Eski ülkücülerin solculara öfkesi

'Eski' ülkücüler için MHP’den kopuş bir dönüşümü içerebilir. Ama 'ötekilere' yapılan zulümle yüzleşmemeleri ve geleneklerini 'ötekiler'le ilişkide sürdürmeleri konuşulmayı hak ediyor. Solcuların da her tartışmada bunu hatırlatmaları onları öfkelendiriyor.

'Eski' ülkücülerde bitmeyen bir öfke var: Kendilerine arı, temiz bir tarih yaratanların 'güzel/haklı' olmaları ve etik üstünlüklerinin de olması gerek. Ülkücülerin yer yer mağduriyetleri onların fail geleneklerini ve yanlarını gizlemeye yetmiyor ve 'ötekiler' her tartışmada, bu yanlarını onlara anımsatabiliyorlar. İşte bu durum, onların konseptini bozuyor ve öfkelendiriyor. Ülkücülük geleneği kriminolog potansiyeli içeriyor. Bu potansiyel sembolik olarak bile reddedilmiyor. Ülkücüler bu potansiyeli koruyarak takdir edilmeyi bekliyorlar. Onların takdir edilmek istedikleri bu kirli yanı ötekiler vurguluyor ve bu insanları fail yanları/geçmişleriyle de yüzleştiriyorlar.

Kuşkusuz ülkücülerin de gelişimi var. Kendilerince gerçekleştirdikleri gelişimin ve dönüşümün görmezden gelinmesi gibi algıladıkları bu eleştiri/yüzleştirme, bu insanları çok öfkelendiriyor. Kendi aralarındaki tartışma ve MHP’den bazılarının kopuşu bir dönüşümü içerebilir. Ama bu ülkedeki 'ötekilere', yani mağdur ettikleri, zulüm yaptıkları gruplara dair özür içeren tek cümleyi kuramamış olmaları ve hâlâ eski geleneklerini 'ötekiler'le ilişkide sürdürmeleri konuşulmayı hak ediyor. Birlikte yaşama dair henüz yeni bir önerilerinin olmaması (sembolik ve göstermelik hikâyeleri kastetmiyorum)... Terörle mesafeden söz edenlerin esas bu terörle de arasına mesafe koyması gerekmez mi?

‘UZATMAYIN…ÖPÜŞÜN BARIŞIN’

Bizim barışma geleneğimizde bir otoritenin (baba/devlet veya yaşlılık hiyerarşisindeki bir yaşlının ya da saygın birinin) araya girip tarafları öpüştürmesiyle barışılır. Yani ikili ilişkide sorun ve çatışma yaşayanlar durumu ödipalleştirerek (üç taraflaştırarak) tarafları bir araya getirir ve barışma ritüeli üzerinden (öpüşmek, el öpmek gibi) barıştırır.Ya da zamanla öfkenin geçmesi ve tarafların küskünlüğü bitirmeleri (eşler arasındaki küskünlükte bir dönem sonra eşlerin 'kendiliğinden' barışması). Ya da iki tarafın birbirine bağımlılığı ve bu bağımlılıktan ötürü barışmak/iletişime girmek halleri (iş yerinde birlikte çalışma veya evde birlikte yaşama halleri).

Bu barışma ritüellerinde içten gelen sorun ve sorumluluğun konuşulduğu bir durum yoktur genelde. Bu anlamda gerçek barış değildir ve ilk gerilimde gene eski halledilemeyen sorun ve öfke açığa çıkar. Kısacası biz uzun bir barışma sürecinden, refleksiyon, suçun, sorumluluğun, cezanın ve sorumluluğun tartışıldığı ve suçun telafisinin konu edildiği bir kültürden gelmiyoruz. Duygusal barışma olmuyor... Ermenilerle, Kürtlerle, Alevilerle, solcularla... Barışmadık... Sorun yokmuş gibi, unutturmak amaçlı ilişkideyiz. 'Değiştik' diyenlerin Maraş Katliamı’nda 'Beni sen öldür, onların eline bırakma' diye kocasına yalvaran Alevi kadına söyleyecekleri sözü duymak isterim mesela. Geçmişteki ülküdaşları ve saygıyla andıkları isimler onların can yoldaşı olabilir ama bu insanlar 'ötekiler' için aynı zamanda zalimler ve zulmün kişiselleştirilmiş hali gibiler adeta. Unuttuk gitti, öpüştük bitti... Böyle mi olacak?

SUÇLULUKTAN ARINMA YÖNTEMLERİ

Faşist cunta, ülkücüleri ve MHP’lileri tutuklayarak ve yargılayarak tarafsız olduğunu ve politik gruplara eşit mesafede olduğunu kanıtlamak için acımasız davrandı. Mahkûmiyetler, işkenceler, idamlar ve acımasız bir mağduriyet coğrafyası...

Devletin kirli işlerini yaptıracağı gruplara ihtiyacı yoktu, çünkü devlet pis işleri doğrudan kendi yapıyordu. 'Düşünceleri iktidarda ama kendileri içerde' olan bu gruplara cunta insanlık dışılığını gösterdi. Ülkücüler daha sonra cunta öncesi kriminal öykülerini de bu mağduriyetin perdesiyle örttüler. En azından öyle sandılar. Ülkücülerin mağdurları başka bir belleğe ve başka bir anımsama kültürüne sahipler ama vatanı kahramanca savunduk anlatısında ötekileştirilenler Hintliler, Çinliler değil de bu ülkedeki ötekilerdi. Daha sonra sembolik olarak televizyon programlarında, bazı tartışmalarda o dönemin mağdurları, solcular ve ülkücüler ortak yaşanmışlık ve mağduriyetleri üzerinden ortak bir konteks oluşturdular. Bu ortaklık üzerinden "öpüşüp barışalım", "hepimiz kardeşiz" anlatılarıyla da geçmişin üzerine sünger çekerek eskinin "kötüsü"nden arınmayı denediler. Cunta öncesi "kötü"yü de dış güçlere yıkarak kendi kötülüklerinden kurtuldular...

Bu topraklarda "dış güçler"in ve "kandırıldık"ın da bir geleneği var... Dış güçlerin oyununa gelen kardeşler birbirine düşürülmüştü. Bu kadar kanlı yaşanan bir dönemin sorumlusu dış güçler ve zulüm aldatılmakla ilişkiliydi. Eğer hikâye doğruysa ve kandırılmışlık varsa ve binlerce insan ölmüş ve engelli kalmışsa peki ya kandırılanların sorumluluğu? İşte bu sorumluluğun üzerini örtme çabası bu toplumun sağlıklı olmasını da engelliyor. Çünkü failler ve mağdurlardan oluşan bir toplumuz ve bu iki grubun bu konuyu çözmeden ortak yaşamaları çok zor... Kandırılmış olmanın bedelini ödediklerini söyleyenler o dönemde öldürülenleri faturalarının ödenmiş taksiti gibi sunuyorlar. Zaten birileri vatan derken ötekiler de yurt diyordu, yani bir yanlarıyla birbirlerine de çok benziyorlardı. Yani birbirlerine çok yakındılar... Bu durum Türk solundaki gruplarla ülkücüleri yakınlaştırdı. Daha sonra vatanı bölmek isteyen Kürtlere karşı birleşerek aralarındaki bağları daha da güçlendirdiler. Bugün bazı sol(?!) görünümlü gruplardaki ırkçı söylem şaşırtıcı değil yani...

Şunu anlatmayı deniyorum: Empatiye ve barışmaya çok gereksinimimiz var, evet, kesin. Bu tartışmada bilimsel nesnellik, tarafsızlık bana çok çekici gelmiyor. Ben bir tarafım ve söylediklerim bu taraftan,

Fail mağdur ilişkisinde mağdur yaşanan zulüm anında ve sonrasında güç sahibi değildir. Zulüm bitse de fail hâlâ güçlüdür. Mahkemeler, hukuk, vicdan, adalet... Bunlar, mağdura belki de bir kez de olsa gücün taraf değiştirmesine izin verme imkânı sağlar. Failin suçunu kabul etmesi mesela... "Bağışla" demesi mesela. İşte bu, mağduru güçlü kılar çünkü bağışlama/bağışlamama, yani karar verme hakkı doğar.

Faillerin mağdura borcudur bu aslında. Ama fail failliğine sürekli gerekçe arıyor ya da failliğini tartışıyorsa barışmanın ön koşulu bile ortadan kalkıyor. Sahte barışmalar da yeni zulümleri failleri ve mağdurları yaratıyor. Travma çalışmalarından biliyoruz. Travma suçlunun suçunu kabul etmesi travmanın çözülmesine yardım eder. Travmanın tartışılması, inkâr edilmesi yeni bir travmadır. Çünkü travmayı yaşayanlar travmayı bastırabilmek için travmayı yaşamadıklarını varsaymayı, yani sanki bir hayal ve kurgu sayarlar. Bu onların yaşadıklarının reel olmadığı kanısı bırakır. İşte failler zulmü inkâr ettiklerinde psikotik bir durum oluşur. Mağdur gerçeklik duygusunu yitirmekle karşı karşıya kalır.

Türkiye’ye güzel gelecek vaadinde bulunan kentli ırkçılar, hâlâ bu ülke insanlarına görünmez bir kötülüğü de yapmayı sürdürüyorlar. "Eski ülkücüler" ama hâlâ ülkücüler. Eski olabilmek için eskinin ilan edilmesi ve günümüze uymadığının söylenmesi demek. Yoksa her şey sıradan retorik bir söylem. Barışmak failin de yaptığı zulmün acısını hissederek ve yasını da tutarak yani empatiyle mağdurun yanına geçerek olur. Mağdur ve failin gözyaşları önce kardeş olurlar ve kardeşlik böyle başlar biraz da. Kardeşi olanlar bilirler. Kardeşler sadece düşman değillerdir ve birbirlerini öldürmek üzerine kurmazlar ilişkilerini. Birlikte yas tutarak ve ortak üzüntüler ve sevgiler üzerinden de yakınlaşırlar. Masallarda, mitolojilere zalim anneler ve oğulları ve dost olabilen kardeşler, çocuklarını ayırmayan anneler de var yani.

Bilindik bir çıkmaz ve bu bizim genlerimize neredeyse kodlanmış gibi. Bilincimize paralel psikolojimizin dönüşememesi. Sigara zararlıdır biliriz, bilincimizdedir, ama sigara içeriz. Spor yararlıdır ama spor yapmaya üşeniriz. Bilincimiz her zaman duygularımıza ve davranışlarımıza yansımayabiliyor. Bilincimizle "sokak ülkücüsü" olmayı istemeyebilir, kravatlı ülkücüler olmak isteyebiliriz. Kriz ya da kendimizi baskı halinde hissettiğimizde o eski halimiz depreşir: Yeşilçamcı “avantür ülkücülüğü”... Asena oluveririz.

Gerçek dönüşüm anımsama, yüzleşme, ötekinin hikâyesini de kendi hikâyeme entegre etmeme ve refleksiyona ve geçmişteki sorumluluklarımızın duygusal faturasını ödemeye bağlı. Mesela ben Türk’üm. Kimliğim bu. Bu kimliğe geçmişte birlikte yaşadığımız ve bugün komşumuz olan Bulgarların, Yunanların, Arapların bana ait anlattıkları, beni nasıl bildikleri, beni nasıl tanımladıklarını da göz önüne alarak ve bu anlatıları filtreleyerek kendi kimliğime kattığımda benim kimliğim tamamlanır. Benim Türk kimliğim eksik parçası eklenerek oluşturulabilir. Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve anlattıklarını kendime eklemlemeden eksik ve yarım kalırım aslında. Benim kendimle ilişkin fikirlerim önemlidir ama bu fikirle kendimi/bizi tanımlamam eksikliktir,

TRAVMATİK KİMLİKLER VE FAİL GELENEĞİNİN SÜRDÜRÜLMESİ

Tıkandığımız yer şurası galiba, Osmanlı'nın son dönemlerinde bu coğrafyada oluşan travmalar konuşulup, düşünülüp halledilmemiş ve üzeri örtülmüş. Bu ülke travmatik kimliği olanların kurduğu bir ülke. Osmanlı’nın son yüzyılları yenilgiler tarihi... Göçler, göçmenler, toplu katliamlar, soykırımlar ve pek çok savaş yaşamışların, savaştan kaçmışların kurduğu bir ülkede yaşıyoruz. Kurulan cumhuriyet son yüzyılların yenilgilerini unutturmak istercesine abartılı bir kuruluş mitolojisi yaratırken bu travmatik kimliğin üzerini kahramanlık ve başarıyla sıvamayı denedi belki de. Travma kalıyor ama. Çünkü travma unutulamayandır. İnsanın ve toplumun bilinç ötesinde yaşamaya devam ediyor. Tarihteki acıların üzeri örtülemiyor ve kuşaktan kuşağa bu travmatik (failin de mağdurun da) aktarılıyor. Failler başka gruplar bularak fail geleneği oluştururken mağdurlar da yaşamadıkları travmaların da acısını çekmeyi sürdürüyorlar. Travmaların inkârı ve görmezden gelinmesi de başka bir travmaya neden oluyor. Freud "çalışılmayan, bastırılan güçlü bir şekilde geri döner" diyor. Travmatik kimlikleri öylesine içselleştirmişiz ki farkına bile varamıyoruz.

ÇOCUĞA FAİL OLMAYI ÖĞÜTLEMEK

Çok duymuşumdur, baba çocuğunu kamusal alana (okula) gönderirken öğüt verir: Uslu ol, öğretmenini (otorite) üzme, saygılı ol (otoriteye itaatini teşhir et=görünür kıl). Arkadaşlarına bulaşma. Onlar sana bulaşırsa hadlerini bildir.” Kendin en az haksızlığa bile uğrasan, bu haksızlık ve mağduriyet sana ahlaki üstünlük sağlayacaktır. İşte bu üstünlükle arkadaşına istediğini yapabilirsin. Böyle bir nasihat çocuğu suça, fail olmaya iten kılavuzdur adeta ve suça çocuğu teşviktir.

Bir baba bunu neden çocuğuna yapar ve çocuğunu suça iter?

Travmasını sorun etmeyenler fail geleneğini sürdürürler. Ermenilere, Kürtlere, Alevilere, solculara... Bu topraklarda kime zulüm yapılmışsa etkili kullanılmış bir gerekçelendirmedir de. "Vatanı böleceklerdi, arkamızdan vuracaklardı, dil çıkardılar, beni ittirdiler..." Cumhurbaşkanının (en kıymetli sembolik baba), bakanların (otorite) anayasayı tanımadığı, hukuku hiçe saydığı bir ülke insanlarının suça eğilim potansiyeliyle yaşadıkları ve yaşattıkları travmaların bu suçluluk hevesiyle ilişkisinden söz ediyorum.

En masumumuz bile henüz ehliyet almamış çocuğa arabanın anahtarını veriyoruz. Trafiğin yoğun olmadığı saatlerde şehir dışlarında sürekli işleniyor bu suç. Yazlıklarda çocukların direksiyon eğitimi yaptığına sıkça dehşet içinde tanık oldum. Suç bilincimiz oluşmuyor. Ne de olsa ehliyeti ucuza getiriyoruz... Memlekete gittiğimizde de oğlanların eline tabancayı tutturup iki el ateş ettirerek erkeklik sınavına sokmayı da suç olarak görmüyoruz mesela. Sıradan suç sayılamayan suçlar... İktidar olacağım diyenlerin tarih boyunca işlenen suçlar, yaşanan travmalarla yüzleşme, temiz toplum gibi sorunları da var mı acaba? Toplumun anneliğine aday olanların annelik üzerine Cumartesi Anneleri'ne söylenecek sözleri de var mı acaba?

Devam edecek


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi