Hamilelik ve anne-çocuk arasında kurulan ilk ilişki

Ana karnında çocukların tahmin edilenden daha fazla hareket becerileri var. Anneyle bebek annenin bedenini paylaşıyorlar. Paylaşmak, birlikte yaşamanın ilk koşulu, bebeğin annede deneyimlediği bir şey.

Psikoanalitik kuramlarda anlatılan bazı olgulara günümüzde rastlamak zor. Çocuklukların yaşama biçimleri bu olguları yeniden düşünmeye zorluyor. Akla ilk gelen ise Freud’un çocukluğu dönemlere ayırması ve bu dönemde yaşanan gelişme ödevlerinin günümüzdeki çocukluklarda karşılığının olmaması. Mesela, Freud çocuğun iki ve dört yaş arasındaki dönemi anal dönem olarak adlandırır. Bu dönemde çocukların tuvalet eğitimi başlar. Freud, bu tuvalet eğitiminde çocuğun çişini tutmasından yola çıkar. Çiş tutan çocuk, çişini ve kakasını bir güç enstrümanına dönüştürür. Kakasını/çişini geri tutarak kendi vücudunu denetleme hazzı yaşarken, aynı zamanda annenin istediğini yapmayarak da anneyle güç kavgasına/inatlaşmaya girer.

Çiş üzerinden iktidar mücadelesi yaşanır ve çocuk anne/babasına bu yöntemle ‘hayır’ diyebilir. Bunun bir başka anlamı da çocuğun annesinden bağımsızlaşma isteğidir. Günümüzde ise tek kullanımlık çocuk bezleri sayesinde çiş tutma ve çocuğun annesiyle iktidar savaşı meselesi ortadan kalkıyor. Daha doğrusu, iktidar çekişmesi başka alanlara kayıyor. Psikanalist Donald W. Winnicott, astım olan bir bebek hastasından söz eder.[1] Astımda da nefesi tutmak, nefes vermek ve almak çok önemlidir ve semptomun da bunu zorlaştırdığı bir durum vardır. Anal dönemdeki konuların nefese aktarıldığı bir alan söz konusudur. Anal kontrol adeta orak işleve dönüşür. Tek kullanımlık bebek bezlerinin bulunmasıyla bu kontrol edebilme, güç denemesi çiş tutmadan başka alanlara kayıyor.

BİR KADIN NE ZAMAN HAMİLE KALIR?

Önceden, bir kadın regl olmadığında ve bedenindeki değişiklerle hamile olduğunu anlardı. Yani bu karmaşık sürece yaklaşım çok basit ve tekdüzeydi (öyle olduğunu sanıyorum). Günümüzde, bir kadının ne zaman hamile olduğuna nasıl karar veriliyor? Hamilelik şüphesi, kadını hamilelik testi yapmaya yönlendiriyor. Eğer test sonucu pozitif çıkarsa kadın hamile deniyor, ama buna rağmen bir jinekolog hamileliği kesinleştiriyor. Yani hamile kadın test sonucu hamile, ama gene de tam hamile değil gibi.

Jinekolog hamileliği tespit ettikten sonra (iki kez hamilelik onaylanmış oluyor aslında), ama bir de sonografi ile bakmayı lüzumlu görüyor. Sonra anne ve (şayet bu sürece refakat eden bir baba varsa) baba birlikte bir sonografi aletinden kadının içine bakıyorlar. Anne/babanın henüz bebek bile olmayan ceninle tanışması bir ekranda oluyor. Daha doğrusu, doktor ve ebeveynler ekranda bir kıpırtıyı izliyorlar. Çoğu kez de albüme konulan, sosyal medyada akrabalara/arkadaşlara tanıtılan bebek fotoğrafı bu oluyor. Her şey yolunda, hamilelik tamam mı? Tam öyle değil.

Bir hamileliğin hamilelik olarak resmi kabulü için hamileliğin 12. haftasının beklenmesi gerek. Yani düşük riski olduğundan hamile kadın resmi olarak hamile değil. Ayrıca istenilen/beklenilen hamileliklerde, hamile ama hamile sayılamayan kadının korku filmi ve sevinci birbirine karışıyor. Bu dönemde bazı anneler hamileliği yakınlarından saklıyorlar. Hamilelikle ikilemli ve karmaşık bir ilişki kuruyorlar. Yani bekledikleri çocuğa nihayet sevinen anne, aynı zamanda korku filminin içinde.

Bu dönemde anneler nazardan, düşükten korktukları ve hamileliğe çok sevinirlerse uğursuzluk geleceğinden korktukları için sevinçlerini sınırlı ve kontrollü tutuyorlar. Yani bir yandan kadında paranoyak korkular, bedenine güvensizlik, büyülü düşünme (magisches Denken) ve doğaüstü güçlere inanma yoğunlaşabiliyor. Çok sevinmemenin bir nedeni de şayet düşük olursa düş kırıklığını ve buna bağlı acıyı sınırlı tutmak.

Hamile anne, adeta hamile değil ve aynı zamanda karnında ölebilecek bir canlıyı taşıdığı fantezisiyle yaşıyor. En sevdiğini ölü olarak içinde düşünmek gibi korkunç bir durum. Kadın, bu durumu görmezden gelerek, sanki bu tehlike yokmuş gibi yaşayarak devam ediyor hayatına. 12. hafta sonunda tıbbi olarak nihayet bir kadın hamile kabul ediliyor. Ultrasonla bebekle iletişim kuruluyor, oluşmakta olan organlar inceleniyor. Bir ekranda ilişki sürüyor. Sevinçler, duygulu anlar, akrabalara müjdeler, çocuğun cinsiyeti… Bu sevinçli anın arkasından doktor daha geniş bir tarama için randevu veriyor: Çocuğun engelli olup olmadığına bakılacak. Annenin sevincini yine korku bulutları kaplıyor.

Psikanalist Alessandra Piontelli, uzun yıllar ultrasonla hamile kadınların ana karnındaki hallerini incelediği çalışmasında psikolojik hayatın ana karnında başladığını, bazı kişilik özelliklerinin (mesela hareketli, sakin, asabi gibi) gözlenebildiğini ve yetişkinlerin bu gözlemlerle bebeği doğmadan tanımlayabildiklerini yazar.[2]

Önceleri stetoskopla kalp atışları dinlenen bebek, ultrasonla görüntülenebiliyor. İnsan bebeğini görüyor. Hayali görüntü reel görüntüye dönüşüyor. Bu anların özellikle anne ve babada yoğun duygusallıklar yarattığı biliniyor.[3] Ana karnında çocukların tahmin edilenden daha fazla hareket becerileri var. Su içinde yaşayan, beslenen ve hareket eden canlı doğum sonrası suyun kaldırma gücünün yitimi ve yer çekimiyle karşılaşmadan ötürü önce motor hareketlerde zorlanma yaşıyor. Anneyle bebek annenin bedenini paylaşıyorlar. Paylaşmak, birlikte yaşamanın ilk koşulu, bebeğin annede deneyimlediği bir şey. Anne kendisine ait olanı kullanarak çocuk sosyalleşmeye ilk adımını atar.

Önceleri doğuma kadar anne ve çocuk birbirleriyle iç içe ama gene de yabancılardı ve birbirlerini görmemişlerdi. Gelişen teknoloji, anneye karnındaki çocuğu görme, onu doğum öncesi gözlemleme ve böylece de bebeğe yabancılığı azaltma şansı veriyor. Buna rağmen doğum, anneyle çocuğun, yani iki tanıdık yabancının karşılaşmasıdır. Anne bebek için öteki, yabancıdır. Bebek de anne için hayalinde kurduğu, doğurduğu ama bir yanıyla da yabancı ve ötekiyle karşılaşmadır. Ötekiyle, yabancıyla ilişki bir insanın ilk deneyimidir.

HAMİLELİK KORKUYLA VE AGRESYONLA YAŞAMAKTIR

Bu yazıya getirebilecek çok haklı bir eleştiri var. Bir erkek, hiçbir zaman deneyimleyemeyeceği konu üzerine ahkâm kesiyor. Bu yazdıklarım bir gözlem gibi ama anlattıklarımın gözlemlenmesi çok zor, çünkü iç dünyaya dair konular ve bu konuları sonografiyle, röntgenle belirlemek çok zor. Asıl mesele, kadına özgü anneliği bir erkeğin kadınlara da anlatması gibi patriyarkal geleneğin sürdürülmesi… Bu eleştiriler çok haklı. Erkek alışkanlığı, erkek geleneği işte.

İstenilen bir hamilelikte bile en belirgin duygu korkudur. Hamileliğin zor ve çetrefilli bir süreç olması, hamileliğin tarihte (günümüzde de) kadının bedenine bir tehdit oluşturması, bu korkuların kaynağı. Ayrıca hamilelik, kadının bilinçötesine varoluşsal bir korkuyu da kodluyor. Hamilelik ve doğum, birçok annenin ölümüyle de sonuçlanıyor. İşte bu bilgi ve getirdiği korku, dolaylı/dolaysız hamileliklerde depreşiyor ve ayrıca doğumun çok sancılı olması da korkutucu bir gerçeklik. Kısacası çocuk, annenin karnında, annenin duygularını anneyle birlikte yaşarken, yani duygu paylaşımında korkuyla da tanışıyor.

HAMİLELİK, TİKSİNMEK VE KUSMAK

Anneliği çok arzulayan bir kadın hamile oluyor ve çok istediği bir şeye ulaşmak onda bir dönem mide bulantısı ve kusmaya yol açıyor. Yani istenilen hamileliklerde bile mide bulandıran ve tiksindiren bir şey var. Hormonla ilgili açıklamaları doktorlar biliyorlar ve benim alanım değil. Ben bu olguları psikanalizle açıklamayı deneyebilirim. Ne insanın midesini bulandırır? Bilinçötesi kusmayla hamileliği reddettiğini söyler belki de.

Koku ve görüntü insanda tiksinti yaratır. İnsanın evriminde koku ve buna bağlı tiksinti, insanı korur. Küflenen ve bozulan yiyeceklerin yaydıkları kokunun insanı tiksindirmesinin böyle bir işlevi var. İnsan, bozuk besinlerden tiksindiğinden bu besinleri tüketmez. Kültürden kültüre her çağda değişen ‘pis’ insanı tiksindirir. Pis ve tiksinme, günümüz batı uygarlığının oluşmasında çok önemli rol oynamıştır. Sümkürme, vücut kokuları ve dışkılarının pis ilanıyla ve yarattığı tiksintiyle günümüz temizlik kültürü oluştuğunu yazar Norbert Elias.[4]

M. Douglas’a göre tiksinti yaratan ‘pis’ ise, olması gereken yerde olmayandır.[5] Yani kılın insanın kafasında olması insanı tiksindirmez ama çorbada tiksindirir. Tiksinti, olması gereken yerde olmayanı yaratır. Bebek, anne karnı, tiksinti… Bebek, olması gerekmeyen yerde midir? Bilinçötesi hamileliğe sıcak bakar mı, bilmiyorum. Ama kusmak, insan bedeninin bir şeyi kabul etmemesinin belirtisidir. Bedenimiz bir şeyi kabul etmediğinde tiksinir ve kusarız. Sembolik olarak kusarak hamileliği/bebeği mi dışarı atmaya çalışır acaba?

Tiksinti, görselle ve kokuyla ilişkilidir genelde. Toplumda ya da bireyde görülen tiksinme, kökensel bir regresyona işaret eder. Sevgi, nefret, arlanma ve suçluluk duygularından önce girer hayatımıza tiksinme ve kusma. Tiksinti, bir bebeğin ilk tepkilerinden, ilk iletişim biçimlerinden biridir. Bebekler annelerini emerken haz, açlık ve gereksinme ile hazsızlık (Unlust), doygunluk ve isteksizlik de duyarlar. Bu durumda tepkilerini yüzlerini çevirerek, memeyi ağızdan atarak ve kusarak ifade ederler.

Oral dönemde haz ilkel sevgiyken, tiksinme ilkel nefrete denk düşer. Nefret duygusunun ve agresyonun henüz olgunlaşmadığı, yani ayrıntılandırılamadığı bu dönemde tiksinme bunların işlevini üstlenir. Çocuğu emzirmek bir yanıyla bebeğe uygulanan bir şiddettir. Her anne çocuğa biraz da zorlayarak emmeyi öğretir. Anne çocuğun emmesi gerektiği bilinciyle çoğu kez çocuğu emmeye zorlar. Bu zorlamaya da yer yer bebeğin tepkisi, reddetme biçimi kusmak biçiminde olabilir…

Tiksinmeyle ilgili bir yazısında psikoterapist Sabine Trautmann-Voigt, tahammül edemeyeceğimiz nefrete, içimizdeki boşluğa ve öfkeye karşı tiksinmenin bizi koruduğuna dikkat çeker. Bunun bir diğer anlamı ise öfke ve nefretin tiksintiyle bir ilişkisinin olduğudur. Ama korunmaya çalışılan ve mesafe konulmaya çalışılan insanın içindeyse mesafe nasıl konulur? Hamile bir annenin beslenmesi, içindeki bebeğin de anneyle birlikte beslenmesi demek. Ama anne tiksiniyor ve kusuyorsa bebeği de besleyemiyor demektir.

Üstelik tiksinme üzerine çalışan psikanalistlerin “kontaminierung” olarak adlandırdığı durum var. Yani insan, tiksindiği objeden uzaklaşsa bile o objeyi düşündüğünde tiksinme nükseder. Şunu söylemeye çalışıyorum: Hamilelikteki kusma, bilinçle istenen bebeği annenin bilinçötesinin reddettiği, kadının bedeninin hamileliği kabul etmesinin de bir süreç olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Binlerce yıllık annelik deneyimi, gelişen tıp, hamileliği kolaylaştırma ve doğumdaki riski azaltma çabaları, kadının bilinçötesine etkisi çok yok galiba.

TEKNİK HAMİLELİK

Çocukla anne karnında kurulan ilişkinin yerine monitörde görülen bebekle kurulan ilişki aldı. Anne/baba monitörde çocuğu inceleme objesi yapabiliyorlar. Parmakla gösterilen obje… Şunu anlatmayı deniyorum: Anne bebeğiyle ilişki kurarken bedenine ve karnındaki çocuğun sinyallerine dikkat ederken, günümüzde kadın hamile bedenini güvensiz bir yer olarak yaşayabiliyor. Bu güvensizliği teknik aletler bir nebze azaltıyor ama aynı zamanda bu teknik güvensizliğin de kaynağı galiba. Kadın, sıkça kendine ve kendi bedenine güvenemeyebiliyor.

Hamilelik, annenin hayatına bir tehditse, anne bu tehdide nasıl yanıt verebilir? Hamile kadınların sürekli endişe içinde olduklarını gözlemleriz. Çocuklarının engelli olabileceği endişesi ya da düşük yapma korkusu, bebeğinin öleceği korkusu. Bazen hiçbir gerekçesi olmadan bu korku yaşanıyor. Bir annenin çocuğuyla ilgili böyle bir fantezisinin olması ve bu fanteziden korkması ve acı çekmesi. Neden bu kadar acı veren fantezi yeniden ve yeniden üretilir? Çocuğu kendisine tehdit sayan annenin çok istediği çocuğuna düşmanlığıdır belki de. Belki de bu süreçte işi sadece dölleme olan babaya kızgınlık, kendi cinsine (kadın/anne) olmaya kızgınlık da çocuğa projekte ediliyordur. Böylesine zor bir sürecin tek başına gidilecek olması, hiç kimsenin bu süreçte iç dünyada olanlara katkısının olamaması…

Önceleri, anneyle çocuğun karşılaşması doğumda olurdu. Bebek, anneyle doğumda karşılaşıyor ama anne, bebekle daha önce sonografide karşılaşıyor. Doğum bir sürprizdi. Şimdi değil, çünkü çocuğun cinsiyeti, kaç kilo olduğu, boyu, posu her şey doğum öncesinden biliniyor. Doğumun tarihi bile. Her şey planlanabiliyor ve hesaplanıyor. Çocuk bir proje adeta… Önceden anne/baba çocuğa en az iki isim arardı; şimdi cinsiyet doğumdan çok önce bilindiğinden isim de çok sürpriz değil.

BİR PROJE OLARAK MODERN ÇOCUK

Çocuk, çocukluk yaşlarda kafada oluşturulan bir fantezidir önce. Oyuncaklarıyla oynayan çocuk, oyuncak çocuğuyla da oynar. Doktorculuk oyununun da oyuncularından biridir çocuk bazen. Daha sonra eşler, kendi kafalarındaki çocuk resmini birleştirmeye çalışarak reel çocuğa hazırlık yaparlar ve fantezi çocuk gerçek olmaya başlar. İşte hamilelikte çocuk, sonografiyle asıl şeklini alır. Hamilelikte ve doğum sonrasında annelik, daha çok pedagojik anneliğe dönüşüyor. Bununla Google ve Wikipedia anneliğini kastediyorum. Anne nasıl olunur, iyi anne nasıl olunur masalları… Çocuğunuzu seviniz, sevmek çok tatlıdır, sevilen çocuk çok akıllı olur falan…

Annenin kendisine güvenmediği, güvenin sosyal medya ve internet üzerinden edinilen bilgiyle giderilmeye çalışıldığı annelik konseptleriyle, hamilelikte annenin bedenine güvensizlikle başlayan süreç devam ediyor. Anne, kendi duygularından, algısından çok okuduklarıyla kendine güvenmeye çalışıyor. Kuşkusuz en iyi öğrenme biçimi, başkalarının deneyimlerinden yararlanmak ve okuyarak bilgilenmek. Ama bu, kadının kendisine güvensizlikle sonuçlanabiliyor. Önceden tekdüzelik ve çocuk eğitiminde bir doğru vardı. Günümüzde çocuk eğitimi konusunda bir doğru yok, birçok doğrular var. Bu bağlamda anne, en doğru şeyi de yapsa bir güvensizlik, yanlış yaptım tedirginliği yaşıyor. Bu da anneliği ‘sürekli yetersiz’ veya ‘sürekli yanlış’ duruma getirebiliyor.

Geleneksel toplumda çocuk, birincil ilişkilerde büyüyebiliyordu. Mesela aile terapisinin önemli kuramcılarından S. Minuchin onlarca hala, teyze, dayı ve amcasının ve 200 kuzeninin olduğunu ve bu insanların çoğuyla da aynı sokakta yaşadığını yazar. Akrabaları aynı zamanda komşuları ve arkadaşlarıdır.[6] Günümüzde bu tür akrabalık ilişkileri yok. Bebeklikten başlayarak insan, aynı insanlarla belirli aralıklarla ama sürekli ilişkideydi. Yani yenge, hala, teyze, dayı, kuzenler çocuğun sosyal çevresiydi. Bir köyde herkes herkesi tanıyor (alıntılayamıyorum ama hafızamda kaldığı kadarıyla John Berger bir yazısında köyde insanların birbirine yalan söyleyemeyeceklerini çünkü herkesin birbirini tanıdığını, geçmişini bildiğini yazar) ve herkes herkesi sürekli görüyordu.

İlişkilerde süreklilik vardı. Böylece bu kişilerin iç dünyadaki temsilcileri de oluşabiliyordu. Günümüzde bu ilişkilerde süreklilik yok. Bebeğin ilk ayrılığı anneyle. Tarım kültüründe anne iş alanlarına çocuğunu da götürebiliyordu. Ekmek pişiren, inek sağan annenin yakınındaydı bebek. İş ve özel alanın radikal bir biçimde ayrıldığı modern hayatta çalışan anne bebeğini terk etmek durumunda. Annelik bu kültürde başkasına aktarılan bir iş. Çocuk bakıcıları, kreşler, okullar annelik/babalık görevlerini üstleniyorlar. Kısacası çocuk anne ve babayı bir yanıyla çok erken kaybediyor. Çalışma koşullarının zorluğunun sonucu olarak da anne/baba akşam eve yorgun gelen insanlar. Çalışma koşulları anne/babanın duygusal annelik/babalık alanlarını çok kısıtlıyor ve insanlar daha çok teknik anne/baba olmak durumundalar. Duygusal yetersizlik ve bunun bilinci de anne/babada suçluluk duygularına yol açabiliyor. Suçluluk duygusunun azaltılma çabasını çoğu kez sevgi sanıyor insanlar.

Bebeğin değişen bakıcısı, kreş öğretmenlerini de geçici süre tanıyor. Bu insanlar aniden çocuğun hayatından kayboluyorlar ve sıkça çocuk sürekliliği olmayan/geçici ilişkilerle büyüyor. Bunun çocuk için anlamı şu: Çocuk sürekli mutlak (bir daha görmemek üzere, adeta ölüm gibi) ayrılıklar yaşıyor. Çocuğun psikolojik donanımı, bu aniden olan ve anlamlandıramadığı ayrılıklarla baş etmeye yeterli değil. Ayrıca çocuğun, bu ayrılıkların kederini yaşayacak ve yasını tutacak kapasitesi ve repertuvarı da yok. Ayrıca yetişkinler, bu kadar sıkça olan ayrılıkları ritüelize ederek çocuğa ayrılıkla baş etmeyi de yeterince öğretemiyorlar (ayrılığın acısını yaşamalarına olanak tanıyamıyorlar).

Şunu iddia ediyorum: Çocuk kendi içinde bir göçebe kültürü ve buna uygun bir psikoloji geliştiriyor. Yani göçebe kültürü, yabancıyla yüzeysel ilişki kurmayı önemsiyor ama derinlemesine bağlanmamaya özen gösteriyor. Göçebe, ayrılacağından ayrılık acısını sınırlı ve kontrol edilebilir tutabilmek için derin ve sıkı bağlar kurmaktan kaçınıyor. Bu, modern mülkiyetsiz kiracıların da psikolojisidir yer yer. Sonunda ayrılık olacak ilişkilerde daha az özenli olabildiğince çıkarcı davranabiliyor bu ilişkilerde. İlişkilere faydacı yaklaşabiliyor. Bir yerlerde okumuştum. Bir antropolog, bir insanın yaşamında ortalama 120-130 kişiye gereksinim duyduğunu yazmıştı. Yani insanın duygusal bağ kurmak için psikolojik kapasitesi de sınırlı. Her insan günümüzde binlerce insanla ilişki içinde ve işte bu ilişkilerin çoğunu duygusuz ve yüzeysel kuruyor.

Psikanalist Mathias Hirsch, ebeveynlerin birincil görevinin çocuğu olduğu gibi kabul etmek olduğunu yazar.[7] Bu teorik olarak çok kolay gibi görülür ama birçok insanın bunda zorlandığını görürüz. Binlerce yıl kız çocukları değerli olarak kabul görmedi mesela erkek egemen kültürlerde. Yıllarca fantezide oluşturulan çocuk idealdir ve her doğan çocuk aslında bir düş kırıklığıdır, çünkü reel bir çocuk hiçbir zaman fantezideki ideal çocuk değildir. Bu fark düş kırıklığı yaratır. İlk şaşkınlık geçtikten sonra çocuk kabul edilir ve ideal çocuk şablonuna bu ideal çocuk yerleştirilir. Laios’un korkusu ve şaşkınlığındaki durum. Ödipus’u yok etmeye çalışmasında da kabul etmeme dinamiği var. Birçok kültür, çocuğu kendisine benzetmeye, çocuğu kendi fotokopisi yapmaya (özellikle kolektif kültürler) çaba gösterir ve çocuğu manipüle eder.

Winnicott, Karşı Aktarımdaki Nefret (Hass in der Gegenübertragung) başlıklı yazısında, anneliğin çocuğundan nefret etmesine rağmen çocuğa bunu belli etmeme becerisi olduğuna değinir.[8] Anne çocuğundan nefret eder ama çocukla ilişkisini nefret üzerine kurmaz ve ilişki nefret ilişkisine dönüşmez. Annenin nefreti/korkusu çocuğunu severken de dışa vurulur. Bir anne çocuğunu severken ‘seni yerim’ diyordu… Başka bir anne ‘canını yerim’ diye seviyordu bebeğini. Kendi içinden çıkan çocuğu yiyerek gene kendisine katmak ve kendi parçası yapmak isteyen anne. Başka bir anne ise ‘sana ölürüm’ diyerek seviyordu bebeğini. Her çocuk için annenin ölümü büyük bir faciadır ve ölü bir annenin çocuğa hiçbir faydası yoktur. Bu tür söylemlerde/sevmelerde annenin/babanın bebekten nefretleri ve agresyonları sevgiyle sollanarak dışa vurulur.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Von der Heilkunde zur Psychoanalyse, 2020, 2. Basım, Psychosozial Verlag, s. 42.

[2] Vom Fetus zum Kind: Die Ursprünge des psychischen Lebens [Fetüsten Bebeğe: Psikolojik Hayatın Başlangıcı], (Klett-Cotta Verlag, 1996), s. 27.

[3] age, s. 30.

[4] Elias, N. (1991) Über den Prozess der Zivilisation, Shurkamp.

[5] Douglas, M. (2021) Saflık ve Tehlike, İstanbul: Metis Yayınları

[6] Annäherung und Erkundugnen, 2019, H. Utari-Witt & A. Walter. Kitap: Wege aus dem Labyrint des Traumas=Travma labirentinden çıkış yolları, Psychosozial Verlag, s. 18

[7] Die Opferung des Kindes=Çocuk kurban etme, 2006, Kitap: Das Kindesopfer, Psychosozial Verlag, s. 36.

[8] Von der Heilkunde zur Psychoanalyse, 2020, 2. Basım, Psychosozial Verlag, s. 77.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi