardan konuşan özne” konumunda vermiş.

ÖZ

Hazır “öz”, “özne”, “içerden/dışardan” ve “özne konumu” da demişken, “özeleştiri” bahsine geçmeden önce, biraz da bu sözcüklerle ilgilenelim bence.

Örneğin, Demirtaş’ın “özünde” derken kast ettiği daha çok gündelik dilde çok tekrarlanan “esasında, aslında” anlamında olsa gerek. Kendisinin, hem özellikle iktidarın son dönem retoriklerinde Kandil ve PKK ile HDP’yi bir tuttuğu “siyasi öz”den ayrı düştüğünü veya “değiştiğini”, hem de “partinin çizgisi” her ne ise ondan sapmadığını, fakat HDP’nin de hiç değilse strateji değiştirmesi gerektiğini ifade ediyor.

Hoş, iktidar CHP’yi ve başka muhalif grupları da “dışardan” terörle özdeşleştiriyor. Öte yandan, bu sebeple olmasa da CHP’nin “özüne dönmesi” gereğini “içerden” savunanlar Cumhuriyet’i kuran partinin kurucu ilkelerinden uzaklaştığını kast ediyor olmalılar.

“Öz” sözcük olarak bir şeyin temeli, ilkesi (İng. essence, substance, basic principle, vs) veya çekirdeği, ana maddesi (İng. core, extract, base, vs) karşılığı kullanılınca sorun yok kısacası. İkinci anlamında daha kuvvetli olmak kaydıyla, ”fıtrat” gibi nesnenin kendi içine kendisiyle özdeş gömüklük, nesnenin doğasına özgülük, ayrışmazlık ve değişmezlik çağrışımları da var.

Kimlik politikaları” ve ilgili toplumsal pratikler de nitekim yıllardır “özcü” (essentialist) oldukları için eleştirilirler. Çünkü din, mezhep, ırk, etnisite, cinsiyet, cinsellik gibi insani özellikleri (bazıları biyolojik veya doğal dahi olsalar) psikososyokültürel değişimlere kapalı, özsel, endojen ve kalıcı değerlermiş gibi popülist siyasette araçsallaştırılarak toplumları manipüle ettiler. Dolayısıyla ne birey, ne de grupların kendisi için özgürleştiricidirler.

Umarım “bizde eleştiri kültürü yok” diyenler, bununla bu toplumun özcü “yerli ve millî” kodlarında eleştiri kromozomunu kast etmiyorlardır. Biyolojik determinist, Darwinist ve eril tarihsel bir yazgıyla, Müslüman, Sünni, Türk, heteroseksüel, vb “başat” ve Gavur, Alevi, Kürt, LGBTQİ+, vb “çekinik” kalıtsal genlerimizden söz etmiyorlardır. Bir yandan “devrim veya evrim, ama illa ki değişim” deyip, kendilerini 21. yüzyılda trajikomik duruma düşürmüyorlardır.

Eğer öyleyse, o insanlar önce bununla yüzleşmeli. Kendilerini bu zihniyetten ve toplumsal habitustaki ilgili gündelik pratiklerinden özgürleştirmeli. Hele toplumsal dönüşümden, iyileşmeden ve gelişmekten filan hiç boş yere söz etmemeli. İnkara, düş kurmaya veya dışardan/içerden pre-modern, modern, post-modern, post-truth darbeli müdahaleleri beklemeye devam etmeli. Yani tıpkı GDO (Genetiğiyle Oynanmış Organizma) gibi! Özerk “özneleşmek” yerine, küresel neoliberal pazarın vahşi pazarlıklar ortamında “nesneleşmesini” ve başkalarını bir "ham madde" gibi beslemesini hızlandırmalı!

Bu açıdan bakıldığında da nitekim, özeleştiri bir tür oksimorondur: Bir yanıyla değişmez bir “öz”e bakışı, bir yanıyla değiş(tir)mek üzere değerlendirmeyi amaçlayan paradoksal bir sürece işaret eder.

ÖZELEŞTİRİ

Zaten “öz” sözcüğü “kendilik” yerine (İng. self) kullanılınca toplumda ayrıntı diye henüz önemsenmeyen fakat ciddi psikososyokültürel, felsefi ve siyasi sorunlara, hatta çözümsüzlüklere yol açıyor.

Benzer sorun öntakı olarak kullanıldığı bazı “çeviri-yorum” durumları için de çetrefilli. Yani tam da özeleştiride (İng. self-criticism) olduğu gibi.

Eleştiri dışarıdan ve başka bir özneye veya nesneye “mesafeli” bakılarak başlar. Yukarıda bir kısmını sıraladığım bakımlardan niteliğine göre içselleştirilir. Yani değerlendirmenin öznellik/nesnellik derecesine bağlı ve paralel olarak, reflektif “özeleştiri “gelişir veya gelişemez.

Başka bir deyişle özeleştiri de zaten kendisiyle yüzleşebilmek demektir.

İşte nitekim Oscar Wilde’ın da dediği gibi “insanın kendiyle yüzleşmeye yüzü yoksa, başkalarının hatalarıyla oynar durur.” Zaten bu “yüzleşmeye yüzü olmak” meselesi özneleşme süreci ile bir önkoşul gibi yakından ilintilidir. Her öznede de bu yeti kendiliğinden, aynı düzeyde veya türde gelişecek demek değildir. Hele söz konusu olan bir “kolektif özne” ise, özeleştirinin içerden/dışardan ve öznel/nesnel mesafe özelliği daha da ön plana çıkar.

Örneğin, bugünlerde CHP ve HDP başta olmak üzere muhtelif parti üyelerinin kimilerinin “özeleştiri”, kimilerinin “çok sert”, kimilerininse “çatlak sesler” dediği yüzleştirmeler başladı. Sandık güvenliğinden, kiralık milletvekili listelerinden, parti-içi yenilenmelerden tutun da ittifakların dağılmasına kadar.

Oysa bunların partili üyelerce yapılıyor ve parti/ittifak hakkında olması kolektif bünyece her hangi birinin benimsenmiş ve özümsenmiş olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla “özeleştiri” filan da pek sayılmaz. Geri-besleyemez henüz. Çünkü kendini “içerde” gören parçaları, bünye “dışına” atıyor. Veya tam tersi “yapıcı eleştiriyi; “dışında” ve “yıkıcı ve tahripkar saldırı” sayıp içine almıyor!

Hatta daha önce İYİP gibi başka “sözde iç hesaplaşma” örneklerinde de görüldüğü gibi, hem kamusal alanda, hem de ülkenin bekası açısından “çok kritik” denilen zamanlarda gerçekleşiyor.

Yani geleneksel olarak veya belli ki ayrışmamış feodal cemaat kültürlü AKP’de veya Cumhur İttifakı’ndaki gibi “kırılan kol yen içinde” tutulmuyor. Olası akortsuz sesler belki daha çıkmasına bile izin verilmeden “içerde” bastırılmıyor.

Salt bunlar bile “kurumsal ve toplumsal özneleşme” gibi demokratik süreçlerinin henüz başında olunduğunu gösteriyor.

Üstelik bize “istismar kurbanı” bir toplumun içerde “bile bile lades” tanıklık ıstırabını, dışardan yardım çığlıklarını, destek veya paylaşmak gereksinimlerini anlatıyor. Duyan var mı? Peki yardıma koşan?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi