Gürültüye getirilen toplum

Bu ülkenin 80 milyon vatandaşının, bu nüfusun ortaya çıkardığı kamunun en kıymetli değerlerinden biri olan üniversite çöküyor. Hâlâ görmediyseniz, farkında değilseniz, görün ve farkında olun.

Üniversiteyi ve yükseköğretim kanununun değişmesini konuşuyoruz. Yeni yeni başlıyoruz. Çok konuşacağız. Tartışacağız. Şunu açıkça iddia ediyorum: Önümüzdeki seçimde AKP iktidarda kalsın ya da kalmasın, bu konuyu konuşuyor olacağız. Çünkü bu işin başka yolu yok. Kalmadı! Yükseköğretimde tuzun koktuğu noktadayız. Kavramın ne olduğunu bile anlamayan neoliberal ve müdahaleci kapitalist sistem “girişimci üniversite” diye diye bin yıllık tarihi olan üniversiteye girişti, bu hızlı girişme hücumu sırasında “girişimci üniversite” lafı “girişelim üniversiteye” olarak değişti. Önüne gelen üniversiteye girişiyor.

1982’den beri Yükseköğretim Kurumu, adıyla sanıyla YÖK var bu ülkede. YÖK, Kafka’nın şatosunu andıran web sitesinde düzenli olarak başarılarını ilan eder, bunları biz öğretim üyelerine e-posta olarak da yollar. YÖK’ten kaç anlayış, kaç farklı iktidar yapısı geçti. Merkeziyetçi otoriter yaklaşım azalacağına arttı ve 2016’dan sonra, bütün rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atandığı sistemde, artık YÖK’ün de pek bir anlamı kalmadı. Bizim Boğaziçi’nin geçen iki yıllık direnişi içerisinde gördüğümüz bu. Her şey saraydaki ofislerden aşağı yöneliyor. Her tür plan, her tür atama, her tür hamle…

Türk üniversitelerinin rektörlerinin ve geri kalan tüm üst düzey yöneticilerinin kayyım olduğunu söylüyorum. Daha önce de yazdım. Bu bir hakaret değil, gerçekçi bir tespit. En eski geçmişten bu yana vakıflarda var olan kayyımlık sistemi şu anda tüm Türkiye’ye damgasını vuruyor. HDP’li belediyelerde, pek çok ticari işletme ve şirkette, fakat asıl üniversitelerin tamamında geçerli olan yöntem bu. En tepede bir kişi, yani kayyım var ve devletin başının ya da onu temsil edenlerin söylediklerini uyguluyor.

Kayyım rektörün inanılmaz yetkileri var. Fakat onu oraya atayanlardan hiçbir özerkliği de mevcut değil. Ona her ne denirse, onu yapıyor. Yapmak zorunda. Bugün Türkiye’nin iki yüz küsur devlet ve hatta vakıf üniversitesinde, yukarıdan gelecek bir emri uygulamama şansı olan tek bir rektör yok. Böyle bir şey olup da o rektörün ağırına gitse ve görevden ayrılmak istese, bu bile onun elinde değil. Üst düzey bürokraside artık oturmuş olan bir gelenek doğrultusunda, “görevden affını istirham etmek” zorunda. Tabii en üst otorite, onu istediği anda görevden affedebilir ve hatta bunu ona haber vermeyebilir bile. 2021 Ocak’ında atanan Boğaziçi kayyımı Melih Bulu altı ay geçmeden bir gece görevden affedilmedi mi? Hatta sosyal medyada bundan habersiz biçimde geyik yapmaya, “Bundan şeyin niye haberi yok? Mesela benim,” biçiminde espriler patlatmaya çalışmadı mı?

ÜNİVERSİTENİN TANIMI KAYYIMLIK DAYATMASINI GEÇERSİZ KILAR

Fakat ben taraflıyım bir yandan da, bunları yazarken, öyle değil mi? Neticede ben AKP trollerine göre Boğaziçi’nde dikelenlerden biriyim sonuçta. Biz maaşımızı alıyoruz, ondan sonra tüm gün dikiliyor, işimizi yapmıyoruz. Fakat ilginç biçimde, kayyım rektörümüz bu konuda hiçbir şey yapmıyor, çeşitli nedenlerle hem öğrencilere hem hocalara yüzlerce disiplin soruşturması açmış, çeşitli cezalar kestirmiş iken, bu dikilenlere ceza vermeye çalışmıyor. Sadece kurumsal kimliği zedeleyen bu trol iftiralarına göz yummakla yetiniyor. Şimdi şunları nasıl desin? “Ben her gün camlardan görüyorum, bunlar sadece yemek aralarında 15 dakika burada duruyorlar, zaten sivil polislere her gün fotoğraflarını çektiriyor, o dikilen hocaların önünde sivil polislerin, cep telefonlarındaki fotoğrafları büyüterek bakıp kim var kim yok kayda geçirmelerini sağlıyoruz.”

Dalga geçmiyorum. Diyemez. Çünkü bağlı olduğu, sorumlu olduğu, hesap vermesi gereken tek bir otorite var ve gerçekleri ifade etmesi, 30 yıllık üniversitesini ve meslektaşlarını savunması bu otoritenin işine gelmeyecek, hoşuna gitmeyecektir. İşte bizim karşı çıktığımız, Boğaziçi’nde “kabul etmiyoruz” dediğimiz de bu durum. Çünkü geçen haftalarda da linki verdiğim, burada da vereceğim iki rapor bize bir üniversite tanımı yapıyor ve bu tanıma göre üniversitenin 1810’larda Almanya’da ortaya çıkan Humboldt modeline göre üç temel işlevi var:

Yeni bilginin üretilmesi, bunun en nitelikli biçimde öğrencilere aktarılarak bilgi akışı ve eğitimin sürekliliğinin sağlanması ve yeni bilginin öğrenciler ve akademik camiayı aşacak biçimde geniş toplumla paylaşılması. Bunların üçü de olmadan üniversite ortaya çıkmıyor. Birtakım sertifika dağıtım merkezleri, ileri liseler, uygulamalı meslek okulları vesaire olabilir. Fakat üniversite diye bir kurum istiyorsanız, orada bilgi üretilecek ve önce öğrenciye ve hemen ardından topluma ulaştırılacak. Bu anlamda, yeni üretilen ya da ortaya çıkartılan bilgi gayet can sıkıcı, toplumu rahatsız edici özelliklere de sahip olabilir. Fakat böyle olduğunda bile, bu bilginin toplumla paylaşılması bilim insanları açısından sadece bir hak değil, bir sorumluluk ve hatta zorunluluktur da.

İşte o zaman bilimsel özgürlük konusu ortaya çıkacaktır. Bir üniversitede hangi konuların çalışılacağı, neye ağırlık verileceği, nasıl bir yaklaşım geliştirileceği tamamıyla bilim insanına kalmalı. “1937-38 Dersim Tertelesi’ni çalışma” diyemezsiniz tarihçi akademisyene. Ya da “ona Dersim İsyanı diyeceksin, cumhuriyet oraya medeniyet götürdü de” diyemezsin. “Ermeni Soykırımı de de, gör gününü” diyemezsin. Akademisyen de, öğrenci de istediği konuyu, istediği biçimde çalışmakta özgür olacak. Özgürce çalıştığı alanda düşünce ve ifade özgürlüğü sınırsız olacak.

NEDEN KAYYIMLARIN SİSTEMİ SAVUNAN SESLERİNİ DUYAMIYORUZ

Yukarıda linkini verdiğim iki rapor bu konuyu derinlemesine ortaya koyuyor. Bilimsel özgürlüğün nasıl akademik ya da kurumsal özerkliğin çeşitli biçimlerini getirdiğini, üniversitenin onun ana finansmanını sağlayan kamusallık ve devlet otoritesi karşısında kendi kararlarını verme ve uygulama hakkı olduğunu da gösteriyor. Ortada bu raporlar varken, “şahtı, şahbaz oldu” halindeki YÖK’ün ve tüm kayyım rektörlerin karşı argüman geliştirmesini bekliyoruz. Nedir sizin bugünkü uygulamanızın kazançları, artıları, getirileri? Türkiye’ye ve insanlığa bilim ve akademi adına ne kazandırıyorsunuz? Çıkıp anlatmanız, “efendim, bizim geçerli sistemimiz en iyisidir, işte kanıtları da budur budur budur budur…” demeniz gerekmiyor mu? Var mı düşünsel olarak tutunacak dalınız? Yoksa tüm dayanak kampüs dışında ağır silahlarla bekleyen resmi ve kampüs içinde fink atan, derslere girip çıkan sivil polisler mi?

Türkiye’nin bugün mobbinglerle, KHK’larla, intihal ve akademik sahtecilikle, disiplin soruşturmalarıyla, şaibeli ihalelerle, bilimsel, düşünce ve ifade özgürlüğünü çiğneyen, kaba kuvvetten başka bir dayanağı olmayan kayyım yönetimleriyle kuşatılmış yükseköğretim yapılanmasının ülkeye ve insanlığa yaraşır bir bilim alanı yaratması mümkün değil. Batmakta olan bir Titanik’te keman çalıyoruz biz akademisyenler. Üniversite bitip gitmekte bu arada. Üniversite gençliği moralsiz. Almakta olduğu eğitimin neye yarayacağını görmüyor. Kendisi, ailesi ve toplumu için bir gelecek göremiyor. Aileleri de aynı durumda. Üniversite çalışanları, hocaları… Herkes moralsiz, mutsuz.

Fakat kayyım yönetimleri şen şatır. Paraşüt yöntemiyle genç insanlar ikna edilip, kadro talebinde bulunsun bulunmasın değişik bölümlere yerleştiriliyor. Liyakatsizlik ve kayırmacılık açıktan yapılıyor. Üniversiteye alınan yüzlerce yeni çalışan kadrosuna, iktidarla uyumlu sendikanın üyelik formları, imzalanacaklar dosyası içinde veriliveriyor. Üniversite hocalarının özgür ve kurulduğundan beri yönetimlerin müdahalesine kapalı e-posta haberleşme ağlarına el koyuluveriyor ve oradaki bazı hocalar bir anda listeden çıkarılıveriyor. Okuduğu metni anlamadığı, yanlış anladığı, çarpıttığı ortaya koyulduğu halde, işine son verdiği öğretim üyesinin yüzüne dönüp bakmıyor.

Bütün bunları yapanlar onurlu insanlar, sevgili okurlar. Onur sahibi, haysiyet sahibi insanlar. Bunu nasıl yapıyorlar? Bu iş nasıl oluyor? Ben bunlardan birini yapsam, kendime inancımı yitiririm. Fakat kayyım rektörlük yönetimi ve onunla uyumlu çalışanlarda nasıl bir inanç var ki, kılları kıpırdamıyor.

ÜNİVERSİTE KİMİN?

Fakat üniversite çöküyor. Orası kesin. Bu ülkenin 80 milyon vatandaşının, bu nüfusun ortaya çıkardığı kamunun en kıymetli değerlerinden biri olan üniversite çöküyor. Hâlâ görmediyseniz, farkında değilseniz, görün ve farkında olun. Kutuptaki buzullar gibi eriyor üniversite. İklim felaketine kapımıza geldiğinde ayacağız ya, üniversitede de öyle. Nelerle karşılaşacaksınız daha, neler ve nelerle!

Dur demek lazım. Üniversite denen değeri kaybetmemek lazım. Olması gereken şeyler suçmuş gibi gösterilmekte, ağır meseleler gürültüye getirilmekte. Şu ülkede kırk yıldır süren iki büyük felaket var: Biri YÖK düzeni, diğeri Kürt sorunu. Her ikisi de, bunları var eden ve çözmek yerine büyütmeyi seçen, her tür çözüm talebi ve çabasını gürültüye getirmeye çalışan devletten kaynaklanıyor. Bu ikisini birleştiren son ve etkili örneklerden biri, Türk Tabipler Birliği başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın Türk ordusunun kimyasal silah kullanmış olabileceğine dair bir tespiti ya da değerlendirmesinin Kürt hareketine ait bir medya kanalında yayımlandığı için suçmuş gibi davranılması, Şebnem Hoca’nın patırtılı bir operasyonla tutuklanması ve yargılanması.

Şebnem Hoca bir bilim insanı. Uzmanlık alanı adli tıp. Bazı görüntüleri seyredip, uzmanlığı üzerinden izlenmesi gereken yolu nesnel biçimde tanımlamış. Buradan terör kampanyası çıkarmak, pasaklı medya linçleri yaratmaya çabalamak olacak iş değil. Tam da yukarıda sözünü ettiğim, bilgiyi toplumla paylaşırken bilimsel özgürlük ile düşünce ve ifade özgürlüğü ihtiyacı konusuna bağlanıyor bu örnek. Ciddiyetle yapılması gereken işler, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” diyen görevliler tarafından berbat edilmekte.

Berbat edilen hepimizin geleceği. Bir toplumun tüm yapısı, kazanımları, üretimi berbat ediliyor. Ekmeksiz kalmak, susuz kalmak kadar önemli sorunlar bunlar. Bunun bilincine varmalıyız. Bu bilinci rafa kaldırabileceklerini düşünenlere hatırlata hatırlata, elimizden kapılanları tekrar elde etmek üzere çabalamalıyız.

Anlatılan bizim hikâyemiz.

Yok edilen ortak geleceğimiz…


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi