Şahap Eraslan
İtaat kültürü 1: Paradoks hisler ve çocuğu bağımsızlaştırma görevi
Çocukluk konseptinin bizdeki en önemli ayağı çocuğun itaatini sağlamaktır. İtaatin amacı ise çocuğu duygulardan uzaklaştırmak, duygularını manipüle etmek, onu kolektif kültüre uygun hale getirmek ve empatiyi yok etmektir. Çocuktan itaat bekleyen anne-baba da zaten o an ve tutumlarında empatiden yoksun ve duygusuzdur. "Ailemize yakışmaz!", "Erkekler ağlamaz!", "Kızlar böyle oturmaz!" gibi söylemler bir imaj yaratmak ve duygulardan, dolayısıyla insanca olandan uzaklaşmak anlamına da geliyor. "Bir oğlum şehit oldu, öbür oğlum da vatana feda olsun!" diyen acılı bir annenin bu söyleminde anaç bir tutumun varlığından söz edemeyiz. Sahi, anne-babanın ve devletin çocuklarını feda etme hakkı nereden geliyor?
Hakimiyet ile teslimiyet, iktidar ile itaat arasındaki mesele insanlar arasındaki eşitsizlikten doğar; tarafların birbirlerini eş değerde, eşit ve oldukları gibi kabul etmedikleri durumda ortaya çıkar. Ben ve sen eşit değilsek, itaat ve hakimiyet arasındaki ilişkinin çerçevesiyle ilgilidir konu. Her insanın öteki tarafından kabul edilip onaylanmaya ihtiyacı vardır; bu olmazsa insan kendi olmakta ve kendini tanımlamakta zorlanır. Bununla birlikte, ben ve sen olmamız demek, benzerliklerimiz ve aynılıklarımız gibi farklılıklarımız da var demektir. İşte bu durumun kabulüne ilişkin dinamikte oluşuyor itaat ve hakimiyet.
Bu konu kolay gibi görünse de bayağı karmaşık ve zordur. Günümüz psikanaliz kuramcılarından Jessica Benjamin, 1994 yılında yayımlanan Die Fesseln der Liebe [Sevginin Kelepçeleri] yapıtında bu konuyu kapsamlı bir şekilde inceler. Benjamin’e göre anne doğurduğu çocuğu kendisinin bir parçası olarak görür, ama aynı zamanda doğum sonrasında çocuk anneden ayrılmış, öteki (anne dışında) biri olmuştur. Bu durum annede karmaşık ve yoğun duygulanımlara yol açar. Benjamin bunu "paradoks hisler" (paradoxe Empfindungen) olarak tanımlar: Doğan çocuk annenin bir parçası gibidir ama aynı zamanda annenin dışında ve anneye artık ait değildir; kendine ait bir kimliği vardır.
Anne-babanın çocuğuna karşı en temel görevi ilişkide çocuğun bağımsızlaşmasını sağlamak, çocuğun hayatını anne-babasız sürdürecek bir konuma ve duruma getirmektir. Kısacası anne-baba kendilerini ‘lüzumsuz’ hale getirmek için uğraşmalıdırlar. Böylece anne-baba ile çocuk ilişkisi bu süre içinde bağımsız ama sadece duygusal ve derin bir bağa dönüşür. Bağımsızlık bu derin bağın oluşturulması ve bağımlılığın en aza indirilmesi halidir. Doğum sonrasında anne çocuğu kendi dışında biri olarak algılar ama ondan ve ‘biz’ olmaktan da vazgeçmez. ‘KızıM’, ‘oğluM’ derken onu kendi dışında, kimliği olan biri olarak kabul eder, ama aynı zamanda sahiplenir ve ‘biz’i korur. Bebek de önce anneyle kendini bir bütün olarak algılar. Anne çocuğun kendi dışında biri olduğunu kabul ettiğinden, çocuk da anneyi ‘ben-değil’ (Nicht-Ich) olarak algılar ve kabul eder. Böylece anne başka bir kişi olarak onaylanır da. Bu durumu annenin olumlayacak bir şekilde ilişkiye yansıtması ve ayrılığın gerekliliğinin mesajını vermesiyle çocuk bu durumla daha kolay baş edebilir hale gelir.
Bazen anne çocuğun öteki olduğunu negatif olarak görür ve çocuğu kendi arzularına göre davranmaya zorlarsa problem çıkabiliyor. Mesela anne yorgun ve uyumak üzere ama o sırada bebek uyanıyor. Annenin çocuğun uyanmasına kızdığını ve bunu çocuğa gösterdiğini düşünelim. İşte burada sen ve ben olmanın farklılığına anne negatif tepki veriyor. Çocuğun öteki olduğunu, annenin gereksinimlerine paralel ve senkron bir şekilde yaşamayacağını kabul etmiyor. Böyle olunca annenin tepkisine çocuk da agresif tepki verir, ağlar ve yeniden uykuya dalma sürecini uzatır. Bu durum yorgun anneyi daha da tahammülsüz hale getirir. Burada bir çıkmaz oluşur. Çocuk anneden korktuğundan ve ona varoluşsal bağımlı olduğundan ötürü bir dönem sonra öteki olmayı bırakır, kendi olmaktan vazgeçer. İşte bu çok önemli bir kırılma anıdır!
Ötekinin varlığını kabul etmek
İlk itaat korkuyla, kendinden vazgeçerek, sembolik olarak kendini yok ederek, annenin kopyası olarak başlar. Çocuğun kendisi olmasına olumlu değil de negatif tepki verilmiştir; Jessica Benjamin bunu "olumsuz tanıma" (negative Anerkennung) olarak adlandırır. Çocuk annenin istediği tepkileri verince pozitif karşılık alır ve böylece çocuk belli bir tarafa yönlendirilir. Bu durumda çocuk ve anne farklı iki ayrı varlık olmayı ve bu farklılığa rağmen bir bütün olabilmeyi başaramıyorlar, çünkü farklılıkların ‘biz’ olmaya engel olmadığına dair deneyimleri eksik.
Böyle yetiştirilen insanlar daha sonra da ötekinin öteki olduğunu kabul etmiyor, ötekini bir role zorluyor. Bunu başarabilmek için de şiddete başvurabiliyor. "Ya sev ya terk et!", "Ya benimsin ya kara toprağın!" söylemleri itaate zorlanmış, itaat etmeyi erdem sayan insanların söylemleridir. Yani ‘kendi’ olamadıklarından, başkaları için de ‘pozitif öteki’ olmayı bilmediklerinden tüm ilişki biçimleri itaat ve hakimiyet üzerinden oluyor. İtaat edecekleri otoriteyi buldukları süre içinde ötekilere zulüm yapmayı sürdürüyorlar. Sen ve ben arasındaki tüm pürüzler şiddetle düzeltiliyor. Hıristiyanlar, Aleviler, Kürtler vd. aynı tornadan çıkmış gruplar haline getirilmeye bu nedenle çalışılıyor: Sünni-Türk olmak. Sünnilik ve Türklük ideal üst kimlik olarak sunuluyor ve insanlar bu kimliğe ulaşmaları için kendi kimliklerinden vazgeçmeye zorlanıyorlar.
Bir örnek vereyim. Çocuk annenin yanında sesli bir oyuncakla oynarken çıkan sese seviniyor. Annesine baktığında annesinin de çocuğu izleyip sevindiğini fark ediyor. Bu sahneyi izleyenler çocukla annenin tepkilerinin benzerliğinden yola çıkarak, ikisinin de sevinç üzerinden ortak bir kontekstte buluştuklarına ve böylece iki farklı kişi olmalarına rağmen ‘biz’ duygusu yaşadıklarına tanıklık edeceklerdir. Paylaşılan sevinçler üzerinden oluşan bir ortaklık. Ama burada başka bir ayrıntı daha var: Çocuk oyuncağın çıkardığı sese sevinirken, anne ise çocuğun sevinmesine seviniyor. Sevinç paylaşılıyor ama paylaşılamayan bir şey de var. İşte bu sahnede annenin gör(e)mediği bir şey var; bu iki kişiyi aynı sahnede sevinirken görenler de aynılığı fark ederken farklılığı fark edemeyebiliyorlar. Bu durumda aynılaşma ve farkın inkarı oluşuyor. Öteki dediğimiz gruplarla ortak sevinçlerimizin olması her sevincimizin ortak olmasını gerekli kılmamalı. "Çanakkale’de beraber savaştık" söylemi üzerinden ötekilerin aynılaştırılmaya çalışılması da böyle bir mesele...