İnsanı ele geçiren devlet

Bugün getirilen sistem kolonyal yönetim uygulamasını zirveye taşıyor. Toplum devleti somutlayan güçlerin tasallutu altına girerken, insan hem fiziksel hem de tinsel anlamda ele geçiriliyor.

Ömer Faruk, 30/04/2018 tarihinde Duvar Gazetesi’nde yayımlanan "Çok Kalpli Asi" başlıklı yazısında çok katmanlı bir analizle devlet-insan ilişkisini sorguluyor.

Önceleri dünyanın her yanına kayıtlı olan insanın devletin ortaya çıkışıyla nasıl tebaa haline geldiğini ve devletin insanın anlamını nasıl ele geçirdiğini anlatırken şu tespiti yapıyor.

"…düşünme yeteneği olan "insan" evcilleşen ve evcilleştiren; tarım ve stok yapan; nüfus kâğıdı, diploma ve pasaport sahibi olan; ev’lenen ve aile kuran; çalışan ve çalıştıran; tapu, vergi ve nikâh dairesine kaydolan; sabit adresli; âşık olmadan çocuk yapan; karakol, hapishane, idam sehpası ve gökdelen inşa eden; hayvanlara tasma takan; askere giderek tanımadıklarını öldüren "tebaa"nın anlamına yerleşti; düşünme yeteneğini devlete devrederek "tebaa"lığı benimsedi.Şimdi "tebaa"nın dışında kalmayı seçenler için yeni bir ad’a ihtiyacımız var!"

Etnik kökeni, dili ve dini inancı kurumsallaştırıp, bunun üzerinden varlığını meşrulaştıran ve zihniyet kodlarıyla sürekliliğini sağlayan devlet ideolojik aygıtlarıyla kendi doğrusunu tebaasına kabul ettirir.

Devlet, ideolojik hâkimiyetini pekiştirmek için tek millet, tek bayrak, tek dil, tek din söylemi üzerinden ve milli marş, milli eğitim, milli medya, milli ordu, milli istihbarat  ve milli aile aracılığıyla kendini sürekli olarak yeniden üretir.

Faruk’a göre "Her devlet kendi kuyruğunu yutan ve kendini yeniden ve yeniden doğuran ejderhaya (= ouroborosa) benzer.

"Adorno’nun deyişiyle "Yanlış hayat, doğru olarak yaşan(a)maz. "Devlet ideolojik yönlendirmelerle tebaayı çocuk yerine koyarak hayatın yanlış yaşanmasına neden olur.

Türk Devleti de kendine bir ulus kurgularken kozmopolit, çoklu bir İmparatorluk bakiyesi üzerinde siyaseti tekçi, ötekileştirici, dayatmacı bir paradigmaya dayalı olarak Türk-İslam sentezi ideolojisi üzerinden şekillendirdi.

Merkezi devlet kolonyal bir yönetim anlayışıyla toplumun kılcal damarlarına kadar girdi. Valiler, kaymakamlar ve onlara bağlı eğitim, emniyet, sağlık, tarım, turizm, imar müdürlükleri yoluyla merkez çevreyi her taraftan kuşatmış oldu.

Bunun dışında belediyelere kayyım atamaları yapılması, muhtarlara devletçe maaş ödenmesi yereli toptan merkeze bağladı, katılımcı demokrasinin önünü kesti.

Bugün getirilen sistem de kolonyal yönetim uygulamasını zirveye taşıyor. Toplum devletin daha doğrusu devleti somutlayan güçlerin tasallutu altına girerken, insan hem fiziksel hem de tinsel anlamda ele geçiriliyor.

İktidarı ve muhalefetiyle siyaset devletin Türk-İslam sentezine dayalı ideolojisinin ve kolonyal yönetim anlayışının ve uygulamasının taşıyıcısı durumunda. 600 milletvekili maaş ve ayrıcalıklarıyla, hiyerarşik bir temsil üzerinden var olmakta.

Demokrasinin ve siyasi meşruiyetin tartışmalı seçimlere indirgendiği ve meşru hukukun yerini kurmaca hukuka bıraktığı yerde devletin yerli, milli ve kutsal olduğu tezi ön plana çıkar. İnsan bu noktada tebaanın içinde düşünemez bir varlık haline gelir.

Faruk bu durumu şöyle ifade ediyor. "Diplomalı düşünürler, köşe yazarları, kaşarlanmış siyasetçiler, her akşam televizyonlardan yüzümüze devletin yerli, milli ve kutsallığını höyküren kanaat önderleri devlet olmak (= devlet kurmak) için sürekli ve sürekli konuşurlar. Bu nokta aynı zamanda insanlık vasfını yitiren tebaanın düşünemez de olduğu; devletin her doğrusuna [= gerçeğine (= hakikatine)] inandığı; düşünen, yaratan ve itiraz eden bir varlık olarak kendisini de inkâr ettiği noktadır. İnsan zihninin ürünü olan bir hayali gerçekliğin (= devletin) insanı ve zihnini ele geçirerek ouroborosa dönüşmesi, kendisini yaratanı sürekli ve sürekli yiyerek tekrar ve tekrar üremesidir."

Devletin varlığını sürdürmesi  "yerli, milli ve kutsal" çarkının her bir dişlisinin aksamadan işlemesine bağlı.. Ece Ayhan’ın deyişiyle "Esas duruş, mülkün temelidir!"

Faruk bu noktadan hareket eder. "Devlet için öngörülemeyenden daha büyük bir (iç) tehlike yoktur; nüfus, diploma, tapu, vergi, banka, nikâh ve adres kayıtları (hep) bu yüzden vardır.
Bu yüzden yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünce görünürken görünemez olmaktan; öngörülemez ve ele geçirilemezlikten; sürekli ve sürekli yeni kavramlar üretmekten; şiirin, müziğin, rengin, fısıltının ve argonun uçsuz bucaksızlığından; dostluğun ve aşkın sarhoş edici coşkusundan; âşık olmadan çocuk yapmamaktan; hayvanlara tasma takmamaktan… söz eder."

Abdûlgaffar el Hayatî, bize devletin dışına çıkmamız gerektiğini hatırlatır. "Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler; özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak eritilebilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin ‘devlet dışı’na çıkması, ‘devlet dışı’ bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır. Hiç ama hiç unutmamak gerekir: Yaşanacak bir hayatımız vardır!"

Faruk "tebaa"nın dışında kalanlara yeni bir ad verip, tanımlar "Bu yüzden Çok Kalpli Asi her yerli ve hiçbir yerlidir! Yersiz ve yurtsuzdur!"

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi