Şahap Eraslan
İtaat kültürü 7: Çocukluğun katli
Dört yaşındaki çocuk iki yaşındaki kardeşiyle oynamaya çalışırken kardeşi ağlamaya başlıyor. İçeri hışımla giren anne, “Sen ağabeysin/ablasın, dikkat etsene!” deyiveriyor… Ağabey ya da abla olan çocuklar artık çocuk olamıyorlar. Her anne-baba günün birinde büyük olanın da çocuk olduğunu unutuyor. Burada çocukluk ölüyor farkında olmadan. Halbuki ikinci çocuk için doğduğu günden itibaren tanıştığı realite, bir ablası ya da ağabeyinin olduğu, anne-babanın sevgisini bölüşmesi gerektiği gerçeğidir.
Büyük çocuk için kardeşin doğması bir travmadır; en sevdiği anneyi ve babayı bölüşmek zorundadır. Anne-babanın dikkatini, sevgisini ve sıcaklığını bölüşmek diye bir realitesi yoktur. Paylaşmamak üzerine kurduğu bir hayat vardır. Anne-babanın özel çabası büyük çocuğun bu sorunları geçmesini sağlayabilir. Ama bir sorun ya da kriz anında anne-babanın “ağabeysin” ya da “ablasın” söylemi yaraya tuz basar gibi olabilir.
Her şeyin bir sonu var. Çocukluk yaramazlıklar bitince, realitenin yaşamımızı belirlemesiyle bitiyor. Bazen anne-babalar çocuklarını terapiye getirir ve biz terapistlerden çocukların ‘uslu olmalarını’ sağlamamızı beklerler. Halbuki herkesin üzerinde anlaşabileceği ortak bir ‘yaramazlık’ tanımı bile yapılamaz. Aslında yaramazlıkla mücadele eden ebeveynlere hukuki ceza vermeli! Bir terapist, yaramazlığın anlamlarını çocuğa ve aileye tercüme eden bir uzman olmalı. Anne-babanın ‘yaramazlıkları’ katletmeleri ve böylece suça bulaşmalarının sonucunda anne-baba ‘suç ortağı” olurlar. Bir çocuğa en çok yakışan şeydir ‘yaramazlık’ ve yetişkinlerin kurdukları düzene bir itiraz ve bir asiliktir...
“Hayırlı evlat” tasarımı
Burada önemli bir nokta da kültürdeki “hayırlı evlat” tasarımı ve itaat eden çocukların yüceltilmesidir. Bu, çocuklara yaptıkları kötülükten (boyun eğdirmek, itaate zorlamak) ötürü anne-babanın daha sonra ödediği duygusal sembolik bir tazminat gibi düşünülebilir. Aynı zamanda bu kötülüğü bir pozitif değere dönüştüren anne-baba kendini suçlu hissetmez. Ve itaate övgü itaatin sürmesini garanti altına almaya hizmet edebilir. Hayırlı evlat tasarımı çocuğu manipüle etmektir ve böylece çocuğun kendi kendini manipüle etme tasarımıdır biraz da... Der Wahnsinn der Normalität isimli çalışmasında Arno Gruen, itaatin en önemli amacının bir çocuğun duygularından uzaklaşmasını sağlamak olduğunu anlatır; böylece duyguların yerini imaj alır (1992, s. 84, 86). İtaat öncelikli olarak empatiyi yok eder, daha sonra faille özdeşleşme de olduğundan başka insanlara empati göstermek çok zorlaşır. Çocuk eğitmek adına yıkanan beyinler, hayırlı evlat olsun diye yok edilen özgünlükler, daha sonra sosyal bir facia olarak geri dönüyor. Sonra tanrı günah ve cehennemiyle, devlet de polisi ve hapishaneleriyle tehditlerine devam ediyor. Öteki olmak ve farklılığın arkasında durmak direnmek gibi görünse de aslında sıradan bir insan olma çabasıdır...
İranlı psikanalist Mohammad Ebrahim Ardjomandi bir yazısında Müslüman kadının trajedisinden söz eder: Müslüman kadın sevdiği erkeğin hayatındaki ikinci önemli kadın olmayı kabul etmek durumunda kalıyor. Annenin ve babanın yüceltilmesi ve “hayırlı evlat” tasarımı, çocuğun iç dünyasında anneyi ve geldiği aileyi yüceltmesi anlamına da geliyor. Zaten eşi de “el kızı”dır. Bir yere kadar güvenilebilendir. Bu patolojik durum kadınla anne arasında sürekli bir rekabetin de kaynağıdır. Evlilik ve benzeri ilişkiler, ‘biz’ tanımının değişmesi de demektir. Yeni bir ‘biz’in oluşmasından ve bu ‘biz’de sen ve ben olabilme yeteneğinden söz ediyorum. Yetişkinlerin anne-baba sevgisini anne-babaya ‘bağımlılık’ olarak yaşamaları, anneyle olan sembiyozun dışına çıkmalarını, yeni ‘biz’in oluşmasını zorlaştırıyor. Kadın da geldiği aileyi yüceltmeyi sürdürdüğünden, beraberlik bir sorun üzerine inşa ediliyor. Bizim sevgi dediğimiz şey varoluşsal bağımlılıktır çoğu kez... “Besle kargayı oysun gözünü!”, “Baba çocuğa bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş!” Bağımsızlığın, otonom olmanın, büyümenin ve anne-babanın gölgesinden çıkmanın “nankörlük” olduğu bir kültürde yabancı biriyle, el oğlu ya da el kızıyla yeni bir ilişki kurmak eski ilişkiyi (geldiğimiz aile) terk etmek çok zordur...
“Adam olma” konsepti
Anne ve babanın çocuğu ‘terbiye’ etme (bu kavram hayvanların evcilleştirilmesi anlamında da kullanılır) ve itaate zorlama konseptlerinden biri de “adam olma” konseptidir. Bu genelde erkekler için kullanılır. Walter J. Ong, sözlü ve yazılı kültürleri inceler; sözlü kültürlerde eğitim, bilgi aktarımı söz ve anlatım üzerinden yapılır. Anadolu’daki kültürler sözlü kültürlerdir. ‘Adam olma’ konseptine dair meşhur bir anlatı şöyledir: Bir baba çocuğuna adam olamayacağını söyler. Çocuk kente gider okur, yıllar sonra da doğduğu yere vali olarak döner. Babasına adamlarını yollar, makamına çağırtır, ona yıllar önce kendisi için söylediği sözü anımsatarak vali olduğunu söyler. Babası da, “Ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim; adam olsan beni ayağına getirtmezdin!” der. Bu anlatıdan sonra topluca, bu vali olan ama adam olamayan çocuğa, onun hayırsızlığına ve saygısızlığına kızarız...
Ben hiçbir çocuğun böyle bir babasının olmamasını dilerim. Yıllarca yalnız başınıza okuyacaksınız, başarılar kazanacaksınız, babanız da köyünde kendi kuruntusunda oturacak, çocuğuna hiçbir destekte bulunmayacak, çocuğunu merak bile etmeyecek, babadan çok bir dölleyici olarak kalacak. Yıllar sonra kente gelen çocuğunu bir yığın insan karşılayacak, baba bunların arasında olmayacak. Çocuğunun başarısında payı olmadığı gibi mutluluğunu paylaşmayı da bilmeyecek. Çocuğunu özlemeyecek, onun geldiği otobüsü ya da uçağı sabırsızca beklemeyecek. Sonra da bu yaptığı düşmanca ve haince tutumu gizlemek, örtbas etmek için çocuğuna ‘adamlık dersi’ vermeye kalkacak... Yıllar sonra evine dönen çocuğuna hasretinden dolayı çocuğunun üzerinde yürüdüğü yol olmak isteyen babalar da var bu dünyada. ‘Adamlık’ dersimizi iyi çalışmak gerek...