Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Gündelik şiddet

Bütün felaketlerden nemalanan bir zümre duruyor karşımızda, deprem olsa para kazanıyorlar, insanlar vatansız kalsa para kazanıyorlar. Ve her şey onlar para kazanabilsin diye var. Ve “cennet” vatanımızda, iş cinayeti, sermayenin gündelik tayını.

Yazın Samandağı'nda yapılan bir sunumda ülkedeki kaçak işçilerle ilgili bir kayıt izlemiştim. Korkunç koşullar kelimesini kullanmak bile istemiyorum, ortada bir koşul yoktu ki nitelemeye geçeyim. Bildiğiniz kölelik sistemi kurmuşlardı. İnsanlar dışarı çıkmadan çalıştıkları yerlerde yaşıyorlar-yaşıyorlar da tuhaf bir sözcük- işkence çekiyorlardı. Bir insanın böyle yaşamaya razı olabilmesi için gerçekten hiçbir çıkışının olmaması gerekir diye düşündüm.

Derebeylik sistemindeki köleler hiç değilse tarlada çalıştıkları için açık havayı görebiliyorlardı, buradaki kaçak işçilerin hava alması bile imkânsız gibiydi. Onları bu şekilde istihdam eden iş yerlerinin sahipleri, rahat evlerde oturup devletten teşvik alıp çocuk falan büyütüyorlardı muhtemelen. Büyük bir ihtimalle de pek çoğu, kayıt dışı işçileri sömürerek edindikleri servet için Allah'a dua ediyorlardı. Camiada bir kâtil gibi, bir hırsız gibi değil muteber iş insanları olarak görülüyorlardı. Demek onların camiasında para kazanmanın hangi yoldan olabileceğine ilişkin etik bir çerçeve hiç çizilmemişti; başkalarının canını çıkararak elde edilen kazancın günahı yoktu.

Burada itibarı kuran şey ellerindeki güçtü, o güç olduğu sürece toplumsal saygınlıkla aralarında hiçbir mesafe olmazdı. Onlardan yararlananlar için de aynı durum geçerliydi, destek olarak verilen paranın dini olmadığı gibi, kana bulaşmış olup olmamasının da bir önemi yoktu. Güzel bir çember, Ionesco'nun dediği gibi, “arkasına vur fasit dönsün.”

Zor durumdaki insanları, kafeslere kapatıp öldüresiye çalıştıran iş yerleriyle dolu bu ülkede, inşaatta ölenleri hemen oraya gömen bir müteahhitle ilgili bir haber okumuştum, yıllar öncesine aitti bu haber. Kim bilir nereden gelmiş insanları, sahipsiz oldukları için çalıştığı alana gömen o inşaatçının, depremde insanlara mezar olan binalarla bir bağı olduğuna inanabilirim. Çünkü yeni düzende, yukarıdan başlayarak aşağıya doğru yayılan korkunç bir zalimlik, insan hayatına en küçük değer vermeyen bir cellatlık, toplumsalın belirleyici özelliği oldu. Kendine nanik yapan çocuğu bile anında “enseleyen” devletin, sayıları açıklansa dehşete düşeceğimiz bu kadar kölenin istihdamından habersiz olması gerçekten enteresan. Hatta öleni gömen, kendi yasasını oluşturmuş bu iş yerlerinin herhangi bir engellemeyle karşılaşmaması da enteresan.

Dün akşam bir haber düştü, Zonguldak'ta yakılmış bir erkek cesedinin bulunduğuna ilişkin. Sonra bu erkeğin bir maden işçisi olduğu anlaşıldı, çalışırken ölmüş, maden sahibi tarafından, uzağa götürülüp yakılmış. Adı Vezir Mohammad Nourtani, Afganistanlı. Bölge gazetesi, yaklaşık 800 kaçak işçinin çalıştırıldığını söylüyor madenlerde. Sigortasız, asgari ücretten daha az paraya çalıştırılan bu insanlar iş dünyası için bir nimet. Bütün felaketlerden nemalanan bir zümre duruyor karşımızda, deprem olsa para kazanıyorlar, insanlar vatansız kalsa para kazanıyorlar. Ve her şey onlar para kazanabilsin diye var. Ve “cennet” vatanımızda, iş cinayeti, sermayenin gündelik tayını. Kaçak olmayanlara yaptıkları eziyetten yola çıkılırsa, ötekilere neler yapabilecekleri hayal edilebilir.

Biz sürekli midemize oturan bir kayayla, böğrümüze saplanan bir hançerle yaşamak zorunda mıyız peki? Biz sıradan insanlar, olağan hale getirilmeye çalışılan korkunç şeyleri sindirmekte, algılamakta zorluk çeken insanlar, böyle bir ülkede yaşamak zorunda mıyız? Böyle söyleyince verdikleri bir karşılık vardı, “ya sev ya terk et” hatırladınız mı? Çünkü vatanın tapusunu almışlar, nasıl aldılarsa, kurdukları düzene itiraz eden herkesi kovuyorlar. Final, Buzlar Çözülmeden oyununda olacak diye çok uzun bekledik, her şey saçma geldiği için. Öyle olmadı. Bu işin şakası hakikaten kalmadı, ya insan kalmak için mücadele ederiz ya da yakılan cesetleri seyrederiz. Parti görevlileri, gazetecileri tehdit ediyor, hükümet yurttaşları tehdit ediyor, sanki büyük bir suç işlemişiz de bitmeyen cezasını çekiyoruz.

Vezir Mohammad'ın arkasından bir kadın ağlıyordu, onun videosunu koymuşlardı sosyal medyaya. Acı çekmiş bedenleri gösteren hiçbir görüntüye bakamadığım için, açıp ona da bakamadım. En yoksullarını görmüyoruz aslında biz göçmenlerin, bir şiddete uğradıklarında haber alıyoruz onlardan. Çocukları hastalıktan ölünce, kendilerinin başına bir şey gelince. Belki de başlarına gelenlerin çoğundan haberimiz bile olmuyor. Dünyanın pek çok yerinde ekonominin kayıt dışı bölgesi kaçak işçilerin gasp edilmiş emeklerinden besleniyor. Çaresiz emek diye bir terim girdi mi acaba ekonomiye?

Roland Schimmelpfennig'in Altın Ejderha diye bir oyunu vardır. Türkçeye Sibel Arslan Yeşilay tarafından çevrilen oyunun klasik anlamda bir hikâyesi yoktur. Zemininde Altın Ejderha adlı bir Asya lokantasının olduğu bir binadan çeşitli sahneler sunar. Kız kardeşini bulmak için Avrupa'ya gelmiş genç, Altın Ejderha'nın mutfağında çalışır, dişi kötü haldedir ama kayıt dışı çalıştığı için, belgeleri olmadığı için doktora götüremezler. Mutfakta çekilmeye çalışırlar dişi, diş ağızdan fırlar ama şiddetli bir kanama yüzünden ölür çocuk. Onu duvarda asılı üzerinde altın ejderha resmi olan halıya sarıp, bir nehre atarlar.

Akış onu vatanına -Çin'e götürecektir. Genç Asyalının çekilen dişi mutfakta fırlayıp uçacak, önce bir kazana oradan da sipariş edilmiş bir çorba kâsesine düşecek. Üst katta oturan Inge’nin çorbasına. Çorbadan Inge’nin ağzına, sonra çantasına daha sonra da nehre gider diş. Binanın ikinci katında bakkal oturur, Genç Asyalının aradığı kızkardeşi onun evinde bir seks kölesidir. Binanın üst katlarında ise Batı toplumunun üyeleri oturur. Vücudu bakkal tarafından başkalarına sunulan Asyalı kız, bu binada oturan genç yaşlı bütün erkeklerin rahatlama nesnesidir, canları sıkılınca ona şiddet etme hakları da vardır. Schimmelpfennig, mikro bir ülke modeli kurmuştur oyununda, zemin katta kaçak işçiler, üstünde zorla çalıştırılan seks işçileri, öteki katlarda da ülkenin meslek sahibi, aile sahibi üyeleri. O çocukların ölümüne sebep olan şey-diş, çorbamızın içindedir.

Bütün uygarlıkları bu binaya benzeten sistemin sadece zemininde çalışanlar yoktur, bir de zeminin altındaki dehlizler, merdiven altlarına sığınmış, öldüğünde, oyunda olduğu gibi ancak bir hayal yardımıyla ülkesine gidebilecek olan kaçak işçiler vardır. Sularda sürüklenerek evinin bir yolunu bulacağı düşlenen figür için, gerçek dünyada su imgesinin bile kurtarıcı bir tarafı kalmamıştır. Sürüklenirler ve cesetleri hep kıyılara çarpar.

İçinde yaşadığımız bu dünyanın bizi nefessiz bırakmasının ya da öfkelendirmesinin pek bir anlamı kalmadı artık. Öfkenin bir çözüm üretmek için birleşmesi, cesaret tarafından harekete geçirilmesi gerekiyor artık.

İtiraz hakkımız, eleştiri hakkımız, siyasete gözünün üstünde kaşın var deme hakkımız, işlemeyen kurumları protesto etme hakkımız, gözümüzün önünde yok edilen insanlar için hesap sorma hakkımız var. Ben o binada oturmak istemiyorum, çorbama bulaşmış kanı içmek istemiyorum, bu sistemi kurup işletenlere kızmak yerine, çaresizliğe kapatılmış insanlara yöneltilen öfkeyi paylaşmak istemiyorum.

Vezir Mohammad elli yaşındaydı, yaşanamaz hale gelen ülkesinden uzakta bir madende çalışırken öldü ve ölüsünü yaktılar. Tek gerçek bu. Kurduğunuz gerçekliğin binasında oturmayacağız biz. Biz? Bir gün birlikte seslendiğimizde adımız olacak.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi