Ertuğrul Özkök, Engin Ardıç, Ziya Gökalp ve döneklik

Ertuğrul Özkök özel döneklerdendir. Toplumda bir yere geldikten sonra dönmüştür ve yeni kimlik yaratmak yerine eski kimliği silmeye çalışmıştır. Engin Ardıç, dönemeyen dönektir çünkü hiç solcu olmamıştır. Bir de devşirme dönekler vardır, Ziya Gökalp gibi

Döneklik bazı dönekler için sıfır noktasına ulaşmak çabasını içerir. Döneğin döndüğü an, terk ettiği grup için sembolik ölüm demektir. Ölümün (birini kaybetmenin yası) tutulamayan yasına tepki olarak öfke gelişir ve gidenin ardından bu öfke dile getirilir. Dönek için işte bu an sıfır, milat, yani yeninin başladığı an gibi görünür. Bunu dönek böyle kurgulasa da yaşanmış (yeniden doğum ritüeli gibi) bir geçmiş ve oluşmuş bir kimlik, yani öncesi, geçmişi vardır.

Dönekler dönme anında kadar kendilerini yaratmış, toplumsal hiyerarşide bir pozisyona ulaşmışlardır. İşte bu kimlik ama geçmişteki grupla, ideolojiyle, sosyaliteyle de ilişkilidir. Yeni grupta yeni bir kimlik yaratmak yerine oluşturdukları kimliği silmeye çalışırlar. Yani gittikleri yolu tersinden yürürler. Ve tersinden yürüdükleri o dönüş yolunda giderken, eskiden oluşturdukları kimliğin izlerini de silerler. Her ne kadar ilerlediklerine inansalar da varacakları yer geridir, sıfır noktası. Hızla giden bir trende arkaya doğru koşan insanlardır. Ve trenin vardığı yerde yeniden değerlendirilirler. İşte bu an tükenme anıdır da.

Murathan Mungan’dan bir yerlerde aklımda kalmış… Yanlış bir yolu tersinden yürümek ve doğru yolda olduğuna inanmak. Doğru/yanlış kutsalla da ilişkili. Aslında başarılı döneklik bu bağlamda sıfırlanmak, hiç olmaktır. Hiçbir şey artık olunamadığından hiç olunur… Bazı dönekliklerdeki trajedi budur. Trajedidir çünkü bilinmesine, görünmesine rağmen kaçınılmazdır: İlerleme, yaptıklarını yıkmak, harabe etmektir. Mehmet Barlas, Ertuğrul Özkök gibi kişiler bu kategorideler.

Okur onlardan öğrenerek ve özenerek hayatına katar bu kişileri. Ergenlik dönemlerinde yeni idealler ve rol model arayan ve öğrenme çabasındaki kişiler için bu kişiler önemli olabilirler. Bu ‘idealler’ genelde uzakta, ulaşılmaz yerde/konumdadır. Bu mesafe, bu uzaklık yüceltmeye katkı sağlar. Güzel ve iyi insanlar, ideal olanlar uzaktadır… Belki de uzaktan çekici görünen yıldızlara yaklaşınca onların çoktan sönmüş olduklarını görmenin düş kırıklığı gibi bir şeydir bu kişilerin dönekliğiyle karşılaşmak. Uzakta, bir kasabadayken parlak gelen kişilerin daha sonra karanlığını görmek gibi yani. Yıldız falında fantastik anlamlar bulunsa da sönen yıldızlar (star) anlamsızdır…

DÖNEMEYEN DÖNEKLER: ENGİN ARDIÇ ÖRNEĞİ

Engin Ardıç’ı dinlemiştim televizyonlarda bir zamanlar. ‘Eski solcu ağabey’ pozlarında solcular ve solculukla alay ederdi. Solculuktan kopmuş, solculuğu bilen ama hak yolunu bulmuş solcu uzmanı edasıyla anlatırdı bir şeyler. Eski solcu olmasına yaptığı vurgu solculuğu bilme referansı gibi söylerdi. Eski solcuydu, içeriden biri olarak da solcuların hastalıklarını, yanlışlarını iyi bilirdi. Solcular dinler miydi, bilmiyorum ama sağcılar, solcu bir uzmandan solculuğun hatalarını dinlediklerini düşünmüşlerdir. Solculara çatması, solcuları kışkırtmak ve solcuların “kötü objesi” olmak ve onlar tarafından eleştirilmek, yani ciddiye alınmak istemesiyle de ilişkiliydi.

‘Negatif önemlilik’le diyebileceğim, dikkatleri çekmek sağ cenahtan övgü alırken sol cenahın nefret objesi olmak için uğraştı. Eski solcu söylencesi kendisinin anlattığı kişisel mitolojisiydi. Belki bir solcu derneğe uğramış çay içmiştir ve bunu solculuk sanmıştır. Solculuğa da özenmiştir bilemem. Engin Ardıç başka bir tipoloji örneğidir: Dönememiş dönek. Dönek olmak için bir yerden uç başka bir yöne kaymak gerek. Engin Ardıç’ta işte bu başlangıç pozisyonu yok. Engin Ardıç dönek olmadığını biliyor ama dönek rolü yapıyor. Eski solculuğu kendi söylencesi olduğundan, yani reel olarak solculuğu olmadığından dönekliği de sahi değil yani. Engin Ardıç sosyalistliğin monarşilerde olduğu gibi dededen toruna geçtiğini de düşünüyor olabilir, çünkü dedesi Saip Efendi, Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında kurulmuş sosyalist bir parti olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası üyelerindenmiş. Engin Ardıç konuşurken alim, ağır ağabey pozlarında ülkenin geleceğini anlatan, planyan rolünü de çok önemsiyor. Sıradan, ortalama bir solcu olacaktı belki. Döneklik mitolojisi ona narsisitik besin sağladı.

DEVŞİRMELER: ZİYA GÖKALP

İnsan doğduktan sonra bir meseleyle sürekli baş etmek zorundadır: İyi ve kötü yani sevgi ve nefret. Gelişimde bebek kendisine sunulan ama hoşlanmadığı şeyleri kusarak dışarı atar. Nefretin ilkel biçimi diyebileceğimiz, kötü/istenmeyen dışarı atılır. İyi yani sevilen ise içeride tutulur. Daha sonra anne/baba kültürel anlatılarda iyi ve kötüyü çocuğa öğretir ve bu anlatılardaki sevgiyle, iyiyle, kahramanla çocuk özdeşlerek kendi kişiliğini oluşturur. Türkiye’de Türk olmayan ama bu ülkede sosyalleşen biri için durum nasıldır? İyi, kahraman, yüce olan Türk olandır. Okulda, sokakta, sinemada, şarkıda iyi Türk’tür. Türklük olumlu, iyi, sevgi olarak özdeşleşmelerle kısmi olarak içe alınır ve kötü olan yani Türk olmayan ise kısmi olarak dışarı atılır ve kötü, korkak, hain ötekine projekte edilir.

Türk olmayan için ‘iç’in dışa dönmesi, dışın içe alınması gibi bir durum var. Türk olmayan birisi için iç dünyasında kendine ait iyiye bu durumda yer yoktur. Bu anlamda mesela bir Tatar/Çerkez kendi olanı (Çerkez/Tatar) dışarı atarak yüceltilen Türklüğü içselleştirir. Böylece kendisiyle (Çerkezlik/Tatarlık) kendi dışında kötü/istenmeyen/dışarı atılan olarak karşılaşır. Bir Tatar’ın/Kürt’ün Türkleşmesi, kendi olanı itmesi takdirle de karşılandığından kişi beğenilmek için daha da kendisinden uzaklaşır.

Çocuk aynı zamanda bir aldatılmışlık duygusu yaşar. O, aslında kendisi olduğu sandığı (Türk) değildir. İçine aldığı, ideal sandığı ve özlediği ama hiçbir zaman olamayacağıdır (Türk). O her ne kadar Türk olsa, Türk gibi davransa da mutlaka o kendisine ya da sosyal çevre kendisine Türk olmadığını hatırlatır. Sosyal çevre bunu yapmasa bile Tatar aslında Tatar olduğunu bilir de... Herkes Türklük’e özense de Türk olmaya çaba gösterse de Türk olamaz, çünkü Türklük, oluşturduğu kurguda tarihsel, kültürel, inançsal, biyolojik bir kimliktir de. Zaten Türklük’ü yüce, ideal yapan da herkesin olamaması, ideal olmasıdır.

İşte kendini Türkleştiren ama asla özlerinde Türk olamayanlar (Orta Asya’dan gelemeyen, kımız yerine ‘arpa suyu’ (Ziya Gökalp) içenler) Türkçülüğe daha çok vurgu yaparak, Türk’ten fazla Türk olarak kendilerini ve sosyal çevrelerini Türk olduklarına ikna etmek zorunda kalıyorlar. Bu bağlamda Türklük anlatısı Türkleşenleri sadece devşirme yapar, Türk yapmaz yani. Kriz anlarında bir kişinin etnik kimliğinin yüzüne vurulması ya da gerekli olduğu yerlerde kendini Türk bildiğimiz birinin Kürt, Laz, Gürcü olduğunun hemen öne çıkarılması da biraz bu durumla ilişkili. Böyle bir durumun devşirmeliğin dinamiğinde etkili olduğunu sanıyorum.

DEVŞİRENLER, DEVŞİRMELERE KORUMA ALANI SUNAR

Osmanlı’da devşirenler, devşirmelere koruma alanı sunar ve dayanak olurlar. Bu devşirmelere de korunma alanı sunar. Devşirmeler hemen kullanılmazlar, devşirmek orta ve uzun vadeli planlanarak ve hesaplanarak gerçekleştirilir. Koptukları yer ve çevre ile vardıkları yer ve çevre arasında bir geçiş süresi vardır ve burada geçiş objeleri yeni yere ve sosyal çevreye uyumda yardımcı olurlar. Devşirmeliğin bir sürece tekabül etmesi devşirmelik gibi çok zor bir süreçte kolaylıklar sunar. Devşirmelere sunulan koruma alanı onların sosyal bir ölüm yaşamalarını, kimsesiz hissetmelerini engeller.

Devşirmeliği belirleyen travmadır. Karmaşık travma diyebileceğimiz travma anı, travma süreci ve sonrası farklı yaşanan ve farklı ve çeşitli psikodinamikleri olan travmalar. Osmanlılar savaş (travma) için gittikleri yerlerden (bir ordunun gelişinde oluşan korku ve devşirilecek çocuğun algısında ve reel yaşamındaki yarattığı travmatik korku) sonra bu durumdan kaçamamak, teslim olmak, sonsuz çaresizlik (yıkılma, kendini yok etme anlamında bir travmatik an), savaşın tanığı olma (yakınlarının, tanıdıklarının, akrabalarının ölümüne tanık olma, travma) ve koparılış (anne/babadan koparılma). Düşman bilinenlere tabii olmak, korku objesine teslimiyet.

Devşirmelik işte bu travmalarla baş edebilme sürecinde oluşan kişilik. Aslında devşirmelik var olabilme stratejisi. Devşirmelikte saldırganla (düşman, zalim) özdeşleşme, onların safına var olabilmek amaçlı geçiş. Kendileri olarak kalma olanaklarının elinden alması ve devrişilmeye mecbur bırakılmak. Yaşama şansının yansıra ‘başarılı devşirilenin’ ödüllendirilmesi, toplumsal hiyerarşide yükselebilme vaadi. Devşirilene sunulan seçenek geçmişini unutması ya da söndürmesi değil, geçmişi yokmuşçasına yaşaması.

Çocuklar... Beğenilmeye, şefkate, kabul görmeye muhtaçlar. İşte bu bağımlılık devşirilmeyi gönüllü de kılıyor. Kabul görmeye ödenen hesaptır belki de devşirilmek. Devşirilmek başka bir çıkış bulamama ve varoluşsal bağımlılık demek. Buradaki döneklik varoluşsal olduğundan insanın kendisini ikna etme, devşirmeliğin kaçınılmazlığına kendini inandırma vardır. Bu “ben”i rahatlatır ve suçluluk ve arlanma duygusunu azaltır. Suçluluk duygusunun nedeni ailesine ve halkına kötülük yapanın safına geçmek ve onun gibi olmaktır (yani ‘kötü’ olma). Sonra da devşirenlere hizmet. Kendisini kaçıran, ailesinden koparan, rehin alan ama büyütenlere minnet borcu ödercesine itaatkar hizmet. Yani kötüyle, faille özdeşleşme ve onlardan biri olma... Faillik geleneğine eklemlenme ve fail olma...

Devşirmeliğin yarattığı tedirginlikten ötürü bazı gruplar ulus devlet olurken kendi “rıza”larıyla devşirildiler, daha doğrusu “gönüllü” olarak kendi kendilerini devşirdiler. Bazı etnik grupların Türkleşmesinde devşirilmek istemeyen, kendi kimliklerine sahip çıkanların yaşadığı zulmün yarattığı korkunun izlerini de mutlaka taşıyor. Buradaki dinamik öne alma durumuyla ilişkili: Zorla ve travmatik devşirilmekten kaçınmak için “gönüllü” bir devşirmelik ve kendiliğinden devşirilme ve böylece travmadan kurtulma.

Asimilasyonda dolaylı ve dolaysız bir zorlama var ve asimile olan özdeşleşiyor, yeni olanı kendine eklemliyor. Devşirmelik ve asimilasyon benzerlik ve farklılık gösteriyor. Asimilasyonda “eski”, terk edilen gruptan uzaklaşma isteği var. Amerika’ya giden biri “eski”yle bağlarını kendisi koparıyor ve gidip oralara yerleşip onlardan biri olmak için “gönüllü” bir çabaları var. İç göçlerde, özellikle köylerden/kasabalardan kente göçenlerde gözlenen başka bir olgu var: Hedef adrese/kente varıldığında olabildiğince hızlıca uyum göstermek ve hızlanmış bir değişim süreci yaşamak. Bu dönüşüm gönüllü gibi görünse de taşralı olmanın getireceği aşağılanmadan, alay edilmekten korkmak bu tempoyu yaratıyor.

Devşirmeler ise koparılıyorlar. Kopmak zorunda bırakılıyorlar ya da. Güç ve korku olmazsa devşirmenin “kendi” olanı terk etme isteği yok genelde. Tatarlar ve Çerkesler (gönüllü görünen, kendiliğinden devşirilme) biraz da kendileri olarak kalamadıkları, onlara bu alan açılmadığı ve/veya bırakılmadığı için kimliklerinden uzaklaştılar. Osmanlı’daki devşirmeler eskiyi bastıramıyor ve inkâr edemiyorlar. Çünkü devşirilen çocuklar geçmişlerini anımsayacak yaştalar, yani bebek yaşta değiller. Anımsıyorlar geçmişlerini, geçmiş hâlâ canlı.

Devam edecek.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi