Şenay Aydemir
'İç Savaş': Macera dolu Amerika!
Şenay AYDEMİR
Alex Garland iyi bir yazar(dı). Danny Boyle’un “Kumsal” (The Beach) filmine kaynaklık eden romandan yine birlikte çalıştıkları “28 Gün Sonra...” (28 Days Later...) ve “Gün Işığı” (Sunshine) filmlerine, “Beni Asla Bırakma”dan (Never Let Me Go) “Yargıç Dredd”e (Dredd) önemli filmlerin senaryolarına imza atmıştı.
Ama kanımca ne olduysa yönetmen olmaya karar verince oldu! Zira ilk kez kamera arkasına geçtiği ve hala anlamadığım bir biçimde gereğinden fazla övülen 2014 tarihli “Ex Machina”dan bugüne çok derin olma iddiasında ama o kadar yüzeysel filmler çekiyor ki. Bu filmin anlık dalgası geçtikten sonra bilimkurgunun her hangi noktasında kendisine ciddi bir yer tutamayacağını gördük zaten. 2018 tarihli “Annihilation” (Yok Oluş) Türkçe adının tersine varoluşa dair birçok soruyu beraberinde getiriyor ama çağın entelektüel sığlığını aşamayan bir yapıma dönüşüyordu. Kimileri filmi (haşa!) “Solaris’le falan karşılaştırma cesaretinde bulundu ki, tarih en iyi cevabı veriyor. İki yıl önce izlediğimiz “Men” (Adamlar) ise yarım saatin ardından Jordan Peele’nin vakti zamanında büyük sükse yapan filmi “Kapan”ı (Get Out, 2017) fazlasıyla andırmaya ve öngörülür olmaya başlıyordu ve biraz da kör göze parmaktı açıkçası. Ama hakkını yemeyelim. Bütün bu filmlerde Garland, dikkate değer bir yönetmenlik zanaatı ortaya koymuştu. Sanki yazma yeteneklerinden eksilen çekme yeteneğine gitmiş gibiydi!
Artık son on yılda video oyunları da yazdığından mıdır, yoksa bilinçli bir tercih midir bilgisayar oyunu gibi yazılıp çekilmiş izlenimi veren “İç Savaş” (Sivil War) da vaveylalar arasında sinemalara konuk oluyor. Eskiden bazı yönetmenler ‘pop star’ muamelesi görürdü. Bunun şöyle bir ‘makul’ yönü vardı denilebilir. Nihayetinde en büyük fanları bile bazı filmlerini sevmeyebiliyordu. Böyle bir özgürlükler vardı. Ancak şimdi bazı yönetmenler ‘influencer’ muamelesi görüyor ve her ‘içeriği’ koşulsuz yükseltiliyor. İsim verip hayranlarını rencide etmek istemem, onlar kendini biliyor! İşte Alex Garland da o ‘etkileyen birey’lerden birisine dönüştü gibi sanki!
Garland, bir kez daha cezbedici bir konuyla çıkıyor karşımıza. “İç Savaş” günümüz ABD’sinin birbirine düştüğü bir hikaye anlatıyor. Batı eyaletleri, federal yönetime başkaldırmış ve isyan başlatmıştır. Filmin aralarına serpiştirilen bilgilerden mevcut başkanın anayasanın dışına çıkarak üçüncü kez yönetimde olduğunu, FBI’ı dağıttığını ve halkını öldürmekten çekinmediğini öğreniyoruz. Başkan ve yönetimi için gidişat pek iyi değildir. Batı güçleri hızla başkentte doğru ilerlemektedir. İşte bu ahval ve şerait içinde bir grup gazeteciyi takip ediyoruz hikaye boyunca.
Lee (Kirsten Dunst) birçok cephede bulunmuş, zor şartlarda çalışmış, ağır travmalarla boğuşan bir savaş fotoğrafçısıdır. Gazeteci Joel (Wagner Moura) ile birlikte Batı ordusuyla birlikte başkentte gitmeye kararlıdır. Hatta onlardan önce varıp Başkan’la son röportajı yapmak, fotoğraflarını çekmek gibi bir hedefleri vardır. Çünkü herkes savaşın bitmek üzere olduğunu ve başkanın öldürüleceğini bilmektedir. Bu ikiliye artık meslek hayatının son demlerinde olan Sammy (Stephen McKinley Henderson) ve savaş muhabiri olmak isteyen Jessie (Cailee Spaeny) de katılır.
Grubumuz New York’tan yola çıktıktan sonra film bir yol hikayesine dönüşüyor. Ancak aynı zamanda giderek de bir video oyununu andırmaya başlıyor. Başta kahramanlarımız olmak üzere diğer gazeteciler, isyancı orduya mensup askerler bir oyunun bölümünü tamamlama çabasıyla hedefe doğru yol alıyorlar. Bu hedef de başkanı öldürmek. Oval ofise ilk giren oyunu kazanacak ve bir sonraki bölüme geçecekmiş motivasyonuyla davranıyor herkes. Arada tabii ki, bu oyunculara çeşitli zorluklar çıkıyor. Örneğin keskin bir nişancıya denk geliyorlar ve yola devam etmelerine engel oluyor, hayli oyalıyor onları. Bir sonraki aşamada toplu katliam yapan bir grup askerle karşılaşıyorlar ve çok zor dakikalar yaşıyorlar, can sıkıcı gelişmeler oluyor. En nihayetinde Washington DC’ye ulaştıklarında da artık bütün mesele sokak sokak yaşanan çatışmaların arasında sağ kalmak ve Oval Ofis’e ilk ulaşan olmak. Ki yine hakkını yemeyelim özellikle bu son bölüm aksiyon açısından oldukça tatmin edici. Zaten filmin bu açıdan bir sorunu olduğunu söylemek zor. Garland, filmi izlenilir kılmayı başarıyor.
Başaramadığı şeyler de var öte yandan. Hikayenin inandırıcılığı ve karakterlerin motivasyonu gibi en temel unsurlar üstelik. Öncelikle yaklaşık iki saat boyunca filmi izledikten sonra ne oldu da bu iç savaş çıktı sorusunun yanıtını bir türlü alamıyoruz. Batı eyaletlerinin rahatsızlığı neydi, başkan onlara niye karşı çıktı? Hangi toplumsal kesimler isyancıları, kimler başkanı destekliyor vb. gibi sorular havada bile kalmıyor çünkü bunlara yanıt verme zahmetine bile gerilmemiş. Öte yandan başta Lee olmak üzere gazetecilerin motivasyonu da düzgün kurulmuyor. Lee’nin finale doğru artık esami haddinin dolmasını neye bağlamalıyız? Onun yaşadığı dönüşüme ikna olmak hayli zor. Norveçli yönetmen Eric Poppe’nin 2013 tarihli “Binlerce Kez İyi Geceler” filmindeki Rebecca (Juliette Binoche) karakterini fazlasıyla andırıyor Lee öte yandan. Benzer bir biçimde Jessie’nin hevesini anlamak da zor. Çünkü karakterleri ve onları içine düşürmek istediği aksiyon dışındaki dünyayla ilgilenmiyor yönetmen. Hal böyle olunca da Jessie’yi motive eden unsurları göremiyoruz haliyle.
Görsel dünyayı inşa etmekteki mahareti dışında yer yer iyi kotardığı şeyler de var Garland’ın. Bunlardan biri, Amerikan bireyciliğini göstermekteki mahareti. Ülke yanıp yıkılırken bile kendisini bundan koruyabileceğini, dışında kalabileceğini düşünen insanların varlığına yönelik sahneler yapımın güçlü yanlarından.
“İç Savaş” gişede yapımcılarının yüzünü güldürse de pek geleceğe kalabilecekmiş gibi görünmüyor. Oysa kimilerine göre adı konmamış bir ‘iç savaş’ yaşayan ABD ne çok malzeme barındırıyor içinde!