Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Her şey üstüme vazife

Öyle yapalım, üstümüze vazife olmadığı söylenen şeylerden başlayalım itiraz etmeye. Öyle yapalım, başımıza düşmeyen ateşlerden sorumlu olduğumuzu dünyaya bağıralım. Öyle yapalım, yoksa bu yalnızlık hepimizi öldürecek.

Toplumsal eğitimden geçmiş biri, sorunsuz bir hayatın en önemli teminatlarından birinin kendisini ilgilendirmeyen meselelere karışmamak olduğunu öğrenmiştir. Bir nezaket sınırı kılığında kendini sunan bu bilgi, “bizi ilgilendirmeyen meseleler nedir” sorusunu tam olarak tasnif etmeden bir uyarı balonu olarak tepemizde asılı durur.

Bu bilginin -iyi niyetli biçimde- tekil ilişkilerin mahremiyetine saygının bir ifadesi olarak türetildiğini iddia edecek biri varsa eğer, içinde yaşadığımız toplumun en temel özelliğinin özel hayatları kurcalamak, başkasının nasıl yaşayacağı konusunda uzman görüşü üretmek olduğunu söyleyebilir, kişisel ömürlerin önemli bir çoğunluğunun da “başka hayatları nasıl kemiririm” başlıklı kılavuzlara çalışarak geçtiğine dair sayısız kanıt sunabilirim. Ama kendisini ilgilendirmeyen meselelere karışmayacağını ifade eden çoğunluğun yine bu gruptan çıktığını kanıtlayamasam da iddia edebilirim; çünkü ters bağlantı onların adeta düğüm noktasıdır ve bütün kablolar tersten bağlandığı için sebepler ve sonuçlar tuhaf bir işleyiş içindedir, genellikle bir sonuca sebep, bir cezaya suç arayanlar bu ters bağlantıya sahip olanlara ait bir özelliktir.

Evet onlar kendilerini ilgilendirmeyen meseleler hakkında uzun bir liste tutarlar, yarısını aileden, yarısını okuldan edindikleri bu değişmez maddelere, yaşadıkça otorite aracılığıyla yenilerini eklerler. Bu sınırlanmış sorumluluk alanındaki hareket serbestliklerini özgürlük sanırlar ve buradan en ufak sapmayı toplu halde kınarlar.

İşine bakanlar, işini bilenler hep buradan çıkar, kişisel fikrini ifade etmenin temel hakkı olduğunu düşünenlere, bu konuda ısrarcı olanlara bozguncu bir bitki gözüyle bakar, daha da fenası kendi kafasıyla düşünmeye cesaret edeni, aptallıkla suçlarlar. Bir ütopik rezerv olarak insanın en asal göstergesi, başkasına yapılan haksızlıkta sesini çıkarabilmesidir. Böyle bir insan için sınır yoktur, vicdanı, sınır tanımadığı için hiç gitmediği bir ülkedeki haksızlıklar da onu ilgilendirir, çünkü kapsayıcı bir sorumlulukla dünyaya bağlı olduğunu bilir.

Bütün hayatım “beni ilgilendirmeyen her şeye burnumu sokarım” demekle geçti, konulan sınırın ötesinde dayak yiyen bir çocuk, öldürülen bir kadın, tekmelenen bir köpek hep duracaktı; ya da karşıda yakılan bir köy, haksızca öldürülmüş insanlar pek çok pek çok şey o sınırın öteki tarafında duracaktı.

“Kapsayıcı sorumluluk ya da dünyanın sorumluluğu” diyordu biri, bu ezici sorumluluk, beni ilgilendirmez denilemeyecek bir yol açar önümüzde, tam tersine bu bir aciliyet duygusu yaratır, çünkü şu eski varoluşçu abinin dediği gibi, “insan gerçekliğinin özelliği hiçbir mazeretinin olmamasıdır.” Varoluşcu değilim ama hep böyle düşündüm, bir adaletsizliğe karşı gelmemenin, bir hataya karşı savaşmamanın gerçekten bir mazereti olmadığını ve sessiz durduğumda bütün haksızlıkların suç ortağı olacağımı da.

Aynı abi- adı Sartre- şöyle yazmıştı bir defasında, ilk okuduğumda da çok sevmiştim, şimdi de çok seviyorum:

“Ben Flaubert ile Goncourtları, Komün'ün ardından gelen kanlı cezalandırma dalgasından sorumlu tutarım, çünkü bunun engellenmesi yönünde bir satır bile yazmamışlardır. Bu onların işi değildi, denecek. Calas davası Voltaıre'in işi miydi? Dreyfus'un mahkumiyeti Zola'nın işi miydi? Ya da Kongo'nun yönetimi Gide'in işi miydi? Bu yazarların her biri, yaşamının özel bir anında, kendi yazar sorumluluğunu, doğru olarak değerlendirmiştir. Alman işgali de bize kendi sorumluluğumuzu öğretti.”

Bütün bunlar, dinmeyen uğultular, üzerine basılan yaprakların çıtırtısı, bombalanan evler, kendine uzaklarda sığınak arayan göçebeler, taş sektirilen su birikintileri, yağmurdan kaçan yavru kediler, çığlıklar, mezarsız ölenler, gün görmeyen kadınlar ve çocuklar, kalpleri taşa çeviren kayıtsızlık, bütün dünyanın acısını yüklenmiş gibi çökmüş omuzlar, arada parlayan güneş, içimize su serpen şefkatli bir söz, yanımızda olduğuna hep inanacağımız üç beş kişinin dünyaya benzememe inadı, hepsi, hepsi biz yokken de vardı. “Ümit geleceğin hatırasıdır” diyen o sesi, boynuna, başkalarının acıları karşısında sevinç çığlıkları atanların kötülüğüne karşı bir muska gibi asanlar, üstüne vazife olmadığı söylenen şeylerle ilgilenenler hep vardı.

Öyle yapalım, üstümüze vazife olmadığı söylenen şeylerden başlayalım itiraz etmeye. Öyle yapalım, başımıza düşmeyen ateşlerden sorumlu olduğumuzu dünyaya bağıralım. Öyle yapalım, yoksa bu yalnızlık hepimizi öldürecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi