Erol Köroğlu
Güzelce bozma yollarında
Geçen hafta ulus-devlet ile sivil toplum arası ağların dışında bırakılan siyasal toplumdan söz ettiğim yazımda "siyasal topluma itelenmek, yönetilmek ve mağdur edilmek sıkıntı verici" demiş ve yazıyı şöyle bağlamıştım: "Tatmin olmayalım, bozalım ve arayalım. Dinleyelim, konuşalım, çare arayalım. Halk olalım."
İçinde bulunduğumuz uzun tatile ilerleyen günler, siyasal topluma itelenmenin pek çok nahoş örneğiyle, sıkıntılı bir biçimde ilerledi. Geçen haftaki yazının açılışında haber verdiğim Boğaziçi öğrencisi İbrahim Enes Gacar’ın dahil olduğu davanın 6 Temmuz tarihli karar duruşması savunmaların dinlenmesinin ardından, yine karara bağlanmadı ve 28 Eylül’e ertelendi. 600 günü bulan tutukluluk hali daha onlarca gün artacak, gecikmiş adalet gecikmeye devam edecek.
Siyasal topluma itelenen akademisyenler cephesinden de bir başka olumsuz haberle karşılaştık. Barış akademisyeni Prof. Dr. Şebnem Oğuz, HDP Kongresi’nde Danışma Kurulu’na seçildi diye, bu yaz sonu emekli olacağı Başkent Üniversitesi tarafından alelacele emekliye sevk edilerek işten çıkartıldı. Şebnem Hoca durumu sosyal medyadan uzun uzun anlattı. Yasal ve milyonlarca seçmene sahip bir partinin danışma kuruluna seçildiği için kurumun tebrik etmesi gereken akademisyen, toplumsal alana verdiği bu hizmet korkunç bir şeymiş gibi apar topar kapının önüne konuldu. Üniversite yönetimi, giriş sınavı sonrası tercihler düşer diye korkmuş. Pek ticari bir kaygı, anlaşılır bir şey tabii. Üniversitenin derdi ilim irfan değil, sertifika satmak olunca böyle oluyor. Hayırlı işler dileyelim kendilerine. Allah kazançlarını artırsın. Bereketini görsünler.
Yine bir üniversite haberi daha aktarayım. Bu defa kendi deneyimim üzerinden. 4-6 Temmuz arasında Boğaziçi’nde mezuniyet törenleri vardı. Rektörlük, artık protesto edilme korkusundan mı yoksa önüne gelen ağaca duvara güvenlik kamerası astırmaktan para kalmadığından mı, bilinmez, genel töreni yapmadı. Belirli mekânlarda bölüm bölüm küçük diploma dağıtım törenleri yapıldı. Bunlara da Boğaziçi hocalarının kendi seçtikleri dekanları görevden alındıktan sonra okul dışından paraşütle indirilen dekanlar katılmadılar.
Öğrenciler alternatif bir genel mezuniyet düzenlediler. Hem aileleri hem biz hocaları törene davet ettiler. Salı öğleden sonra törene katılmak için Güney Meydan’a ulaşınca bir de ne görelim? Meydanın bir tarafında bir olay! Ne oluyor diye olay mahalline intikal eylediğimizde, gergin bir sahneyle karşılaştık. 20 kadar özel güvenlik elemanı başlarında müdürleri ve müdür yardımcıları olmak üzere, öğrencilerin törende kullanmak için temin ettikleri bir kürsünün meydana girişini engelliyorlardı. Kürsü adeta kutsal kâse olmuştu. Onlarca öğrenci, aile bireyi, hoca ve özel güvenlikçi eli kürsüyü tutmuş, "olurdu olmazdı"yı tartışıyorlardı.
Ben de tuttum mübareği bir köşesinden. Okulun bilmem kaç sınıfında ve salonunda kullandığım bu aletin bir suç unsuru, bir düzen bozucu haline gelme macerasına katılmamak elimde değildi. Sonunda özel güvenlik birimi bu çok önemli mücadeleyi kazandı, kayyım rektörlüğün otoritesine zarar verecek suç unsuru meydana sokulmadı. Öğrenciler onun yerine iki kamp sandalyesini üst üste koydular, üzerine de bir örtü serdiler, çok şahane bir kürsümüz oldu. Tören de müthiş oldu. Öğrencilerimizin bu zor dönemin sonunda mezun olmalarını, olması gerektiği gibi, neşe ve coşkuyla kutladık.
Absürt ve eğlenceli tabii. Fakat aslında sıkıntı ve acı verici… Bu noktada, çok da çabalamadan arttırılabilecek tatsız haberleri durdurup, en başta alıntıladığım cümleleri tekrar ediyorum: "Tatmin olmayalım, bozalım ve arayalım. Dinleyelim, konuşalım, çare arayalım. Halk olalım."
Yazının kalanında biraz bunu açmak istiyorum. Hele ki, 10 günlük bir tatilin ve bayramın içinde olmamız hasebiyle tam da halk olmanın, dinleyip konuşmanın, çare olmanın zamanıdır diye düşünebiliriz. Çiçeği burnunda bir köşe yazarı olarak hiç bayram yazısı yazmadım, ileride yazar mıyım bilmiyorum, fakat şimdi de bunu yapmaya niyetim yok. Böyle yazıp hafiften "fake atıyormuşum," sağ gösterip sol vuruyormuşum gibi oluyor, kusura bakmayın ama böyle muziplik yaparmış gibi yazarken, aslında tatmin olmadan, bozarak ve arayarak dinleyip konuşabileceğimizi, dertlerimize çare arayabileceğimizi göstermeyi arzuluyorum. Halk olmak tam olarak bu değil mi? Meydanda, agorada buluşup ileri geri konuşarak topluluğumuzu, toplumumuzu var kılmak, eşeylem ve bundan doğacak eşgüdüme yönelmek? Biz olmak?
Bunu (de)formasyonum üzerinden, edebiyat konuşarak yapmak niyetindeyim. Bir eğitimci olduğumdan hakkında konuşmak istediğim metni de sizinle paylaşıyorum. Göreceksiniz çok kısa. Zaten Allah bilir, okumuşsunuzdur da. Ömer Seyfettin’in "Yüksek Ökçeler" başlıklı kısa öyküsü bu. Pek eğlenceli, (ilk bakışta) komik bir öykü bu. Güzel güzel konuşalım işte bu metin hakkında.
Ömer Seyfettin, kısa ömrünün son yılında, 24 Temmuz 1919’da Zaman gazetesinde yayımlamış bunu (gazete "Fetö"yle ilgili değil, relax!). Şirin, şeker bir öykü. 13’ünde 66 yaşında bir adamla evlendirilip (yukarıdaki linkte adamın yaşı yanlış yazılmış) 23 yaşında dul kalmış Hatice Hanım’ın yüksek topuklu giyme merakını anlatıyor. Kadıncağız çocuk yaşta evlendirilip (resmen tecavüz!) 10 yıl kahrını çektiği hasta kocası öldükten sonra, erkeklerden soğumuş. Gencinden yaşlısından uzak duruyor. Bu hastalıklı ve yaşlı kocadan kalan Göztepe’deki köşkte hizmetçisi Eleni, evlatlığı Gülter ve Bolulu aşçısı Mehmet ile, kimselerle görüşmeden, emrindekileri de kimseyle görüştürmeden yaşayıp gidiyor.
Aşırı titiz, temizlik hastası bir kadın. Ayrıca namus konusundaki ısrarı da hastalık boyutunda. Bir de yüksek topuklu giymeye merakı var. Çok kısa boylu olduğu için bu alışkanlığı çıkartmış, üç katlı konak içinde cambaz gibi bir karış topuklu ayakkabılarla seke seke geziyor. Yüksek topuk merakının öyküde verilişi de çok ilginç: "Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi."
Bize bu cümleleri kim söylüyor? Yazar, yani Ömer Seyfettin ama biz edebiyatta yazarın metne sızan sesini onun tarihsel kişiliğinden ayırıyor ve kurmacaya dahil bir unsur olarak "anlatıcı" diyoruz. Her anlatıcı gerçek yazarı temsil etmeyebilir. Örneğin Nabokov Lolita romanını 13 yaşındaki üvey kızını kaçırıp tecavüz eden bir ben anlatıcı üzerinden aktarır ve biz bu anlatı sesinin Nabokov’u temsil etmediğini biliriz. Ne var ki, bazen anlatı sesi yazarı temsil de edebilir. "Yüksek Ökçeler"in anlatıcısı öyküyü şöyle açmaktaydı: "Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için izdivaç denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki erkeğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus, lanet bir heyula şeklinde gelirdi."
Bu anlatıcı karaktere dışarıdan bakabildiği gibi, onun zihnine de girebiliyor. Hatice’ye dışarıdan baktığında ona acıyıveriyor. Hemen ilk cümlenin sonunu "hanımcağızdı" diye bağlıyor. Bu ifade Türkçede acıma içeren bir küçük görme ifadesidir. İkinci cümlede Hatice’nin evlilikten nefret etme nedenini verirken, ona hâlâ dışarıdan bakıyor gibi. Genç yaşında dul kalan bu "hanımcağız," bu zavallıcık, pek de böyle neden-sonuç ilişkileri kuramasa gerek. Fakat onun zihnine sızabilen anlatıcı, onun evlilikten nefret ettiğini görebiliyor. Nereden? Üçüncü cümleye yansıyan şekliyle Hatice’nin zihnindeki erkek temsilinden. Hatice, yaşlı ve hasta bir kocayla uğraşa uğraşa erkekten tiksinmiş.
Aslında yazar, bu anlatı sesi aracılığıyla kâh karaktere dışarıdan bakarak, kâh zihnine sızarak bir kişileştirme yapıyor. Bu kısa metnin hemen başında, birkaç cümle içinde bir kişilik inşa ediyor. Hatice, sanki öyle değilmiş, böyle olması çok normalmiş gibi yapılarak, bir problem olarak önümüze koyuluyor. Çok üzerinde durulmasa bile 13 yaşındayken, çocukken gelin edilmiş bir kadın var önümüzde. Dönemin başka anlatılarından, örneğin Şair Nigâr’ın günlüklerinden bildiğimiz üzere, pek çok kız çocuğu henüz buluğa ermeden evlendirilebiliyor ve kocalarıyla birlikte olmaya zorlanıyorlardı. Hatice bunu üstelik çok yaşlı ve ağır biçimde hasta bir erkekle yaşıyor. Doğal olarak, libidosu değil travması var. Toplumdan kaçıyor, çok varlıklı olduğu halde kimselerle görüşmüyor, titizlik ve namus düşkünlüğü gibi travmatize olduğunu belli eden özelliklere sahip. Ve travmanın altına bastırılan libidosu yüksek ökçeler olarak geri dönüyor.
Öyküde yüksek topuk merakı kısa boy üzerinden gerekçelendirilmiş ama bunun sadece bir boy kompleksi giderme aracı olmadığını biliyoruz. İşte o noktada "güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi" cümlesine geliveriyoruz. Bu, Hatice’nin zihninin yansıması olamaz. Hiçbir kadının kendi kendine ya da aynaya bakarak "güzelim, tombulum, cıvıl cıvıl bir şeyim" diyeceğini sanmıyorum. Buradaki "tombulum" ifadesi de bir "beden olumlama" biçimi değil tabii. 1919’un erkek gözünden bir makbul kadın özelliği ile karşı karşıyayız. Yani anlatıcı sadece karakteri betimlemiyor, aynı zamanda onu bir erkek olarak arzuyla kesiyor. Bu güzel, tombul, cıvıl cıvıl Hatice, o köşkte o kadar parayla kendini kapatarak, onu arzulayacak erkeklerden uzak durarak yaşıyor. İşte bu noktada Hatice, travmatize ve sorunlu bir karakter olmaktan bir erkek sorunu haline gelmeye başlıyor. Parası olup libidosu olmayan, aseksüel ya da cinselliğini baskılamış kadın.
Abarttığımı, "tatmin olmayalım, bozalım, arayalım" diye tutturduğum için olmayacak yerlere yürüdüğümü düşünebilirsiniz. Kazın ayağı öyle değil, velakin. Tam da metinde olanı, metnin gerektirdiği biçimde konuşuyorum. Bu öykünün geleneksel yorumlarına baktığınızda, Hatice’nin yüksek topuk merakını yanlış batılılaşma sorunu gibi okuyan eleştirmenlerin olduğunu göreceksiniz. Fakat bu bir aşırı yorum. Metin böyle bir şeyi desteklemiyor. Hatice’nin eğitimiyle ve Batı medeniyetine eğilimiyle ilgili metin kaynaklı bir veri yok elimizde. Metin Hatice’yi baştan itibaren cinsel açıdan sorunlu bir kadın olarak ele alıyor. Bu cinsel sorun, metnin sonunda bir toplumsal cinsiyet sorununa dönüşecek. Oraya geleceğiz.
Burada bir noktaya işaret edelim: Anlatıcıların cinsiyeti vardır. Bazen anlatıcının cinsiyeti belirtilir. Özellikle ben-anlatıcılar söz konusuysa, anlatı sesi bir kadından mı geliyor, bir erkekten mi, ayırt edebiliriz. Ancak bu olmadığında, anlatıcı bizim öykümüzde olduğu gibi öyküye dahil olmayan ama her yerde hazır ve nazır, tanrısal bir anlatıcı olduğunda bile, onun cinsiyetini bilebiliriz. Bizim anlatıcımız bir erkek. Bu konuda bir kural var, Lanser Kuralı. Bir feminist anlatı teknikleri kuramcısı olan Susan Snider Lanser’dan geliyor adı: Bir anlatıda anlatıcının cinsiyeti verilmiyorsa, yazarla aynı cinsiyete sahip olduğu varsayılır.
"Yüksek Ökçeler"in anlatıcısı, sadece Ömer Seyfettin tarafından yazıldığı için değil, heteroseksüel bir arzuya sahip olduğunu belli ettiği için de bir erkektir. Öykünün bütünü bu özellikten etkilenecektir.
Bitmedi. Bu öyküyü tartışmaya haftaya da devam edeceğiz. Tatil yeni tamamlanmış olacak. Bayramlık yazıların böyle bir ruhsatı olmalı, değil mi? Binbir Gece’nin anlatıcı başkahramanı Şehrazat bin bir gece anlatınca bir şey demiyordunuz. Bencileyin bir garip yazıyı ikinci haftaya sarkıtınca da idare ediverin.
Bu öyküde tatmin olmamaya, bozmaya, aramaya layık bir malzeme var. Bunun hakkında dinlemeye, konuşmaya ve çare aramaya değecek. Ve metinlerin sadece ne söylediklerini değil ne yaptıklarını da incelemeye başladığımızda önemli bir adım atmış oluruz. Her söz bir şey yapar. Her sözün ardında bir eylem planı vardır. Yapılanı görebilirsek, söyleneni daha iyi anlar ve değerlendiririz. Agorada buluşmak ve halk olmak için bu belki ilk ama önemli bir adım.
Hatice’yi gelecek hafta başı dönmeye başlayıncaya ve öykümüz serimden düğüme ilerleyinceye kadar rahat bırakalım. Kadının derdi çoğalacak, hiç değilse bir hafta kafasını dinlesin.
Hepimiz kafamızı dinleyelim. Herkese sıkıntısı az, dışlanmasız, bastırılmasız bir hafta, güzel bir tatil dilerim. İyi bayramlar…