Levent Köker
Geçmişle yüzleş, çıkmazdan kurtul!
Târihten sosyolojiye, hukuktan siyâset bilimine, çok farklı disiplinlerden gelen, Türk ve Türkiyeli olsun olmasın, hemen her araştırmacının üzerinde birleştiği noktalardan biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından bir millî/ulusal devlet olarak kurulmuş olduğudur. Genel olarak sosyal ve beşerî bilimler alanında eşine pek rastlanmayan bu mutabakat, soru İmparatorluk ile Cumhuriyet arasındaki ilişkinin nasıl anlaşılması gerektiği olunca nisbeten kaybolmaktadır.
Kemalist Cumhuriyet’in târih tezi, Cumhuriyet’in Osmanlı geçmişinden “devrimci bir kopuş” ile ayrıldığı yönündeydi. Hayli güçsüzleşmiş olmakla birlikte bu tezin hâlâ taraftarları bulunmaktadır. Buna karşılık, bir bölümü muhafazakâr-milliyetçi kesimden olmak üzere, pek çok çalışma, Osmanlı-Cumhuriyet arasındaki devamlılığın farklı boyutları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunlar arasında, devlet-toplum ilişkisinde devletin öncelikli konumu, buyurgan veyâ bu anlamda “güçlü” devlet geleneği, otoriter unsurların ağır bastığı bir siyâsî kültürün varlığı gibi hususlar dikkat çekmekle birlikte, asıl çarpıcı devamlılık İmparatorluğun son dönemi ile Millî Mücâdele içinden çıkıp gelişen Kemalist Cumhuriyet arasında gözlenmektedir.
Çok çeşitli yazarların eserlerinde yer verilen bâzı tesbitler, bu devamlılığın ana uğraklarını özetlememize de imkân verici niteliktedir. Bunları sıralamadan önce, şu noktayı özellikle vurgulayarak belirtmek zorundayım. “Devamlılık”, değişimin olmaması anlamında kullanılmamakta, “devrim” kavramının ifâde ettiği kopuşun ya olmadığını ya da zannedildiği kadar güçlü bir nitelik taşımadığı anlamına gelmektedir. Bir diğer deyişle, târihî sürecin belirli uğraklarında gözlenebilir hâle gelen özellikler birbirlerine eklenerek anlamlı bir devamlılık, bir süreklilik oluşturmaktadır.
İLK ANAYASADAN CUMHURİYETE
Somutlaştırırsak:
- 1876 Anayasası, Padişah’ın kişiliğine kutsallık atfetmekte ve onu “sorumlu tutulamayacak” bir mertebeye oturtmaktadır. Bu yönüyle ilâhî egemenlik anlayışını devam ettirdiğini gördüğümüz bu ilk Anayasa, yine de Padişâh’ın egemenlik yetkilerinin dayanağını dünyevî, bu anlamda “seküler” bir metin olan Anayasa’ya bağlamasıyla yeni bir gelişmeyi de kendi içinde taşımaktadır.
- Bülent Tanör’ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’nde ortaya koyduğu bu tesbit, aslında hem 1908 hem de 1921 devrimlerinin habercisidir. 1908, II. Abdülhamid’i, hiçbir zaman yürürlükten kaldırmadığı Anayasa’yı uygulamaya koymaya zorlaması ve sonrasında yapılan değişikliklerle (1909) Padişah’ın gücünün hayli sınırlanmasına yol açması bakımından bir devrim ise, 1921 daha da radikal bir sıçramayla, egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete/ulusa âit olduğunu îlân etmesiyle “devrimci” bir dönüşümü gerçekleştirmiştir.
- 1921’in devrimciliği, bir bakıma 1876’da, geleneksel olarak devlet ile özdeş kabûl edilen Padişah’ın “mukaddes” kişiliğini, insan irâdesinin ürünü olan bir pozitif hukuk kuralı olan Anayasa’ya yerleştirmekle başlayan değişimin vardığı kritik bir momenti anlatmaktadır. Bununla birlikte, 1921’in devrimciliğinin bir diğer yanı, Osmanlı Devleti yerine Türkiye Devleti adıyla yeni bir devletten söz etmesidir. Bu iki unsurun aslında “Cumhuriyet”i haber verdiği açıktır.
- Şimdi, 1876’dan 1908/1909 uğrağından geçip 1921’de zirveye çıkan değişim zincirinin doğrultusu, çok dinli, çok etnik gruplu, bu iki anlamı da içeren biçimde çok-milletli bir İmparatorluk’tan “tek millet”li bir devlete geçiş olarak kendisini göstermektedir.
- Bu değişimin içinde en kritik sorun, bu “tek millet”in ne olduğu, nasıl tanımlandığı sorunudur. 1876’ya giden süreçte, yâni Tanzîmat döneminde (1839-1876), devletin geleneksel meşrûiyet dayanağı olan İslâm’dan ayrılmaksızın, tüm Osmanlı uyruklarının hukuk önünde eşitliğinin benimsenmek istendiğini biliyoruz. İşte bu hedef, yâni tüm Osmanlı uyruklarının hukukî eşitliği, aynı zamanda 1876’ya da damgasını vuracak olan bir “Osmanlı vatandaşlığı”nı, yâni bugünkü tâbirle bir “Osmanlı milleti”ni anlatıyordu, tabiî millet kelimesine yüklenen modern anlamıyla.
- Olmadı, kozmopolit bir Osmanlı vatandaşlığı gerçekleştirilemedi. Bunun yerini, İttihat ve Terakki’nin din (İslâm) ve etnisite (Türklük) arasına sıkışmış bir kimlikle temellendirdiği millî/ulusal devlet fikri ve siyâseti aldı.
- Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in en güçlü araştırmacılarından olan Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Târihi adlı eserinde, İttihat ve Terakki dönemiyle Cumhuriyet’in tek-parti dönemi arasında bir devamlılık olduğunu net olarak göstermektedir. Zürcher’e göre bu dönem “Jön Türk Dönemi” olarak adlandırılmalıdır zîra 1908’de etkili olmaya başlayan Jön Türk (İttihat ve Terakki diye de okuyabiliriz) hareketi ile Cumhuriyet’in tek-parti dönemi arasında siyâsî, ekonomik ve ideolojik açılardan devamlılıklar görünmektedir.
- Zürcher’in bu tesbitindeki “siyâsî ve ideolojik” unsurlar üzerinde özellikle durmak isterim. Herhâlde ilk akla gelen, İttihat ve Terakki ile tek-parti döneminde izlenen siyâsetin temel belirleyici unsurunun bir millî devlet kurma hedefidir. Bu devamlılık, İttihatçıların millî devleti Türk-İslâm İmparatorluğu biçiminde tasavvur etmiş olmaları, buna karşılık tek-parti döneminde hedefin “Misak-ı Millî” ile sınırlı bir “Türk millî devleti” kurmaya dönüşmesini görmezden gelmemize neden olmamalıdır.
SOYKIRIMIN MİMARI TALAT PAŞA
- Bu açıdan ilginç bir çalışma, Hans Lukas Kieser’in Talât Paşa biyografisidir. İlk kez 2018’de Princeton Üniversitesi yayınlarından basılmış olan bu kitabın alt başlığı “Modern Türkiye’nin Babası, Soykırımın Mimarı” (Father of Modern Turkey, Architect of Genocide) biçimindedir. Kieser, içeride Talât Paşa için neden “modern Türkiye’nin babası” nitelemesini kullandığını açıklamaktadır. Kieser’e göre Talât Paşa, “1915 Soykırımı’nın mimarıydı, cemiyet içinde ve taşrada yer alan güçlerin sağladığı sinerjiyle, Küçük Asya’da bir nüfus mühendisliğinin öncülüğünü yapmış ve aynı zamanda modernist-milliyetçi reformları başlatmıştır. Bu bakımdan Osmanlı sonrası milliyetçi bir siyâsî topluluğun da kurucu babası olmuştur. Böylelikle, Balkan Savaşları ile I. Dünyâ Savaşı sırasında, mesihçi bir milliyetçi ideolojiyle (Müslüman pan-Türkizmi, yâni Turancılık ile) iktidarı kendi elinde toplamıştır ki bu ideoloji, kendisinin Merkez Komitesi’nden yakın arkadaşı, etkili bir isim olan Ziya Gökalp tarafından formüle edilmişti. Gökalp’in milliyetçiliği, 1910’larda açık bir biçimde emperyaldi ve siyâsî olarak da Müslümandı, ama bu milliyetçiliğin Kemalistler ve kendisi de Gökalp’in manevî çocuğu olan Atatürk tarafından benimsenen sonraki versiyonu bunun karşıtında konumlanıyordu.”
İttihatçılık ile Cumhuriyet arasındaki siyâsî ve ideolojik devamlılık, Zürcher’in dediği gibi 1950’de noktalanabilir mi? Kieser’in yukarıdaki tesbiti, bize bunun bu kadar kesin olamayacağını söyletiyor. Demokrat Parti ile başlayan dönemi Zürcher, biraz tartışmalı bir biçimde, gerçekten çoğulcu bir demokratik siyâset dönemi olarak niteliyor. Buna katılmak zor. Çünkü, biliyoruz ki Türkiye târihinin hiçbir döneminde, çoğulculuğun en rahatlamış gibi göründüğü bu tür zaman dilimlerinde de, sağlıklı bir demokratik toplum hâline gelemedi.
Demokrat Parti ile birlikte, tek-parti otoriterliğinin dışladığı toplum kesimlerinin sesini siyâsî alanda daha gür biçimde duyduğumuzu söyleyebiliriz ama bu ses, Kieser’in yukarıya aldığım paragrafındaki bir ikircikli duruma denk düşüyor. Gökalp’in Talât Paşa’ya meşrûiyet sağlayan yayılmacı (emperyal) Türk-Müslüman milliyetçiliği ile daha sonraki Kemalist (lâisist) Türk milliyetçiliği arasında bocalayan bir ikircikli durum bu. Bir bakıma İttihatçıların en başta, iktidar olmazdan önceki dönemde Osmanlıcılık-Türkçülük arasındaki mütereddit pozisyonları gibi.
İDEOLOJİ VE AÇMAZDAN ÇIKIŞ
Açmaz da burada. Laikçi-modernist Türk milliyetçiliği mi, Türk-İslâm Sentezciliği mi? Cumhuriyet’in demokratikleşememe târihi, bu açmazın oluşma ve pekişme târihi olarak da okunabilir, tabiî ideolojik düzeyde. İdeolojinin eklemlendiği toplumsal eşitsizlikler ve ideolojilerin bu eşitsizlikler üzerine inşâ edilen tahakküm ilişkilerini perdeleyici “yanlış bilinçlilik” biçimi olarak fonksiyonu unutulmamalı.
İdeolojinin bu fonksiyonu bizi, bugün hayatî bir seçim sürecinin içinde, iki milliyetçilikten birini seçmek zorunda bırakılmanın nasıl bir trajedi olduğunu görme imkânından mahrum ediyor. Durum çok net. Kurtuluş, şu veyâ bu milliyetçilikte değil, bu bir açmaz, “milliyetçilik açmazı”. Açmazı görebilmek için geçmişle yüzleşmek gerek, yüzleştiğimizde de, “İttihatçılığın Beyni”nin “Soykırımın Mimarı” olduğunu ve içimizde dolaşmaya devam ettiğini fark edebiliriz. Bu farkına varış, bizi 108 yıldır içinde debelenip durduğumuz açmazdan da kurtarır.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.