Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Eşitliğe muhalefet bağlamımda Kuleli Vakası

Entelektüel modernleşme sürecinde epistemolojik kopuş yaşamış olan modern Müslüman aydınlar modernitenin eşitlikçilik fikri karşısında daha çok bocalayan tavır içinde olmuş, lafı dolandırmış ve bazen riyakarlığa baş vurabilmişlerdir.

Müslim ve gayr-i Müslimlerin derece-i musavatda [denk] görülmesi ve İslam ile Hristiyan’ın farkı olmamak ve tefrik olunmamak [ayırt edilmemek] üzere bir ferman-ı ali [Hattı Hümayun] çıkdı ol vakit benim içerim soğudu; hatta bu haber muharebenin ahirinde (…) ordusunda iken geldi; eğerçe evvelinden gelmiş olsaydı bu muharebeye bir daha gitmezdim çünkü din yokdur muharebe din için değildi devlet için idi.”

Burada söz konusu olan “ferman-ı ali” daha önce bu köşede tartıştığım Islahat Fermanıdır ve anlaşılan Gayrimüslimlerle eşit görüleceğini duyunca “içi soğuyan” Müslüman biri, Kırım Savaşı sonrası duyurulan bu fermandaki devletin niyetini bilseymiş Osmanlı askeri olarak o savaşa gitmeyi reddedermiş!

Bu sözlerin sahibi kimdir; nerede, ne zaman ve neden bu sözleri sarf etmiştir?

*****

Yer

Sözlerin sarf edildiği yerin, günümüzde daha çok askeri lise olarak bilenen, Kuleli Kışlası olması, tarihyazımında bir vakaya Kuleli ismi verilmesine neden olmuştur.

*****

Zaman ve ortam

Bu sözler 1859 yılının Eylül ayında Kuleli Kışlasındaki bir sorgu sırasında sarf edilmiş olup yıllar sonra tarihçiler tarafından arşivde bulunarak çalışmalarında kullandıkları soruşturma dosyası sayesinde günümüze kadar gelmiştir.

*****

Soruşturma gerekçesi (Vaka)

Konjonktüre ve ideolojiye bağlı olarak ne olduğu konusunda bugüne kadar tarihyazımında farklı görüş ve isimlendirmelere rastladığımız vakanın, ‘padişaha suikastplanı olduğu konusunda bir konsensüs olduğunu söylemek mümkündür.

Son yıllarda yapılan (çoğu tekrar niteliğinde olan) çalışmalar ve Burak Onaran’ın Fransa’da tamamladığı doktora tezine dayalı monografisi sayesinde bugün bu ‘vaka’ ve ilgili tartışmalar hakkında daha çok şey biliyoruz. Ancak hala olgusal ve analitik düzeyde aydınlatılmaya muhtaç çok sayıda konu olduğu da gerçektir.

Özetle, 1859 yılının Eylül ayında Mirliva Hasan Paşa’nın, padişah aleyhinde bir muhalefet örgütünün varlığını dönemin Mehmet Emin Ali Paşa hükümetine ihbar etmesi üzerine, Bayezid Medresesi müderrislerinden Süleymaniyeli Şeyh Ahmet ve çeşitli rütbelerden subaylar, esnaf, medrese öğrencisi ve ulema mensupları, Kılıç Ali Paşa Camii'nde bir toplantı esnasında tutuklanırlar ve Kuleli kışlasına hapsedilirler.

Hapsedilenler, padişaha suikast planlamakla itham edilmektedirler.

Her şeyden önce söz konusu vakanın ‘suikast girişimi’ değil suikast planı olduğunun altını çizmek isterim.

Ancak bu planın yönetime el koyma ve hatta rejim değişikliği gibi hedefleri olduğu iddiaları bugün hala kanıtlanmadığı gibi, kapsamlı bir planın söz konusu olmadığı eğilimi ağır basmaktadır. Türkiye’de uzun zamandır yaşanan ‘tarih savaşları’ kapsamında bu vaka, bir uçta devrimci demokrasi mücadelesinin ilk örneği olarak kabul görebildiği gibi, diğer uçta ise son zamanların modasına uygun olarak her türlü muhalefeti darbe girişimi olarak yaftalamak ve yargılamak isteyenler tarafından ilk modern darbe girişimi olarak da sunulabilmektedir. Bu konuyla ilgili belirsizliğin önemli nedenlerinden biri, amaç ve planları hakkında sahip olduğumuz tüm metinlerin sorgu sırasında verilmiş ifadelerden ibaret olmasıdır. Bu koşullarda verilen ifadelerin doğruluğu, detayları ve samimiyeti birçok nedenden dolayı temkinle ele alınmalıdır.

*****

Sözün sahipleri (aktörler)

Girişteki alıntı, Kuleli Vakası lider sanıklarından Süleymaniyeli Şeyh Ahmed’e aittir. Ancak bu ifade sorgulananların oluşturduğu örgütün zihniyetini dışa vurmaktadır.

Her ne kadar sorgulananlar, farklı sınıflardan şahıslar olarak karşımıza çıksa da bunları bir araya getiren bir grup veya oluşumun söz konusu vakada en önemli aktör olduğunu biliyoruz. Bu kolektif aktöre başlangıcından bugüne kadar verilen farklı isimler, sadece kaynak eksikliği veya kafa karışıklığından kaynaklanmaz. Vakada, anakronik bir anlayışla bugünkü anlamıyla bir örgüt ve tek isim bulma çabası da etkili olmaktadır.

Her ne kadar çoğu tarihçi bu grup için rahatça “Muhafaza-i Şeriat”, “Hüseyin Daim Paşa Fırkası” veya “Fedailer Cemiyeti” gibi sıfatlar kullansa da ne bu grubun bir fırka (parti) ne de cemiyet olduğu konusunda elde yeterli veri mevcuttur.

Gruba verilen farklı isimlerin sorunlu olduğunu çalışmalarında detaylı olarak anlatan Burak Onaran bu oluşuma, belli bir davaya veya kişiye ahdederek bir araya gelenlerin oluşturduğu grup anlamında muahede ismini vermeyi tercih ederken, üyeleri için de muahid kavramını tercih etmektedir. Günümüz Türkçesinde hala kullanılan ahit ve ahdetmek sözcüklerinden yola çıkarak daha iyi anlayacağımız muahede (antlaşma) kavramı, oluşum halindeki, henüz genel kabul görmüş bir isme bile sahip olmayan bu örgüt için dönem kaynaklarında da yaygın olarak kullanılmaktadır.

Nitekim söz konusu grubun oluşum halindeki örgüte katılanların “Süleymaniyeli Şeyh Ahmed'e ahdettim” şeklinde bir metne mühür bastıkları bilinmektir.

Bence bu oluşumdan, günümüzün kavramıyla ifade edecek olursak, iki liderin etrafında oluşmuş bir inisiyatif olarak söz edebiliriz.

Kısaca, yukarıda anılan örgüt isimlerinden birinde adı geçen Hüseyin Daim Paşa ve bazen örgütün lideri olarak gösterilen Süleymaniyeli Şeyh Ahmet etrafında toplanmış olan heterojen bir grup söz konusudur ve üyelerin sayısı, aralarındaki ilişki biçimi ile faaliyet yöntemleri tam olarak bilinmemektedir.

Bilinen ise sorguda verdikleri ifadeleri elimizde olan bireysel aktörlerdir.

Söz konusu vakaya dolaysız veya dolaylı olarak karışmış olanların sayısı bilinmemekle birlikte, yakalanarak sorguya çekilenlerin toplam 41 kişi ve çoğunluğun asker (19 kişi) ve ulemadan (10 kişi) olduğu bilinmektedir. Muvazzaf olmayanlar da katıldığında bu iki gruba katılabilecek şahısların sayısı 38’i bulmaktadır.

Sorgulananların çoğunun Çerkes ve Kürt olduğunun altı birçok kaynakta özellikle çizilmektedir. Ancak o dönemin koşullarında etnik kökenlerinin, ilişki ağları bağlamında sosyolojik anlamı dışında, bir önemi yoktur.

Ayrıca sorgulananların büyük bir kısmının Nakşibendi olması dikkat çekicidir. Teolojik/zihniyet bağlamında bunun önem ve işlevini tartışmak anlamlı olabilir, ancak bu boyutun da asıl ilişki ağları açısından sosyolojik anlamı öne çıkmaktadır.

Bugün Kuleli Vakası ile ilgili tarihyazımına yapılabilecek olgusal katkı ve bunun için olası kaynaklar konusunda bir fikrim yok. Ancak dönemin genel tarihi içinde ve sağlam bir teorik-kavramsal çerçeve içinde, bu vaka ne kadar çok analiz edilse ve tartışılsa o kadar iyidir.

*****

Bizim meselemiz: Egalofobinin kökleri

Konumuz açısından önemli olan, grubu harekete geçiren etkenlerdir ki bu konuda mevcut kaynaklarda yeterince bilgi mevcuttur.

Bu etkenlerden, sarayın masrafları, padişahın kötü yönetimi vb. etkenleri bir kenara bırakarak, bir süredir bu köşede tartıştığım ve bu nedenle bu yazının başlığına taşıdığım “eşitliğe muhalefet” ve onunla ilişkili olarak gavur düşmanlığı bağlamında, Kuleli Vakasını iki mesele etrafında ele almak istiyorum.

Bunlardan birincisi, sanıkların söyleminde bariz olan birinci anlamıyla ‘gavur’ ile ilgilidir: Hristiyan Batı.

Günümüze kadar devam eden, en sağdan en sola neredeyse her aydının, siyasetçinin ve aktivistin yakalandığı anti-emperyalizm hastalığının köklerini anlamak için çok önemli olan bu boyutu burada sadece anmış olmakla ve davanın 25 numaralı sanığı Çerkes Şuayib'e ait şu alıntıyla yetinmek zorundayım:

Bu zalimler Anadolu’yu ve bütün dünyayı batırdılar ve hırsızlıklarından beytülmalda para bırakmadılar ve şeriatı batıl etdiler ve her ne işleri var ise gavur kanunlarına tatbik ediyorlar; bundan sonra Fransa’dan bir kanunname gelecek ve hanelerin kapıları açılacak ve herkesin evlerine gavurlar istedikleri gibi girib çıkacak ve kadınlardan yaşmak ferace kalkacak.” (abç)

Asıl konumuz olan, ikinci anlamıyla ‘gavur’a, yani Gayrimüslim Osmanlılara gelince, girişte yer verdiğim alıntıda açıkça ifade edildiği üzere, Islahat Fermanının eşitlik ilkesine ve bir süredir başlamış olan uygulamalarına millet-i hakime olarak görülen Müslümanların gösterdiği tepki, bir grup Müslüman Osmanlı arasında böyle bir inisiyatifin ortaya çıkmasında belirleyici etken olarak görünmektedir.

Türkiye’de günümüzün demokrasi krizinde önemli rol oynadığını düşündüğüm bu tepki, yani eşitlik/denklik karşıtlığı veya fobisi, o günden bugüne kadarki serencamı ile birlikte özenli ve derinlikli olarak tartışılması gereken bir sorun veya hastalık olarak bugün hiç ummadığımız zaman, yer ve kişilerde de kendini gösterebilmektedir.

Bu tepkinin veya fobinin kaynağına gelince, İslam’da eşitlik ve demokrasi konulu teolojik bir tartışmaya girmek haddim değil, ama reel İslam tarihinde eşitlik konusunda söylenebilecek belki ilk şey, kendilerini son dinin mensubu olarak gören Müslümanların kendi üstünlüklerini ve dolayısıyla eşitsizliği veri kabul ettiğidir. Yasal çerçevesi ve açık uygulamasıyla eşitsizlik ve İslami kast sistemi tarih boyunca açık bir şekilde ve çoğu zaman gururla sahiplenilmiştir. (Müslümanlar için meselenin eşitlik değil adalet olduğu ile ilgili görüşleri bir yana bırakıyorum.)

Modern paradigma ile karşılaştırıldığında dikkati ilk çeken şey, Müslümanların bu konudaki görece samimiyeti, açık sözlülüğü ve tutarlılığıdır.

Nitekim modernleşme sürecinde gündeme gelen ve demokrasi yolculuğunun temelini oluşturan eşitlikçilik iddiaları, buna tepki gösteren Müslüman ülkelerde münevverlerin, geleneksel elitlerin ve (iki hafta önceki yazıda gördüğümüz üzere) sıradan Müslüman halkın tepkisi ile karşılaşmıştır. Bu insanlar, modern-öncesi Osmanlı tipi kast sitemine sahip çıkarak, bunun tasfiyesi ve hatta revizyonu yönünde her türlü girişime açıkça karşı çıkmışlardır. Böylece, kolektif kimlik düzleminde o dönem belirleyici olan dinsel kimlikler söz konusu olduğunda dünya görüşlerinin merkezinde yer alan eşitlik karşıtlığını açıkça dışa vurmuşlardır.

Kuleli aktörlerinden bazılarının geleneksel kast sistemini korumaya çalışma çabalarının nedeni bir bütün olarak modernleşme sürecine tepki ve direnme olabilir. Nitekim aktörler arasında ulemadan şahısların sayısının çok olması bazıları tarafından bunun kanıtı olarak sunulabilmektedir. Ancak böyle doğrudan ve kaçınılmaz bir ilişkinin mevcut olmadığını, Osmanlı modernleşme süreci bize göstermiştir. Diğer yandan, bu grupta modern eğitim üzerinden bir şekilde epistemolojik kopuş yaşamış modern ‘aydın’ olarak değerlendirilebilecek Didon Arif gibi isimlere de rastlanmaktadır. Ancak böyle bir ilişkinin kaçınılmazlığı veya doğallığı konusundaki genellemeler de sorunludur.

Önemli olan şudur ki entelektüel modernleşme sürecinde epistemolojik kopuş yaşamış olan modern Müslüman aydınlar modernitenin eşitlikçilik fikri karşısında daha çok bocalayan tavır içinde olmuş, lafı dolandırmış ve bazen riyakarlığa baş vurabilmişlerdir.

Modern(ist) Osmanlı aydınlarının bu konudaki tavrını, ilk sivil muhalif kuşak olan Genç Osmanlılar örneğinde ileride tartışacağım.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi