Şenay Aydemir
Filmekimi notları
Hazır Filmekimi devam ediyorken görme fırsatı bulduğum filmlere dair kısa notlar düşerek değerlendirelim bu haftayı. Ama aralarından bazılarını vizyon tarihlerine saklayacağımız için sınırlı sayıda filmden bahsedeceğim.
Saklanacaklardan birisi Payal Kapadia’nın vakti gelince yerlere göklere koyamayacağımız filmi “Aydınlık Hayallerimiz” (All We Imagine as Light) olacak. Hindistan’da üç kuşaktan kadının dünyasını, günlük kapitalist ilişkilerle bezenmiş çevreleri ve dostluklarının muhteşem bir fotoğrafı yapım. 20 Aralık’ta vizyonda olacak. Yine benzer şekilde Coralie Fargeat’ın çok ses getiren yapımı “Cevher”nin (The Substance) seyirciyi çarpan ama bunu yapıp özgüveni yerine geldikçe giderek kendine aşık olan filmini de vizyon zamanı, 1 Kasım’da ayrıca yazarız.
KUŞ
Andrea Arnold’ın “Kuş” (Bird) filmi üzerine birkaç kelam edebiliriz ama. Arnold’un "Fish Tank"den "American Honey"e filmleri, "Transparent"tan "Big Little Lies"a dizileriyle aile ve büyüme meselelerine özel bir ilgisi olduğunu biliyoruz. “Bird” de böylesi bir yapım. Bu kez, İngiliz işçi sınıfının sert dünyasına götürüyor bizi yönetmen. 12 yaşındaki Bailey, babasıyla yaşamaktadır. Babası yeniden evlenmeye karar vermiştir ve hazırlıklar yapılır. Annesi ise başka kardeşleriyle kendisine eziyet eden bir başka erkekle birliktedir. Bailey, bu yoksunluk ve yoksulluk ortamında kendini bulmaya ve yetişkin olmaya doğru öfkeli adımlarla ilerlerken, Bird ile karşılaşır. Yıllar önce ‘ortadan kaybolan’ Bird, tekrar kasabaya dönmüş ve anne babasını aramaktadır. İkili dost olurlar. Bailey, arkadaşının ailesini bulmasına yardım ederken Bird de onun sorunlarının çözümüne destek atacaktır.
“Kuş”la ilgili ilk elden söyleyeceğimiz birçok şey var. Öncelikle bildiğimiz ‘burjuva’ anlamda ailenin kalmadığı bir alt sınıf evrenine götürüyor bizi yönetmen. Bunun hiç kimse tarafından dert edilmediği bir dünya bu. ‘Kutsal olan’ her şeyin parçalandığı ama yerine de bir şeyin konulamadığı bu yoksulluk hali ister istemez suçu ve öfkeyi de büyütüyor. Ama bunu ‘ideal aile daha iyi’ formülüne işaret etmek için kullanmıyor yönetmen. Alan Parker’ın Vietnam sendromu alegorisine dönüştürdüğü “Birdy” filmini de çağrıştırıyor yapım. Onun kadar alegorisini net ortaya koyamasa da… Ama yine de zanaat olarak çok iyi olmasına rağmen heyecan uyandırmayan, çabuk unutulmasına neden olacak bir yön var “Kuş”ta. Pek yeni bir şey söylemiyor çünkü. Bir çocuğun yetişkinliğe geçiş hikayesi, aile problemleri, hayal gücünün devreye girmesi vb. sinemada defalarca konu edinilmiş temalar. Hele de İngiltere toprakları söz konusuysa. Bu bakımdan bu başlık altında toplanacak filmlere eklenecek iyi bir halka olacaktır.
BÜYÜK YOLCULUK
Portekizli yönetmen Miguel Gomes, 2012 tarihli “Tabu” filmindeki biçimsel denemesiyle herkesi şaşırtmış ve büyük övgüler almıştı. Zamanları ve mekanları iç içe geçiren yönetmen, bir yandan aşk hikayesi anlatıyormuş hissi uyandırsa da aslında güçlü bir politik alt metin de barındırıyordu yapım. Özellikle de başta ülkesi olmak üzere Avrupa’nın sömürgeci tarihine dair. Cannes’da kendisine 'En İyi Yönetmen' ödülü kazandıran filmi “Büyük Yolculuk” da (Grand Tour) benzer özellikler taşıyor. Gomez, yine iki zamanı 1. Dünya Savaşı’nın son demleri ve bugünü iç içe geçiriyor. 1918 yılında orta düzey bir diplomat olan Edward’ı takip ediyor kamera ilk bölümde. Yedi yıldır uzak kalmayı başardığı nişanlısı Molly’nin yanına, yani Birmanya’nın başkenti Ragun’a geleceğini öğrenen Edward bulduğu ilk gemiye atlıyor. Filipinler, Singapur, Vietnam derken Çin’e kadar uzanacak bir Güneydoğu Asya yolculuğuna çıkıyor. Tabii ki Molly de peşinden koşturuyor. Onu da ikinci bölümde izliyoruz. Gomez, geçmişin bu kurmaca anlatısını bugünün renkli görüntüleriyle destekliyor. Edward’ın gittiği her yerin bugüne dair görüntülerini izliyoruz önce, sonra da geçmişin kurmacası geliyor. Bir yanıyla yüz yıl öncesinin sömürge ve emperyalizm kodlarına, bir yanıyla da bugüne etkilerine ustaca dokunan güçlü bir dil inşa etmeyi başarıyor yönetmen. Ayrıca Joseph Conrad'ın başta Francis Ford Coppola’nın “Kayamet”i olmak üzere birçok esere ilham veren romanı “Karanlığın Kalbi”nin ruhunun filme yansıdığını eklemeden geçmeyelim.
KEFENLER
Kariyerini ne kadar övsek az David Cronenberg, ‘Müstakbel Suçlar’ın (Crimes of the Future) ardından yine çok sevdiği paranoya ve beden üzerine bir çalışmayla karşımızda. Cannes’da ana yarışmada yer alan “Kefenler” (The Shrouds) yas, teknofobi, bastırılmış arzular, bedenin dönüşümü gibi Cronenberg evreninin vazgeçilmez temalarını bir komplonun parçası haline getirme çabası olarak özetlenebilir. Eşinin ölümünü henüz sindirememiş olan Kash, devrim niteliğinde ama ahlaken tartışmalı bir icada imza atmıştır. Kash’in icat ettiği bir kefen sayesinde ölü bedenlerin başına gelenler üç boyutlu görüntülerle takip edilebilecektir.
Bir gün eşininki dahil olmak üzere mezarlar tahrip edilir. Bunu kimin yaptığını bulmak için araştırmalar derinleştikçe, uluslararası komplolar, kıskançlıklar ve batırılmış duygular açığa çıkar. Tıpkı bir Cronenberg filminde olmasını beklediğimiz gibi. Ancak, üstadın eski formundan hayli uzak olduğunu söylemeden geçmeyelim. Yas ile kapitalist iştahı, teknolojiyle teknofobiyi birbirine karıştırırken çok fazla savruluyor yapım. Kash’in ne yasına, ne paranoyasına yeterince ikna olabiliyoruz. Bir uluslararası komploya işaret edip sonra başka bir yöne doğru hikayenin yol alması iyi fikir olsa da seyirciyi yeterince etkilemiyor.
DIVA FUTURA
İtalyan oyuncu, senarist ve şimdilerde yönetmen Giulia Louise Steigerwalt, “Diva Futura”da 90’lı yılların popüler kültür ikonların birisinin dünyasına götürüyor seyirciyi. Özellikle kamusal alanda çıplak olmaktan çekinmeyen görüntüleri, kafasından düşürmediği tacı, parlamentoya girişi ve porno filmleriyle dönemin küresel figürlerinden birisi olan Ilona Staller namı diğer “Cicciolina”yı da yaratan ajansı merkezine alıyor yapım. Hikayeyi o yıllarda Diva Futura’da sekreter olarak çalışan Debora’nın gözünden takip ediyoruz.
Riccardo Schicchi 80’li yılların sonlarına doğru video ve televizyon dünyasının büyümesiyle birlikte pornonun göreceği talebi hisseden bir ‘yatırımcı’. Yalnızca Cicciolina değil Moana Pozzi, Eva Henger gibi dönemin önemli yıldızlarını yaratan bir kaşif(!) aynı zamanda. Schicchi’ye yakıştırdığımız bu tanımlar bizim değil, daha çok filmin yakıştırmaları.
Film bir yandan yukarıdaki karakterlerin zaman içindeki yolculuğuna ele alırken, sektörün dönüşümünü de gösteriyor. Filmin tabiriyle “naif”, “insan odaklı”, “ahlaklı ama ahlakçı” olmayan bir zevk endüstrisinden bugünün beden sömürüsü düzenine geçişin ilk adımları anlatılıyor. Bunda her ne kadar hep olumlu bir karakter gibi resmetse de Schicchi’nin sorumluluğunu da hatırlatıyor yapım. Ancak ne var ki, her şey bir İtalyan telaşıyla olup bitiyor sanki. İlk kırk dakika dış sesin baskın olduğu karakterlerin birbiri ardına perdeye çıkıp kendini tanıttığı bir gösteri adeta. Sonrasında ise bütün hikayenin ana duraklarına uğrayan, hikayenin daha çok ‘neşeli’ taraflarında kalmaya özen gösteren, dokunaklı yanlarını hızlıca geçen bir anlatı izliyoruz. Film bu haliyle de bir dramatik yapı inşa edemiyor. Gerçek karakterlerinin anısına saygı, onların o dönem yaşadıkları sıkıntıları birer malzemeye dönüştürmeme kaygısından olsa gerek hikaye bir türlü derinleşemiyor.
Filmekimi 'Joker: İkili Delilik' filmiyle başladı
Filmekimi heyecanı bu yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır'da
Filmekimi'ne geri sayım: Festivalin gerçekleştirileceği tarihler ve şehirler belli oldu