KHK mağdurlarının öykülerini dinlemek neden bir vatandaşlık görevi?

Ülke nüfusunun % 10’unu etkilemiş bir KHK’lılar sorunu var ve pek çok mağduriyet söz konusu. İnsan bunlar. Bizim gibi insanlar. Daha pek çoğumuzu vurabilirdi KHK’lar.

6 Ocak 2017’de KHK ile ihraç edilen bir akademisyen şunları anlatıyor:

“Eşim 2015 yılı Mayıs ayında sol göğsü alınarak ameliyat oldu. Maalesef koltukaltı lenf bezlerinden 25 tanesinin 24’ü pozitifti. 4. evre kanser hastasıydı. Kemoterapiler ve radyoterapiler sayesinde 2016 Şubat ayında iyileşti. Sadece akıllı ilaçlara devam edildi. 6 Ocak 2017 gecesi erken yatmıştım. O gece listeler yayınlanmış. Açıkta olduğum için eşim hemen listelere bakmış. O gece sabaha kadar uyuyamamış. Çok üzüldüğü için 7-8 ay sonra hastalığı tekrar nüksetti. Omurilikte üç yerde metastaz vardı. Tekrar ağır kemoterapilere ve radyoterapilere başlandı. Kütahya’da radyoterapi ünitesi olmadığı için her gün Eskişehir’e gidiyorduk. Arada sırada protokolü hazırlayan Hacettepe Üniversitesi’ndeki profesöre de gidiyorduk. Omurilikteki metastazdan sonra sağ omuzunda ve iki dizinde de metastazlar oluştu. Kütahya’daki onkoloji doktorumuz İzmir’e gittiği için arada sırada İzmir’e gidiyorduk. Son yılında İstanbul Yeditepe Üniversitesi’ne kemikler için farklı bir tedavi için de gittik. Artık ne bende ne de eşimde moral kalmamıştı. Bir yandan ev işleri bir yandan üç çocuğumuzun bakımlarını ben üstlenmiştim. Maalesef eşimi 24 Ocak 2021 tarihinde kaybettim. Eşim MEB’de öğretmen idi. Bu süreçte atılmadı. Öldükten sonra çocuklar onun üzerine olduğu için ölüm aylığı bağladılar. Babam ve annem emekli öğretmenler. Evin tek çocuğu olduğum için 6 yıldır bir emekli maaşını bana verdiler.”

Öğretmenlik eğitimi aldıktan sonra polislik yaparken ihraç edilen bir başka KHK’lı ise şunları anlatmakta:

“Mesleğimiz her ne kadar öğretmenlik olsa da kaderimize polislik memuriyeti düştü... 2010 yılında başladığım memuriyet hayatıma üç şehir sığdırdım. Başarı, üstün başarı belgeleriyle taçlandırdığım memurluğu hak kavramına halel getirmeden temsil ettim. 26 Nisan 2017 tarihinde 10.000 polis meslektaşımla idarenin keyfi kararlarına istinaden açığa alındım ve 15 ay boyunca hakkımda hiçbir soruşturma geçirmeksizin, neden açığa alındığımı bilmeden toprağın karasına bulananlardan oldum. 701 sayılı OHAL’in kapanış̧ KHK’sı ile ‘Kurum Kanaati Tasarrufu’ ile ihraç̧ edildim mesleğimden. (…) Dershanelere iş başvurum sırasında sigortasız çalışma veya çok düşük ücretlerle (tam mesai, asgari ücretin yarısı) çalışma koşulu ile öğretmenlik yapabileceğimi görmüş oldum. Durumumuzun sorgulanmayacağı bir fabrikada buldum kendimi. Uzmanı olmadığım, eğitimini almadığım işte çalışırken iş kazasına maruz kaldım ve sol gözümü kaybettim. İş kazası geçirdiğim ilk hafta çıktım hâkim karşısına. Açığa alınmamdan üç yıl, ihraç̧ olduktan bir buçuk yıl sonra gözü bandajlı ve raporlu vaziyette verdim savunmamı. Üç duruşma ve on dakika savunma hakkı ile aldım beraati. Anayasal olarak fişlendiğim için mağdur olmam gerekirken garson fişleme istihbari bilgisi ile sanık oldum, anayasa çiğnenerek yargılandım. İdari olarak hak aramam devam etse de sürüncemede yaşatılan, dayatılan hak ihlali listeyi kabartıyor. OHAL Komisyonu garabetini saymıyorum bile... (Fişlemeden beraat etmeme rağmen komisyon fişleme nedeniyle ret veriyor, böylesine kaotik bir durum.)”

ARINMA ARZUSU VE YASA

İnternette basit bir aramayla pek çok benzerini bulabileceğiniz bu iki anlatımı neden okumanızı istedim? KHK’lılar hakkında bir bilinç oluşturmaya çaba harcıyorum, evet. Fakat yazının başına bu iki uzunca alıntıyı koyma nedenim, basit bir konuyu gündemde tutma çabası değil. Geçen haftaki yazımı okuyanlar, yazının sonunda Yaşar Kemal’den bir alıntıyla “toplumun günle birlikte doğmasından söz ettiğimi hatırlayacaklardır: “‘Yeter ki her sabah günle birlikte doğmayı isteyelim,’ dedi Emir. ‘Bütün suçlardan kötülüklerden, pisliklerden arınıp pirüpak oluruz. İnsan kendi kendini arındırdığında kendi kendini bağışlar. İşte o zaman insan yeniden doğar, pirüpak olur.’”

İşte tam da bu arınma, kendi kendini bağışlama, yeniden doğma, pirüpak olmayla ilgili bu öyküleri buraya taşıyor, bir çözüm yolu olarak öykülerden, öykü anlatımından dem vurmak istiyorum.

Önümüzde devletten kaynaklanan bir karar ve uygulama var. Bunları ister KHK’lar ister kanunlar belirlemiş olsun, söz konusu olan “Yasa”dır. Bu Yasa’nın 15 Temmuz darbe girişimine dayanan bir dayanak ve meşruiyeti var. Devlet bunu buraya dayadığı için susuyoruz. Konuştuğumuzda da pek bir etki oluşturamıyoruz. Yani ülke nüfusunun % 10’unu etkilemiş bir KHK’lılar sorunu var ve yukarıdaki örneklerdekine benzer pek çok mağduriyet söz konusu.

İnsan bunlar. Bizim gibi insanlar. Daha pek çoğumuzu vurabilirdi KHK’lar. Mesela ben barış imzacısı olduğum ve yargılandığım için KHK ile atılabilirdim memuriyetten. Bazı devlet ve vakıf üniversitesi rektörleri imzacı çalışanlarını korumayı seçtiler. Bugün olsaydı böyle bir şey mümkün olamazdı. 2016’da kayyım rektörlük henüz bugünkü katı haline ulaşmamıştı. Kayyım rektörler inisiyatif kullanabiliyorlardı. Nitekim ben, Boğaziçi’ndeki onlarca imzacı gibi bu süreci ihraç edilmeden geçirdim. Fakat Demokles’in kılıcı hep tepemizdeydi.

O dönemde bir özel ortaöğretim kurumunun bir etkinliğine davet edilmiştim. Özel okulun yönetim kurulundan üst düzey bir yetkiliyle tanıştırıldım. Okul müdürüyle birlikte sohbet ederken, imzacılık, yargılanma ve KHK olasılığından söz ettim. Herhangi bir beklentiyle anlatmamıştım bunu. Biraz yaşadığımız ağır süreci hafifletme, çevreyle paylaşarak içimizdeki sıkıntıyı paylaşma çabasıydı bu. Kurum yetkilisi birden, müdüre dönüp “hocamız ihraç edilirse bizde çalışmasını sağlayamaz mıyız?” diye sordu. Ben bunu beklemiyordum, talep de etmemiştim. Biraz utanmakla birlikte, duyduğum memnuniyeti de hâlâ o günkü gibi hatırlıyorum. İnsani bir dokunuştu bu. Düşene omuz verme çabasıydı. Okulun son derece akıllı ve olumlu müdürü de, asla beni üzme amacı gütmeden ama dürüstlükle “mümkün değil efendim, devlet ihraç edilenlerin benzin istasyonunda işe girmesinde bile engeller oluşturuyor,” demişti.

İkisine de o günkü gibi minnet ve memnuniyetle sevgilerimi yolluyorum. Sonuçta ben ihraç süreci yaşamadım, zulme hiç uğramadım ama bir şey yapamasalar bile insanın derdiyle hemhal olabilecek, hemen o anda tanıştığınız iyi insanların varlığını hissetmek çok iyi gelmişti.

RADİKAL KÖTÜLÜĞÜN SIRADAN ÖZNELERİ

İnsana hep inanmak lazım. Yaşar Kemal Usta da bundan insanın gizemi diye söz eder mesela. Fakat işleyiş böyle olmadı ne yazık ki. 2016’dan sonra ilerleyen KHK ihraçları döneminde sistem bireylerin düşene omuz verme isteğini engelledi. Bu desteği vereceklere de şüpheyle yaklaşacağını hissettirdi. Sonuç inanılmaz bir toplumsal yıkım oldu. Bugün yüzümüzü bu altı buçuk yıllık geçmişe döndüğümüzde, müthiş bir insani yıkım ve alt üst oluşla karşılaşıyoruz. Arkamızda bir enkaz var.

Bu enkazın hesabı tutulmuş durumda. Adıyaman Üniversitesi’nden yine KHK’yla ihraç edilmiş sosyolog Bayram Erzurumluoğlu, OHAL’in toplumsal maliyetlerini academia.edu sayfasında paylaşmakta. Örneğin OHAL’in ikinci yılı için şuraya bakabilirsiniz:

Üçüncü yıl için bu linkteki rapora.

Erzurumluoğlu’nun Ömer Faruk Gergerlioğlu ile yaptığı 4, 5 ve 6. yıl maliyetleri açıklaması için de şu basın açıklaması videosuna bakabilirsiniz.

Burada sizinle bir de Polis Akademisi tarafından yayımlanmış “Yeni Nesil Terör: Fetö’nün Analizi” PDF dosyasını paylaşıyorum:

Toplumsal ve insani maliyete rağmen, devletin neden bunu yapmaya devam ettiğinin tüm dayanak ve gerekçeleri, bu raporda ortaya konmuş durumda. OHAL Kurulu’nun neden başvuruların % 85’ine ret cevabı verdiği, mahkemede beraat edenleri bile göreve iade etmediği bu rapor üzerinden anlaşılmakta. Çünkü bir YASA oluşmuş durumda. İnsana bakmayan bir yasa bu. Diyor ki: “Biz hukuki süreçte kullanmak üzere Bylock kullanımına, Bank Asya’da hesap açılmasına, sendika üyeliklerine, KPSS puanlarına bakıyoruz. Bu sırada idare hukuku yönünden ne yapıyoruz? Kişiyle ilgili en küçük bir şüphe varsa bile onu devlette çalıştırmıyoruz.”

Bu kadar basit. Tertemiz. Bilgisayar yazılımı gibi. 1 ve 0. Hiçbir şüphe yok, temiz, memuriyete devam. Kanıtlanamasa bile küçük bir şüphe var, ihraç! O insanın karısı 4. evre kanser ya da ihraç edildikten sonra ekmeğini kazanmak için girdiği işte gözünü kaybetmiş. İlgilenmiyoruz. Temiz ve açık bir hedef var: Devlet kadrolarını temizlemek, yeni nesil terörü yok etmek.

Ama bunlar insan!

Olsun, hedef açık ve net. Evi haşere sarmışsa, n’apıyorsun? İlaçlıyorsun. Aynen böyle. Devlet KHK’lılara haşere muamelesi yapıyor! Ağır mı oldu? Ama durum bu. Sivil ölüm denen şey odaya ilaç sıkmaktan farklı mı? Sinek kaçabiliyorsa dışarı kaçsın ve kendini kurtarsın. Yoksa maalesef ölecek. Çünkü haşere sorununa çözüm bulmamız lazım.

Bu anlayışla geçen altı buçuk yıl sonra arkamıza baktığımızda toplumsal dokuyu allak bullak etmiş bir yıkım orada duruyor. Buna ilerleme diyebilir miyiz? Biz toplum olarak 2016’dan beri ne kadar ilerledik? Bu enkazı ardımızda taşıyarak nereye doğru ilerleyeceğiz?

Bu işin öncelikli ilacı en başta alıntıladığım gibi deneyimlere bakmak. Öyküleri ve bunlar üzerinden, 2016’dan itibaren ortaya çıkmış radikal kötülüğü görmek, üzerine düşünmek, anlamaya çalışmak… Bir kötülük çıktı ortaya. Son derece radikal bir kötülük. Fakat bunu Naziler, sosyopat ve psikopatlar, bir manyaklar ordusu, zombiler, canavarlar, şunlar bunlar yapmadı. Sıradan insanlar yaptı. Son derece sıradan vatandaşlar, kendileri gibi olan vatandaşlar damgalanınca, onları ötekileştirme ve insanlıktan çıkarmaya alet oldular, katkıda bulundular. Bu da bizi Hannah Arendt’in Eichmann Yargılanması üzerinden ortaya attığı kavrama getiriyor: “Kötülüğün banalliği, sıradanlığı.” Kötülük ağza alınamaz bir kötülük ama sıradan bir biçimde işlendi, işlenmeye devam ediyor.

Bunu idrak ettiğimizde ve daha çok öyküyü duyulur kıldığımızda, arkamızdaki enkaza rağmen ilerlemenin ve farklı bir gelecek kurmanın yollarını bulabileceğiz.

Günle birlikte doğabiliriz. Yeter ki, isteyelim.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi