Süreyya Karacabey
İmgelerin savaşı
Günümüzde görünen o ki insanın kendi vatanıyla kurduğu ilişki, belirli kurallara bağlı, dayak yememek için sürekli alttan almayı gerektiren bir ilişkidir. Bir ülkede yaşamak demek, o ülkenin bütün günahlarını benimseyip başkalarına karşı-yabancıya, düşmana karşı- savunmayı alışkanlık haline getirmek demektir.
Makbul yurttaş, ne kadar eleştirel ve nesnel olursa olsun, eleştirisini kendi ülkesi dışında her yere yöneltendir. Başkalarına istediğini söyleyebilir, ayar çekebilir, çok sert kelimeler kullanabilir. Bunu yaptığında, haksız bile olsa bir kovuşturmaya uğramaz, elbette ülkesi, o ülkelerle farklı bir ilişki içinde değilse. Bazen ülkeler ortak çıkarlarına göre hareket ederler ve onların yazgısını birleştiren siyaset ansızın kırılgan bir hale gelir, işte o zaman ülkenizin savunduğu tarafta değilseniz başınız yine belada demektir.
İnsanın kendi ülkesine, daha doğrusu ülke yönetimine eleştirel bakması, vatan hainliği gibi oldukça sert bir suçlama dizisiyle en baştan imkânsız hale getirilmiş, kendi ülkesini eleştirene; yurdunu sevmeyen, düşmanla işbirliği yapan biri gözüyle bakılabilmesi için bütün argümanlar seferber edilmiştir. Yani bir yerin kimliğini taşıyorsanız, oraya yönelik eleştiriniz, sadece devlet tarafından değil, ülke sevmeyi tekeline almış gruplar tarafından da saldırgan bir tutumla düşmanlığa çevrilir.
Bunu aklıma getirense Filistin karşısında kendi ülkesinin yaptıklarını sert bir dille eleştiren İsrail vatandaşlarına uygulanan şiddetti. Avrupa ülkelerinde Filistin yanlısı protestolarda, polislerin kendi yurttaşlarına yaptığı işkencelerdi. Vatan hainliği bayiliğini alanlara bu örnekler hakkında ne düşündüklerini sormanız da bir işe yaramayacaktır, bu defa da haklı ve haksız dava konusunda hazırlanmış bir metni okuyup kazın ayaklarının perdelerini size göstereceklerdir. Allah'ın işine bakın ki, onların ülkesi, her durumda haklı olmayı ön tarihten başlayarak becermiştir. Literatürde buna ontik haklılık deniyor.
Siyasi süreçlerde hata yapmak düşmanlara has bir özelliktir. İsrail'in -bu da kulağa komik geliyor, tek başına hiçbir şey yapamayacağını anlamak için dış politika bilgisine ihtiyaç yok- işgal ettiği topraklarda işgalci haline getirdiği bir halka yıllardır yaptığı zulme karşı çıkmayı, insanlığın zorunlu bir hamlesi olarak görenler için, İsrail'e karşı çıkan bir İsrailli şüphesiz ki kutlu bir varlıktır. Ama İsrail de ülkelerden bir ülke, devletlerden bir devlet olarak, kendi politikalarını eleştiren yurttaşlarına, aynı sizin davrandığınız gibi davranmayı bir hak olarak görecektir. Mantık olarak tutarlı. Madem ki İsrail'in ekmeğini yiyorlar...Bu ekmek yeme sözü de çok işlevseldir, çalışıyorsak da karnımızı biz değil, yönetenler doyurur; biz onları beslemeyiz onlar bizi besler. Bu yüzden doyduğumuz topraklara yönelik tek bir incitici söz söylememeli ve devletin bütün politikalarını desteklemeliyizdir. Yoksa ekmeği keserler, o kadarla da kalmaz daha fazla konuşulmasın diye kapatırlar.
Bu durumda, bir yanlışa yanlış deme hakkı elinden alınmış kitlelere yurttaş denilir. İnsanın temel doğrularla kendi devleti arasında kalması gerçekten çok feci bir şeydir. Benim kafamı en çok karıştıran, kendi ülkesi hakkında sürekli yeminli tercümanlar gibi davrananların başka ülkelerdeki muhaliflere duydukları sevgi olmuştur. Ülkesinin sömürgelerine uyguladığı zulümlere itiraz edenler, bir savaş durumunda, savaşa hayır deme cesaretini gösterenler, doğrulara ülke sınırlarından değil de insanlığın ve insan olmayan canlıların sınırlarından bakanlar, pek çok yerde saygıyla karşılanmışlar, doğruları dile getirme cesaretlerine şapka çıkarılmıştır.
Hatta dünyanın bir aydın listesi varsa, sadece onlardan oluşmuştur. Bu listeye kimse, ülkesinin meclisindeki savaş tezkerelerine destek verenleri, doğal olarak almamıştır. Çünkü insanın esas duruş noktasını tayin eden şey, lokasyon değil etik uğraktır. Teorik olarak herkes bunu kabul eder, bunun için savaşanların çektiği acılara selam yollar. Ama iş, doyduğu yer ve kafes diyalektiğine çarptığında aniden başka bir şey olur. Çok açıklamalı, çok ama'lı, çok çok...
Eleştiri modernitenin önemli bir semptomuydu, bunu formüle eden Batı, teorik olarak şahane metinler yazarken, yazdıklarını okumalarına bile gerek olmadığını düşündüğü bütün “üçüncü sınıf” halklara sadece ölüm dağıttı. Katliamların çoğuna yardım etti, açlık ve tokluk listelerini düzenledi ve sonra, bütün şiddet eğilimlerini, nefes almadan yaşamaya çalışan, yoklukla, ölümle terbiye edilen halkların ilkel doğasına bağladı. Beyaz bir eldivenle arada başını okşadıklarına sadece kan ve zulüm getirirken o kadar başarılı oldu ki, kanla suladıklarının bir kısmı da onların bakışıyla bakmaya başladı kendi halkına. Literatürde buna New York Times efekti denilmekte.
Ne mutlu onlara ki, bir gün bu berbat halklardan başka bir şey olduklarına onları inandıracağız. Kendi siyahlıklardan nefret ettikleri gün, operasyon tamamlanacak.
Bir, asla kendi devletinizin sırlarını açık etmeyin.
İki, New York Times okumaya devam edin. Bir gün kurtulacaksınız!
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.