Gelen gideni aratacak mı?

Yeni yıldan ne bekliyoruz? 2024 sâdece “yeni bir takvim dönemi” olduğu için değil, gerçekten yenilikler getiren bir yıl olabilecek mi? Umarım yeni yıl, bu faşizan gidişâtı besleyen bu totaliter kültürel dokuyu tahrip edecek değişim rüzgârları estirir.

2023 yılının son günlerindeyiz, Pazar gece yarısından sonra artık takvimler 2024 yılı için işlemeye başlayacak. Ve, tabiî klâsik soru, yeni yıldan ne bekliyoruz? 2024 sâdece “yeni bir takvim dönemi” olduğu için değil, gerçekten yenilikler getiren bir yıl olabilecek mi? “Yeni” veyâ “yenilik” demişken, yalnızca eskisinden farklı olması bakımından iyiye, doğruya, âdil olana yönelmiş yenilikleri kasdettiğimi eklemeliyim. Çok iyi biliyoruz ki, yeni olan her şeyin mutlaka iyi, doğru, âdil gibi sıfatlarla da nitelenmesi mümkün olamıyor her zaman.

Toplumsal düzeyde veyâ dünyâ ölçeğinde baktığımızda, 2023’ü iyi bir yıl olarak hatırlamamız maalesef bana hiç mümkün görünmüyor. “Ufukta, yeni yılın daha iyi olacağına dâir işâretler var mı?” diye sorulacak olursa, iyimser bir cevap vermek çok zor. Siyâset düzeyinde, ülke düzeyinde de dünyâ ölçeğinde de iyi yönde yenilikler beklemiyorum açıkçası. Neden?

SİYASETEN KATL SÜRÜYOR

Artı Gerçek’teki ilk yazım 3 Mayıs 2022 târihli. Yazının başlığı “Gezi Dâvâsı: Bir Siyâseten Katl Örneği”. Aradan birbuçuk yıldan fazla bir zaman geçmiş. Burada işâret etmek istediğim husus, Gezi ile ilgili olarak verilen mahkûmiyet kararlarının “hukukî” olmadığı. Durum son derece açıktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bağlayıcılığını kabûl ettiği AİHM kararlarına göre, bırakın mahkûmiyeti, ortada insanları gözaltına almaya yetecek ölçüde ciddî, mâkûl hiçbir kanıt yok. Buna karşılık, Osman Kavala “ağırlaştırılmış müebbet”, diğerleri 18’er yıl hapis cezâsı aldılar. İki yargı düzeni arasında bu kadar zıtlık olur mu? Bir mahkemenin “gözaltına bile alamazsın” dediği durumda bir diğer mahkeme, hani kurallar değişmemiş olsa “îdam” cezası verecek, o olmadığı için “ağırlaştırılmış müebbet” diyor. Açıkça “siyâseten katl”!

“Siyâseten” kavramına burada biraz dikkât edelim. Târihî olarak bu terimi, “devlet nizâmının korunmasının bir gereği olarak” anlamamız gerekiyor ama günümüzde, “hukuk devleti” olma iddiâsındaki bir devlette bu kavramın geçerli olması imkânsız. Tamam da, biz sanırım daha da vahim bir durumla karşı karşıyayız. “Devlet nizâmının korunması olarak siyâset” yerini “mevcut iktidar düzeninin korunması olarak siyâset” anlayışına terk etmiş. Yâni, birinciye “hikmet-i hükûmet” desek, hukuk devletiyle o da uyumsuz doğru ama, durum onu da geride bırakmış, “iktidarın arzusu gereği”ne dönüşmüş.

Bugün, bir milletvekilinin AYM kararlarına rağmen hâlâ “seçme ve seçilme hakkından” ve “kişi güvenliği hakkından” mahrum edildiğine tanıklık ediyoruz. Gezi’de AİHM’di, şimdi AYM kararları, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, hem derece mahkemesi tarafından ve hem de adlî yargının en üst temyiz mercii olan Yargıtay tarafından uygulanmıyor. AİHM’in, verdiği kararlara rağmen yaklaşık yedi yıldır hapiste tutulan Osman Kavala başvurusunda, “bu delillerle gözaltına bile alamazsınız” dediği Gezi dâvâsında 18 yıla mahkûm edilen, milletvekili seçildikten sonra yargı süreci durdurulması gerekirken aksine hızlandırılarak mahkûmiyeti kesinleştirilen Hatay Milletvekili Can Atalay’dan söz ediyorum.

DEĞİŞİM GERÇEKLEŞMEDİ

Bu çok çarpıcı örnek üzerinden yaşamakta olduğumuz devamlılığın kırılması ve bir değişim ihtimâli vardı, ancak Mayıs ve Haziran aylarındaki seçimler, siyâsî iktidarın devâmından yana sonuçlar üretti. Bu, toplum olarak büyük bir zaafiyet içinde olduğumuzu da göstermektedir. Bu zaafiyetin iki veçhesi var. Bir tarafta, teslim etmek gerekir ki, mevcut siyâsî iktidar düzeneğinden hoşnut, icraat ile doğrudan ilgilenmeyen, ciddî bir kitle var. Ancak, kanımca bu kitlenin mevcut iktidârı ayakta tutmak için yeterli olduğu kanısında değilim. Diğer tarafta da büyük bir sorun var. Zîrâ, “muhalefet” olarak etiketlenen diğer taraf, toplumun hak, adâlet, özgürlük gibi demokratik değerler etrafında siyâseten mobilize edilmesi yönünde gayretli olmadılar veyâ olamadılar. Yoğunlaştıkları husus, Cumhurbaşkanı’nı ve “başkancı sistem”i değiştirmek oldu. Öne sürdükleri alternatif ise, altı partili, yedi yardımcılı bir Cumhurbaşkanlığı’ydı. Arada bir çıkardıkları uyumsuz sesler, istifâlar, ayrılmalar, geri dönmeler vs. de eklenince, “değişim” talep edebilecek bir potansiyeli tam olarak kullanamadılar.

Bu noktada, HDP ile Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın ayrıştığını da eklemek gerek. Toplumun hakkaniyete, hukuka, adâlete duyarlı kesimlerini siyâseten mobilize etme imkânı, bu ittifâkın dışlanması ile birlikte mümkün olamazdı, nitekim olmadı da. Bugün, CHP’nin Özgür Özel’in Genel Başkan olmasından sonra farklı bir çizgi izlemeye çalıştığını görmekteyiz. Bu çizginin daha net ve daha cesurca sürdürülmesi hâlinde, Mart sonunda yapılacak yerel seçimlerin 2024 ve sonrasında Türkiye siyâsetinde bu defâ ciddî değişim rüzgârları yaratmasını bekleyebiliriz. Böylece 2023’te gerçekleşmeyen iktidar değişimi, 2024’teki yerel seçimlerden sonraki süreçte, gerçekleşme yoluna girebilir ve bu da sanırım en kuvvetli iyimserlik nedenimiz olur.

KÖTÜMSERLİK NEDENLERİ

Hani bir söz vardır, “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diye. Aynı şeyi “tebdil-i iktidar” için de söyleyebiliriz. Gerçekten, yirmibir yıldır devam eden bir siyâsî iktidar var ve bu iktidar, bir yandan süreç içinde mevcut bâzı denetim mekanizmalarını yok etmeyi başardığı gibi, kalanları da etkisizleştirmiş durumda. Dolayısıyla, neredeyse bir tür çağdaş mutlakiyetçilik ile karşı karşıyayız. Ersin Kalaycıoğlu buna “sultanizm” veyâ “neo-sultanizm” demekte haksız değil, kuşkusuz.

Bugünlerde okumakta olduğum bir kitapta, Osmanlı sultanlarının “tam anlamıyla egemenlik sâhibi” olmadıkları, sultanların sâhip oldukları yasama yetkisinin ciddî anlamda sınırlandırılmış olduğu, sultanın “kendisinin yapmadığı ve kendisinin değiştiremeyeği bir hukuku uygulamak zorunda” bulunduğu belirtiliyor. Doğru. Bugünkü “mutlakiyetçilik” veyâ “neo-sultanizm”, bunun da ötesine geçmiş vaziyette. Çünkü, hem çağdaş hukuk düzeni “ilâhî” bir kaynaktan çıkmadığı, yâni insan tarafından yapıldığı ve değiştirilebilir olduğu için, bağlayıcılığı daha zayıf gibi görünüyor, hem de pratikte yürütmenin aynı zamanda yasama çoğunluğu üzerinde de hâkimiyet kurması, her türlü engeli aşmasını sağlıyor.

Bir milletvekilinin geçtiğimiz günlerde TBMM kürsüsünde, parlâmentonun kendi hukukuna sâhip çıkmayan bir kayıtsızlık içinde olduğunu, hem Can Atalay örneğinden ve hem de yürütmenin yasama tarafından yöneltilen soru önergelerine gönderdiği ciddiyetsiz cevaplardan hareketle ortaya koyması bu bakımdan mânidârdır.

Bu tesbitten sonra, şu noktaya da temas etmeliyim. Türkiye toplumunu meydana getiren çeşitli kesimler arasında, özellikle iktidara yakın olanlar, bu mutlakiyetçiliği kendi lehlerine çevirmek için her türlü arsızlığı sergileyebiliyorlar. Yine bugünlerde bir üniversitede meydana gelen, küçücük bir olayın büyütülerek meydanlara taşınması iyi bir örnek. Olay, üniversite içinde ibadet için ayrılmış olan bir mekâna, ibadet için giden bâzı öğrencilerin ayakkabılarını, ayakkabı dolaplarına değil de koridora bırakmalarından bir öğretim üyesinin rahatsız olmasıyla başlıyor. Beni burada ilgilendiren temel nokta şu oldu: Öğretim üyesi, ısrarla “burası her inançtan insanın ibâdet edebileceği bir yer, bir mescid değil” diyor, karşı taraf ise burasının bir “mescit” olduğu ve ayakkabıyla girilemeyeceği iddiasında. Öğretim üyesinin dediği doğruysa, o zaman şöyle bir sonuç çıkıyor: Tartışmaya taraf olan öğrenciler, ibâdet için ayrılmış her mekânın “mescid” olduğunu çünkü ibâdetin ancak İslâm inancına mensup olanlar tarafından yapılabileceğini düşünüyorlar. Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede, başka ne olabilir ki?” de diyorlardır muhtemelen.

Bu, kültüre yerleşik bir “totaliterlik” belirtisidir ve sanırım toplumumuzda da hayli güçlüdür. Bunun sâdece bu olayda değil, başka pek çok toplumsal ve siyâsî tartışmada da yansımalarını gördük, görmeye de devâm ediyorum. Bu “totaliterlik” kültürünün siyâsî pratiğe dönüştüğü en uç örnekler ise, maalesef, “soykırım”, “pogrom” veyâ en hafifinden (!) katliâm olarak tezâhür etmektedir. Olayın geçtiği üniversitede, olayın hemen ardından, öğretim üyesine sâhip çıkan öğrencilerle, çoğu üniversite dışından gelenlerin oluşturduğu belirtilen bir kitlenin karşı karşıya gelmesi, durumun içerdiği vahşet potansiyelini açıkta sergilemektedir. Tabiî daha da vahim bir gelişme olarak ilgili öğretim üyesinin emniyete ifâdeye çağrılması ve medyada “barış imzâcısı” olduğu şeklinde provokatif yayınların yapılması. Belli ki “kamu otoritesi” de “mescidcilerin” arkasında.

İNKARDAN VAZ GEÇMEK, UNUTMAMAK İÇİN SÜREKLİ HATIRLATMAK

Totaliter zihniyetin şiddetle birleşmesinin kitleselleştiği durumları faşizm etiketi altında toplamaya çok îtiraz edilmez sanıyorum. Bu, neo-sultanizmin, “neo” önekini koruyarak hızla ilerlediği doğrultunun da adıdır aynı zamanda. Bu ilerleyişi besleyen temel toplumsal ve siyâsî dinamiğin içinde “inkârcılığın” çok merkezî bir konumu var. Türkiye, ağırlıklı olarak, kendi târihini kutsallıklar etrâfında kuran ideolojilerin mücâdele alanı. Bu mücâdele içinde, târihle hesaplaşma, yüzleşme, soykırım, pogrom, katiâm gibi kitlesel ölümlerle, toplu göç etmelerle, adına “tehcir” veyâ “iskân” denilen göç ettirmelerle sonuçlanan şiddet hâdiseleri ya inkâr edilmekte, ya da unutturulmaktadır. Bu da, bugün yaşadığımız ve her ân yeni bir pogromun, yeni bir katiâmın habercisi olabilecek garip ama gerçek hâdiselerin ördüğü bir totaliter iklimi beslemektedir.

Hafta sonu, Narlıdere Kültür ve Cemevi’nde Maraş Katliâmı üzerine bir konuşma yapan SBF’den Ayhan Yalçınkaya, katliâm mağdurlarının “unutmayacağız” sloganına îtirazla, çok önemli bir vurguyu dile getirdi. “Biz (katliâm mağdurları) unutmayacağız” değildir aslolan, asıl “size (katliâmın fâillerine) unutturmayacağız” demek ve bunun için çaba göstermek gerekir. Çok doğru. Bir katiâmın fâillerine, yaptıkları katliâmı unutturmamayı başaramazsak, Maraş “bir olay” olarak kalır, mağdurlar hatırlarsa hatırlar; Madımak öyle kalır, fâilleri îtibar bile görürler. Kamu gücü, arkalarında değilmiş gibi yaptığında bile arkalarındadır. Ogün Samast daha taptâze bir örnek. 1915’i, Dersim’i, 1990’ları, hangi birini sayacağız. En samimî “devletlû” îtiraf ise bir emekli generalin 6-7 Eylül 1955 pogromu için söylediği “muhteşem bir örgütlenme” ifâdesiyle târihe geçti. Herhâlde tümü böyleydi.

Yeni yıl, tekrarlarından esirgesin ve bu faşizan gidişâtı besleyen bu totaliter kültürel dokuyu tahrip edecek değişim rüzgârları estirsin.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi