Hakikat, empati, uzlaşı

Mağdur kesimlerin hakikat yoluyla birbirlerini dinleyip anladıktan ve empati yapmayı becerebildikten sonra uzlaşıya varmaları önemli.

Toplum, çeşitli şekillerde ortaya çıkan çatışma alanlarındaki sorunları, uzlaşma kültürünü, siyasi temsili ve siyasi yöntemleri kullanarak çözmede başarı ve beceri gösterdiği durumlarda toplumsal barış sağlanabilir ve merkez-çevre ilişkisi demokratik bir çerçeveye oturabilir. O zaman ortaya evrensel hukuka bağlı demokratik-devlet, daha çok toplum ve birey-yurttaş  çıkabilir.

Sorunların siyaset tarafından çözülemediği ve uzlaşmaya varılamadığı durumlarda ise toplumun karşısında egemen, baskıcı, hukukun dışına çıkabilen, topluma ve siyasi kurumlara karşı özerk bir devlet vardır.

Devlet, yüklendiği işlevler nedeniyle varlığını sürdürse de, toplumun tahakkümcü hiyerarşik yapılardan kurtarılması ve devletçi önlem ve kanunların elden geçirilmesi, özgürlükçü bir yaklaşımla şeffaf yönetimler ve kurumlar oluşturulması ve bireyin devletin müdahalesine karşı hukuki güvenceye kavuşturulması gerekmekte.

Devleti arındırmanın başka bir boyutu da belli inanç, düşünce ve ideolojileri yerleştirme yönündeki zihinsel yönlendiriciliğinden, baskısından ve toplum mühendisliğinden vazgeçirilmesidir. Dindar veya Kemalist ya da Sosyalist gençlik yetiştirmek, gençleri ideolojik kalıplara mahkum etmek devletin yetki alanına girmemekte.

Hedeflenmesi gereken gençlerin araştırıcı, meraklı, yaratıcı, analitik ve eleştirel düşünebilen ve kendi dünya görüşünü oluşturabilen bir özgürlük ortamına kavuşturulması olmalı.

Devletin işlevlerinin yeniden tartışılarak, devletçi anlayışa dayalı tahakküm yapılarının geriletilmesini öngören bir özgürlükçü talep gerekir. Bunun için de her alanı devletleştirmeye çalışan merkeziyetçi yaklaşımlara karşı çıkmak zorunluluğu bulunmakta.

Merkezileştirme eğilimleri egemenliğin "otoriter iktidar" elinde toplanmasına neden olmakta, toplumlar militaristleştirilir ve silahlandırılırken otoriter yapıların güçlendirilmesine yönelik teknolojiler geliştirilmekte.

Milliyetçi duygular kışkırtılarak aslında yabancılaştırıcı bir etki yaratan merkeziyetçilik korunmakta, bölgesel kültür farklılıklarının üstü örtülerek etnik ve dini azınlıklar üzerinde baskı yaratılmakta. Türkiye’nin bugün yaşadığı tablo bu.

Gerek özyönetim ve gerekse toplumun kendi kendini belirleme olanaklarının genişletilmesi yoluyla merkeziyetçi yapıların geriletilmesi zorunlu. Türkiye açısından bu zorunluluk yaşamsal önemde.

Devletin toplumsallaştırılmasıyla gelinecek nokta bireyin kendi kendini belirlemesi ve toplumsal işbirliğine dayalı olarak kendi kendini yönetmesi ve demokrasinin özgürleştirici bir içerik kazanması olacak.

Bu anlamda solun işlevi çok önemli. Solun eksiklikleri olarak devlet eleştirisinin yokluğu, adem-i merkeziyetçi bir özyönetim anlayışının olmayışı, uzlaşmaya açık bir merkeze ve kendi kendini örgütleyip düzenleme temeli üzerine kurulu, işbirliğine yer veren bir topluma ilişkin tasavvurunun bulunmayışı ve devlet eleştirisinin yanı sıra ekonomik ve sosyal alanı da kapsayan tahakküm sorunlarını eleştiren bir yaklaşımın düşünülmemesi ortaya çıkmakta.

Bu nedenle solun otorite ve şiddet karşıtı, özyönetimci, özgürlüklerden yana bir tavır alması gerekmekte. Solun, daha az devlet-daha çok toplum ve bireyi gerçekleştirme konusundaki toplumsal tasavvuru projelendiren ve her alandaki tahakkümcü yapıları geriletecek öneriler getiren bir temelde yeniden yapılanması zorunlu hale gelmiş durumda.

Tarihsel olarak Türkiye’de devleti temsil eden asker bürokrasi koşulların zorunlu sonucu olarak bir ulus kurgulamak istedi. Ancak bürokrasi aracılığıyla ulus yaratılmaya çalışılırken hak ve özgürlük talepleri olan kesimlerle uzlaşmaya varılmadı. Kuruluştaki Türk etnik kimliğine dayalı vurgu Sünni İslam’ın merkezde devlet kontrolünde araçsallaştırılmasıyla Türk-İslam sentezine ulaşıldı. Bu sentezin kodları HDP dışında bütün siyasi partilerde halen belirleyici durumda.

Siyaset kozmopolit, çoklu bir imparatorluk bakiyesi üzerinde tekçi, ötekileştirici, asimile edici, dayatmacı bir zihniyete dayalı olarak şekillendi. Osmanlı’dan tevarüs edilen ceza hukuku anlayışıyla siyasi suçlar ve terör kavramı üzerinden siyaset, toplum ve birey ceza mevzuatı içinde eritildi.

Bu durum siyasette HDP ve CHP üzerinden, toplumsal ve bireysel alanda da gazeteciler, akademisyenler, iş adamları, yazarlar ve memurları da içine alan binlerce insanın mağdur duruma düşürülmesiyle ilgili olarak yaşanmakta.

Türkiye bağlamında ilginç olan, kurgulanan sistemin bir çoğunluk baskısından ziyade, çoğunluğa yapılan bir baskıya dayanıyor oluşuydu. Böylesi bir kurulu düzenin işlemesi de, sürekli canlı tutulan korkularla garanti altına alınmak istendi.

Toplumun belli bir kısmının modernlik ve laiklik üzerinden bölünme ve şeriat korkusuyla sürekli endişeye sevk edilmesi, çoğunluğu oluşturan kesimlerin mağdur edilmesine gerekçe oluşturuyordu.

Bu rejimde hem Kürtler, Aleviler, Gayrimüslimler hem de rejimin dayattığı tarzda bir Müslüman kurgusunun dışında kalan muhafazakarlar mağdur konumundaydılar. Türkiye toplumunun siyasetteki temsilcileri, bugüne değin, bu kesimlere yaşatılan kadim sorunları çözebilme zihniyet ve kapasitesine ulaşabilmiş değil.

İmparatorluktan bu yana Cumhuriyet dahil devlet, Kürt meselesinde böl ve yönet politikaları uyguladı. Devlet, asimile edebildiklerini kendi safına çekti, direnenleri inkar, tenkil ve tehcir etti. Kürtlere vaat edilen haklarının tanınacağına ilişkin söz yerine getirilmedi. Kimlikleri, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Bölünme korkusuyla üzerlerindeki baskı sürekli kılındı.

Gayrimüslimler toplumsal alanda baskı, şiddet uygulamalarıyla sindirildi, maddi varlıklarına el konuldu, yerlerini yurtlarını terk etmeleri hedef alındı. Maalesef bunda büyük oranda başarıya ulaşıldı.

Alevilerin ibadet yerleri kapatıldı, önderlerinin ünvanları yasaklandı. Onlar da İslam’ın Sünni mezhebini kabul etmeleri yönünde asimile edilmeye çalışıldı.

Laiklik ilkesine aykırı olarak "din" Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devletin denetimi altına alındı ve araçsallaştırıldı. Muhafazakar Müslümanlar, dinin sosyolojik gelişiminden ve desteğinden mahrum kaldılar ve şeriat korkusu yaratılarak baskılandılar.

Bürokrasi bu açmazları darbe ve müdahalelerle daha da derinleştirdi. Siyaset ise halktan aldığı yetkiyi kullanamayarak sorunları halının altına süpürdü. Cumhuriyet’ten 94 yıl sonra bulunduğumuz nokta iç açıcı değil. Aynı sorunların derinleşmesiyle toplumsal barış tehlikeye girmiş durumda.

Siyasetin ve medyanın dili ve söylemi hakikati örterek mağdurların birbirleri için empati yapmalarını, acıların karşılıklı hissedilmesini ve aslında sorunların arkasında ideolojik devletin olduğunun anlaşılmasını engelledi.

Tekçi, ötekileştirici, hakikat, adalet, vicdan değerlerini ve hukuku dışlayan bir zihniyetle sürüklenen sistem bugün çökmüş ve dibe vurmuş durumda. Mağdur kesimlerin hakikat yoluyla birbirlerini dinleyip anladıktan ve empati yapmayı becerebildikten sonra uzlaşıya varmaları önemli.

Tüm mağdur kesimler bir araya gelerek farklılıklarıyla birlikte özgürlük, eşitlik ve barış içinde, hukuk güvenliği altında yaşamanın ilkelerini ortaya koymalı.

Çoklu, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve evrensel-meşru bir hukuk devletine dayalı demokrasiyi inşa edecek yeni bir toplumsal sözleşmeyi oluşturmalı.

Temel mesele bunun hangi siyasi aktörlerle yapılacağında düğümleniyor. Toplumdan bu yönde bir istek ve baskı gelmedikçe bunu gerçekleştirmek zor gözüküyor.

Yukarıdaki analizin haklılığına ve yeni bir atılımın gerekliliğine inanan her kesimden toplumun önemli bir bölümünü oluşturan sayıda ve oranda insan var. Önemli olan bu toplumsal kesimlerin bir araya gelip umutsuz durumda bekleyen insanlara da ulaşabilmeleri.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi