Levent Köker
Haddini, hududunu bilmek!
“Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte masdar olarak ‘engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak’; isim olarak ‘iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım’ gibi anlamlara gelir.” Türkiye Diyânet Vakfı’nın yayınladığı İslâm Ansiklopedisi’nde, Eski Diyânet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından yazılmış olan “had” maddesi bu cümleyle başlıyor. Hudud ise bu kelimenin çoğulu. Artık pek kullanılmasa da yabancımız değil. Haddin çoğulu olarak hudud, daha çok ülke sınırlarını ifâde etmek istediğimiz zaman kullanıma soktuğumuz. Kelimeyi “haddini bilmek” deyiminde daha sık kullanıyoruz, kişinin neyi yapabilip neyi yapamayacağını, bu anlamda davranışlarının sınırını bilmesi anlamında. Anlamı kuvvetlendirmek istediğimizde de, bu yazının başlığında olduğu gibi, tekil ve çoğul birlikte kullanılabiliyor: “Haddini, hududunu bil!”.
Belli ki, “had, hudud”, ülke sınırları söz konusu olduğunda, yerküre (arz) üzerinde işâretlenmesi mümkün, bu anlamda maddî karşılığı olan bir terim. Nitekim, ülkeler arasındaki sınırları gösteren tabelâlar olduğu gibi günümüzde bâzı hudud bölgelerinde duvarlar inşâ ediliyor, teller çekiliyor. Buna karşılık, bir kişinin davranışlarının sınırı dediğimizde, böyle maddî olarak işâretlenebilir ve dolayısıyla görece kesin bir biçimde belirlenebilir bir eylemden söz etmiyoruz. Gelenekler, eski tâbirle “âdâb-ı muaşeret” veyâ görgü, ahlâk, din veyâ hukuk kurallarına göre, kişilerin davranışlarının sınırları çizilebiliyor.
GELENEK, AHLAK VE DİN İLE HUKUK ARASINDAKİ FARK
Gerçek kişiler, yâni insanlar, giyim kuşamlarını, oturup kalkmak, yürümek, yemek yemek gibi beden hareketlerini, selâmlaşmadan tokalaşmaya, “sen/siz” zamirini uygun kullanmaktan tutun da çeşitli hitap biçimlerine, hattâ sarılma, kucaklaşma, öpüşme gibi eylemleri kiminle nasıl yapabilip nasıl yapamayacaklarına dek uzanan bir dizi davranışı bu kurallara göre gerçekleştiriyorlar.
Gerçek kişilerin çoğunlukla gelenek, görgü, ahlâk ve din kurallarınca düzenlendiği kabûl edilen bu “sosyal” davranışlarının yanında, diğer davranışlarının “hududu” hukuk kurallarınca çiziliyor. Davranışların sınırlarının hukuk tarafından çizilmesi, yasaklama, mecbur etme ve izin verme biçimlerinde karşımıza çıkıyor. Kısaca hukuk kuralları, insanların neleri yapamayacağını belirleyebildiği gibi, örneğin kırmızı ışıkta durmak mecbûriyeti gibi neleri yapmaları gerektiğini veyâ örneğin şoförlerin otoyolda asgarî 40 âzâmî 140 km hızla seyredebilecekleri gibi, neleri hangi sınırlar içinde yapabileceklerini belirliyor.
Hukuk kurallarının çizdiği sınırların aşılması, yâni kuralların ihlâl edilmesi karşısında, kamu otoritesi yâni devlet bir “müeyyide” uyguluyor. Yâni bu ihlâlden dolayı, ihlâli yapan kişiye, merhum Selâhattin Keyman Hocam’dan esinlenerek söylersem, “acı ve ızdırap veren” bir tepki gösteriliyor. Gelenek, görgü, ahlâk ve din kurallarına aykırı davranışlarda ise, böyle bir müeyyide söz konusu değil. Hukuk kuralı niteliğinde olmayan bu kurallara aykırı davranan kişiler belki toplumun manevî tepkisinden ötürü psikolojik olarak rahatsızlık duyabiliyorlar veyâ kendi iç dünyâlarında -inançlarına aykırı davranmış olmaktan ötürü- huzursuz olabiliyorlar. Ancak, hukuk kurallarının ihlâlinde olduğu gibi, bir cezaya çarptırılmaları, yâni servetlerinin zorla eksilmesi veyâ hapse girmeleri gibi yâhût elde ettikleri bir avantajı veyâ “hakkı” yitirmeleri gibi bir zorlayıcı durumla karşı karşıya kalmıyorlar.
TÜZEL KİŞİLER, KAMU KURUMLARI VE DEVLET
Bir tarafta gelenek, ahlâk ve din diğer tarafta ise hukuk olmak üzere yaptığımız bu ayrım, aslında sâdece gerçek kişiler için değil, tüzel kişiler için de geçerli. Hattâ, tüzel kişiler adı üzerinde, hukuk (tüze) düzenine göre kişilik kazanmış varlıklar oldukları için, bu ayrım tüzel kişiler söz konusu olduğunda daha da belirgin ve belirleyici. Örneğin, bir gerçek kişi yâni insan için “hukuk tarafından yasaklanmamış her şeyin serbest olduğu” ilkesini geçerli kabûl edebiliriz. Buna karşılık, hukuk düzenine göre varlık kazanmış bir dernek, vakıf, şirket veyâ herhangi bir kamu kurumu için bu tam olarak geçerli değildir. Dernek, vakıf, şirket gibi “özel hukuk”a tâbi tüzel kişiler, kişilik kazanmak için kanunların öngördüğü koşulları yerine getirmek ve bu şartları sürekli olarak muhafaza etmek zorundadırlar. Faaliyetleri de statülerini kazandıkları kanunlara göre belirlenir.
Tüzel kişilerin kamu hukukuna tâbi olanları ise, yukarıda zikrettiğim özel hukuk kişilerinden farklı olarak, ancak Anayasa ve kanunlar tarafından kendilerine yetki verilmişse bir davranışta bulunabilirler. Anayasa’nın 6. Maddesinde yer alan, hiç kimse kaynağını kanunlardan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz hükmünün anlamı budur. Kamu kurumlarının ve bu anlamda bâzen ve doğru olarak “kurumların kurumu” diye de tanımlanan bir tüzel kişilik olarak “devlet”in nelere yapabilip neleri yapamayacağı, yâni davranışlarının hududu doğrudan Anayasa ve kanunlar, yâni hukuk tarafından belirlenmektedir. Devlet ve devlet içindeki kamu tüzel kişilerinin bu hududu aşmaları durumunda, yaptıkları eylemler ve işlemler yokluktan başlayarak iptâl edilmeye kadar varan bir dizi müeyyide ile karşılaşmaktadır.
Burada, ciddî bir sorunumuz var ve bu sorun, kamu tüzel kişilerinin eylem ve işlemleri söz konusu olduğunda geçerli kabûl edilen “hukuka uygunluk karînesi”nden kaynaklanıyor. Bu karîneye göre, devlet de dâhil olmak üzere kamu tüzel kişilerinin tüm yapıp ettikleri hukuk düzeni tarafından, sâdece “özne”nin “kamu tüzel kişisi” olması nedeniyle hukuka uygun kabûl ediliyor. Hukuka aykırılık ancak, her şey olup bittikten sonra, ilgili idarî veyâ anayasal yargı mercii önünde ileri sürülüp kanıtlanabilirse, yokluk, iptal gibi müeyyideler gerçekleşebiliyor.
Türkiye’nin son döneminde devletin ve kurumların açık hukuka aykırılıkla sakat eylem ve işlemleri o kadar yaygınlaştı ki, bundan önceki bir yazımda, “hukuka uygunluk karînesi” yerine “hukuka aykırılık karînesi”nden söz etmenin Türkiye için daha doğru olacağını ileri sürmüştüm. Gerçekten de, devlet ile hukuk arasındaki ilişki, bir eylem ve işlemin öznesi eğer devlet veyâ bir başka kamu tüzel kişisi ise, bu eylem veyâ işlemin hukuka aykırı olduğunu öncelikle kabûl etmemizin daha gerçekçi olduğu bir düzeysizliğe varmış bulunuyor.
DİYANETİN HADDİ, HUDUDU
Bu düzeysizliğin uzun boylu analiz edilmesi gereken çeşitli sebebleri var kuşkusuz. Burada amacım böyle bir analiz çabasına girmek değil. Ancak, Türkiye’de devletin hukukla ilişkisinde zâten kuruluştan -belki de kuruluş öncesinden- gelen sorunların son dönemde arttığını, bu artışın devletin hukuk zeminindeki ârızâların, gelinen toplumsal gelişme ve çoğulculuk düzeyiyle karşı karşıya geldiğinde yaşadığı krizlerden beslenen bir otoriterliğe doğru evrildiğini söyleyebiliriz. Başedilemeyen en temel kriz ise, örgütlü maddî cebir kullanma tekelinin sâhibi olarak devletin, devlet niteliğini kazanabilmek için zorunlu olan “meşrûiyet” zemininin güçsüzlüğü ile doğrudan bağlantılıdır. Türkiye, son dönemde bu krizi dinî (İslâmî) ideoloji ile ve onun aygıtı hâline getirdiği Diyânet İşleri Başkanlığı eliyle aşmaya çabalamaktadır.
Diyânet İşleri Başkanlığı, bilindiği gibi, Hilâfet’in kaldırılması başta olmak üzere, bir dizi önemli ve radikal denebilecek reformun yapıldığı 1924’te, bir kanunla kurulmuştu. Kuruluştaki adı Diyânet İşleri Reisliği olan kısaca bu kamu kurumu, kısaca “Diyânet”, orijinal kanununda itikadat, ibadat ve ahlâk alanlarında yetkilendirilmiş, İslâm hukuku (yâni fıkıh), hukuk üretme yetkisi münhasıran TBMM’ye âit olduğu için, Diyânet’in yetki alanına dâhil edilmemişti.
Bugünkü 1982 Anayasası’na ve teşkilât kanuna göre de durum aynıdır. Diyânet, “lâiklik ilkesi”ne uygun olarak görev yapmakla yükümlüdür ve hiçbir siyâsî ideolojiye angaje olamayacağı gibi, toplumsal bütünleşmeyi ve dayanışmayı sağlamak ve korumakla yükümlendirilmiş olduğu için ayrıştırıcı hareketlerde de bulunamaz. Buna uygun olarak, Diyânet’in görevi, kendi kanunuda, “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek,” biçiminde tanımlanmıştır.
Bu yazının başında anlatmaya çalıştığım genel hukuk bilgisi çerçevesinde, Diyânet’in bu görev tanımı içine girmeyen işlerle uğraşmaması, buna yönelik faaliyetlerde bulunmaması gerekir. Hâl böyleyken, Diyânet’in son zamanlarda artan ölçüde siyâsî alanda tartışmalara neden olacak, toplumu ayrıştırıcı söylem ve tutumlar içine girdiğini görmekteyiz. Örneğin basit bir Cumhurbaşkanı Kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına varan süreçte, açık siyâsî bir karar olan bu tasarrufa Diyânet’in destek vermesi, bu desteği ortaya koyarken Sözleşme ile ilgisi olmayan konuları Sözleşmeyle ilgiliymiş gibi sunması. Hemen hemen aynı târihlerde, sosyal medya ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, sosyal medyayı düzenlemek gerektiğinden dem vurup, düzenlemenin yetersiz olduğu durumlarda “fıkıh”tan yararlanılması gerektiğini ileri sürmesi.
Bu iki örnek, doğrudan siyâsî faaliyet alanına giren hukuk kuralı koyma, kaldırma, değiştirme faaliyetine katılma yönündeki isteğini yeterince kanıtlamaktadır. Buna, geçtiğimiz Cuma hutbesinde dile getirilen kamu hayatının Cuma namazı vaktine göre düzenlenmesi gerektiğini bir direktif gibi ileri sürmesini eklememiz gerek. Siyâsî iktidarın kendi otoriter rejimini meşrûlaştırmak üzere Diyânet’ten yararlanmayı tercih ettiği, Türk-İslâm sentezi milliyetçilğine uygun bu tercihi doğrultusunda Diyânet’i hiç ilgisi olmadığı hâlde Adlî Yıl açılış törenlerinde başköşeye yerleştirdiği günümüzde, Diyânet’in de Anayasa ve kanunlarda belirtilen had ve hududa dikkât etmediği âyân beyân ortadadır.
Hâl bu ya, Diyânet, bu dikkâtsizliğin de ötesine geçmiş, Cuma namazı vaktinde örneğin alışveriş yapılmasını, burada elde edilen kazancı “haram” îlân etmiştir. Bununla Diyânet, hukukun çizmiş olduğu sınırları aşmanın yanında, dinin sınırlarını da aşmış olmaktadır. Anlaşılan Diyânet, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve ilgili kanun uyarınca kurulmuş ve görev yapan bir kurum olduğunu unutmanın ötesinde, dînin hududunu da aşmış bir durumda. Ne diyelim? Yazının başlığından esinlenerek, “Kişi haddin bilmek gibi irfân olmaz!” desek?
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.