Göç (3): Kültürel yuvalar

Göçle birlikte vatan ve kültürel yuva da terk edilir, ama insanlar göçtükleri yerde kendilerine kültürel bir yurt yarattıklarında duygusal bir rahatlık yaşarlar.

Psikanalist Margaret Mahler’a ait bir kavram var: "Duygusal depolama" (emotionales Auftanken). Bu kavramla Mahler, bir arabanın deposunun dolması gibi, çocuğun annesi üzerinden duygusal birikim yaptığını anlatır. Psikanalitik göçmenlik kuramında Salman Akhtar, göçmenlikte duygusal deponun doldurulmasının önemine ve bu olabildiği sürece göçmenin göçmenlikte daha rahat edebileceğine dikkatimizi çeker. Göçle birlikte vatan ve kültürel yuva da terk edilir, ama insanlar göçtükleri yerde kendilerine kültürel bir yurt yarattıklarında duygusal bir rahatlık yaşarlar. Akhtar, memleketteki dost ve akrabalarla telefonlaşmaların, gurbette memleket türküleri dinlemenin ve terk edilen coğrafyanın yöresel yemeklerini yemenin duygusal vitamin almak gibi olduğunu, böylelikle insanların kendilerine gurbette yaşam alanları oluşturduğunu anlatır. Bu türden etkinlikler üzerinden ‘duygusal gıda’ alabilen göçmenlerin geldikleri yere daha iyi uyum sağladıkları biliniyor. Hatta bazen aynı "kültürel alanlar"da (Kulturareale, Georges Devereux) gerçekleşen göçlerde, yani aynı coğrafyada ama farklı yörelere yapılan göçlerde bile bu gerekli olabilir. Kastamonulu biri Sinop’ta yaşarken bile geldiği yerle duygusal köprüler kurma gereksinimi duyabilir. İklim, dil ve kültür benzer olmasına rağmen Kastamonu oyun havalarını özlemesi, yine benzer şekilde, Urfalı birinin Diyarbakır’da hakiki Urfa Kebabını araması da böyledir. 

Aynı kasabadan İstanbul’a gelenlerin orada dernekler kurarak geldikleri yerin kültürünü yaşatmaya çalışmalarında, kendilerine İstanbul’da ‘minik bir memleket’ yaratmalarında bir sorun yoktur. Golf oynayan birinin Fransa’ya göçtüğünde golf oynayanlarla zaman geçirerek oranın insanlarıyla ortak kontekstler araması ve böylece ‘yabancılık duygusunu’ azaltmaya çalışması da aynı şekilde... Kısacası insanlar göçle beraber, gittikleri yerde kendilerine ‘kültürel yuva’ ya da ‘kültürel yurt’ yaratırlar. Böylece yarattıkları bu minik kültürel ülkede kendilerini duygusal olarak iyi hissetmeye çalışırlar. Suriyelilerin yapmaya çalıştıkları budur mesela; çok sıradan, anlaşılır ve insani bir yönelimdir. Berlin’deki Türkler de aynı saiklerle Kreuzberg’i Türkiye dışındaki en büyük Türk kenti yapmışlardır ve biz Türkler bununla övünürüz...

"Memleketim, memleketim, memleketim / ne kasketim kaldı senin ora işi / ne yollarını taşımış ayakkabım, / son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, / Şile bezindendi. / Sen şimdi yalnız saçımın akında, / enfarktında yüreğimin, / alnımın çizgilerindesin memleketim, / memleketim, / memleketim…" Nazım için kasketi bir ‘anımsama objesi’dir (yadigar). Bu obje üzerinden memleketini yanında, başının üzerinde, canında taşır. Bu anımsama objesine bedensel ve psikolojik yakınlık sayesinde yaşadığı travmatik ayrılıkları ve yitikleri inkar ederek hayatını yaşanır kılmaya çalışır. Şiirler üzerinden de süblimasyon yaparak travmasını yaratıcılıkla örtmeyi, dönüştürmeyi dener. Mesele kasketten çok daha kapsamlıdır. Duygusal değeri çoktur. Nazım’ın sürgün şiirlerindeki hüzün, aynı zamanda "duygusal depolama"nın olmamasına ilişkindir. Bu anlamda Varna Şiirleri bir turizm şirketinin müşterilerine yönelik doğal beslenme reklamı değildir. Oradaki biber ve acısı biberin acısından çok ayrılık acısıdır. Varna kültürel vatan değildir...

Kimlik, kişilik, dil ve beden

Grup psikanalisti Gerhard Wilke, etnolog Clifford Geertz’a atıfla, dili öğrenirken dili ve dildeki sembolleri yeniden anlamlandırıp ördüğümüzü anlatır. Böylece dil ve semboller grupsal yeni anlamlar kazanır. Dil öğrenirken insanlar ‘ben’i be ‘biz’i de oluşturur ve aidiyet duygusu da geliştirir. Kısacası dil ve dil öğrenimi duyguların oluşturulmasıdır biraz da. Alman filozof Wittgenstein’a gönderme yaparken Wilke, dilin sadece sözlüksel bir anlamı olmadığını, bunun ötesinde dilin kullanımıyla dil üzerinden toplumsal bir alan oluşturulduğunu ve bu sosyal alanda dilin yeniden ve değişerek anlamlandırıldığını söyler. Bu, dilin çok canlı, yaşayan ve dinamik bir şey olduğu anlamına da gelir.

Bir insanın kişiliği bedeninde oluşuyor; bedenimiz narsisizmimizin atölyesidir adeta. Önceleri kişiliğimizi Tanrı yaratıyor ve belirliyordu: Kader, alın yazısı, fıtrat vs. "Tanrı bizi böyle yarattı; beni bana en uygun biçimde yarattı." Bu yüzden, benim kendimi beğenmemem Tanrı’ya bir itiraz, Tanrı’nın güzel/layık/uygun bulduğu ‘ben’i onarma çabası ve dolayısıyla onun kusurunu düzeltme isteği anlamlarına gelecekti. Kul Tanrı’dan iyi bilemezdi; günahtı. Bu günah toplumsal ‘ayıp’ ile de denetleniyordu. 

Aynanın karşısına geçip de kendinde ‘düzeltilmesi gereken yerler listesi’ olmayan kaç kişi tanıyorsunuz? Kişilik bu bedende oluşuyorsa ve biz bedenimizi beğenmiyorsak, bu bedende oluşan kişiliği nasıl beğenebiliyoruz? Her gün aynanın karşısında, estetik ameliyat masalarında Tanrı’nın kusurunu düzeltenlerin aynı zamanda en yüksek tondan dincilik yapması da ayrı bir mesele. Bu çok problemli bedenlerde oluşan kişilikler psikolojik sorunlarını da hocalarda, psikiyatristlerde ve psikologlarda tamir ettirmeyi deniyorlar. Kişiliği estetik cerrahları, hocalar, dergahlar, doktorlar, psikologlar ve yaşam koçları düzeltiyor. Berberlerin (Picasso ya da Kurosawa’dan söz etmiyoruz!) yaratıcı imaj yapıcılar/yaratıcılar olarak tanıtıldığı bir çağda yaşıyoruz. Aldığımız bir aletin kullanma kılavuzu gibi, ‘problemsiz insan olma kılavuzlarının’ psikoloji kitabı olarak "Öz değer duygusunu yükseltmek", "Pozitif olmak" "Kendine güvenli olmak" gibi başlıklarla satılması, sosyal medyanın psikolog pazarına dönmesi, "Panik atağa anında çözüm!" diye bağıran cazgırlarla dolu olması... Sosyal medyadaki psikolog pazarı, güzellik yarışmalarına gönderilen fotoğraf kataloğu adeta. En çok da kendi görünümünü onaranlar ‘özgüven manavında’ özgüven satıyor. İşte bu müdahalelerin kimliğimize dolaysız etkileri var.

Kişilik tamirhanesi olarak kolektif narsisizm

Psikanalist Vamık Volkan nüfus kağıdımız için, kimliğimizin (Identität) sembolik en somut belgesi olduğunu yazar. Nüfus belgemize önceleri "nüfus cüzdanı" derdik. Doğruydu; nüfus cüzdanı ‘kimliğim’ dediğimiz kıymetli bir şeyi saklıyor ve belgeliyordu. Kimliklerimiz bir mekandadır; mesela benim kişisel kimliğimin mekanı bedenimdir. Bu bedende beni tanıyorsunuz... Göçlerle birlikte mekanların değişmesi, kimliklerin güvenli mekanlarının kaybolması anlamına da geliyor. Mesleki kimliklerimiz de öyle. Önceleri gazetede çalışan biri, belirlenmiş ve sınırları tanımlanmış ‘bir’ işi yapardı. Biri dizgici, biri fotoğrafçı, biri dağıtımcı, bir diğeri köşe yazarı... Değişimlerle birlikte, meslek kimlikleri olanlar kendilerine başka kimlikler de eklemek ve birçok alanda bilgi sahibi olmak durumunda. Şimdi bir gazeteci akıllı telefon kullanabiliyor, bilgisayar kullanabiliyor, fotoğrafçılık yapabiliyor. Biraz ekonomi, biraz spor, biraz gezi... Bu çok kimliklilik derinlikli bilgiyi de engelliyor ve çok fakat yüzeysel bilgi sahibi olunabiliyor. Bir mühendis başka bazı kimlikleri de edinmeden mesleki olarak var olamıyor. Kişiliğin ve kimliğin sorunlu olduğu ve bunun krize yol açtığı dönemler ve altüst olan narsisizmler kolektif/grup narsisizmi üzerinden onarılabiliyor. Mesela dini kimliğin ya da ırkçılığın bu kadar öne çıkarılmasının nedeni, öne çıkarılan şeylerin değerliliğinden öte, narsistik bir onarma ve krizi atlatma şansı vermesidir. 

Ortalama gösterişli bir erkeğin yan masada oturan ve güzel bulduğu bir kadınla flört etmekte zorlanırken kendini cennette onlarca huriyle çıplak hayal etmesi sadece inançla ilgili değil; bu aynı zamanda küçüklük ve değersizlik duygusunun ters yüz edilerek yüceliğe bir kaçış da değil midir? Birçok kadının beğenilme rekabetinde geriye düşmemek için ciddi çaba gösterdiği bir dünyada, "Saçımın bir tek teli bile erkeğe erotik, ayartıcı gelir" diye düşünen ve bu gerekçeyle saçının tek telinin bile görünmemesine özen gösteren bir kadının kendini beğenmişliği onu tüm kadınların önüne de geçirmiyor mu? Tanrı’nın bizi "Elhamdülillah Müslüman" olduğumuzdan dolayı başka milletlerden daha çok sevdiği fikrinin hoşumuza gitmesine ne demeli? Türklerin en üstün ırk olduğunu iddia etmenin, hem de bu üstünlüğün tarih boyunca hep böyle olduğuyla övünmenin narsisizm boyutu yok mudur? Kolektif narsisizm bu coğrafyadaki kişiliklerin tamirhanesi işlevi de görüyor. Kürtler, Aleviler, ötekiler... Bunlar kolektif narsisizmimiz için koltuk değneklerimiz. Onlara düşmanlıkla ve onları ötekileştirerek kendimizi var edebiliyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi