Yavuz Baydar
Kılıçdaroğlu'nun 'kopuş'ları ve hayal boşluğu
Medya mağdurlarına eklenen Sözcü gazetesini ziyareti esnasında bir mülakat veren Kemal Kılıçdaroğlu, memleketin 'hal-i pür melali' konusundaki tespitlerini sürdürmüş; hatta derinleştirmiş bile diyebiliriz.
Türkiye'de rejim değişikliği süreci içinde dört kopuştan söz ediyordu CHP lideri.
Şöyle tasvir ediyordu vaziyeti:
• Birincisi Meclis ile devleti yönetenler arasındaki kopuş. Yasama organı yürütme organını denetleyemeyecek ve bildiğini okuyacak. Dolayısıyla parlamentoda verilecek mücadele iktidarı çok fazla etkilemeyecek. Bu bizim Cumhuriyet tarihinin en büyük kopuşlarından biridir.
• İkincisi artık cumhurbaşkanı, 80 milyonun cumhurbaşkanı değil sadece partisine oy verenlerin cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanlığı makamı ile ona oy vermeyenler arasında büyük bir kopuş yaşanacak.
• Üçüncüsü adaleti dağıtanlar ile arayanlar arasındaki kopuş. Adalet ancak bir kişinin beklediği ölçüde kararlar verecek.
• Dördüncüsü ise demokrasi ve hukuk kalmadığı için Türkiye’nin uygar dünyadan kopuşu. Bu kopuşun bir kısmı da gerçekleşti."
İlginç bir analiz.
İlginç, çünkü Kılıçdaroğlu'nun gelecek zaman kipiyle 'cek-cak' diye anlattıkları özünde doğru, ama tümü şimdiden gerçekleşmiş durumda.
Şöyle:
• Meclis, sağolsun CHP'nin de güçlü ve sistematik katkılarıyla artık devre dışı. Bir nevi tartışma kulübü seviyesini indirgendi.
• Kutuplaşma 16 Nisan ile sabitlendi ve kurumsallaştı.
• Adalet kısa devre yaparak doğrudan çoktan, 2014'ten itibaren zaten Saray'a bağlandı.
• ABD Türkiye Büyükelçiliği önünde barışçı göstercilere atılan dayak, Türkiye'nin uygar dünya ile ilişkilerine sembolik noktayı koydu.
CHP liderinin tespitleri yine de yerinde, ama dediğim gibi, bunların tam ortasındayız.
Bu yaşananlar faşizm değilse, başka nedir?
Adını bir türlü koyamıyor CHP lideri.
Adını koysa, etrafında çok daha büyük bir kalabalık oluşacak halbuki.
Kendisine yardımcı olmak için çırpınanlar var aslında 'gerçek' sosyal demokrat camiada.
Bunlardan biri Rıza Türmen.
Cumhuriyet'teki bir nevi kişisel manifesto gibi yazısında o da kendi tespitlerini sunmuş bulunuyor.
''Yeni dönemin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz'' diyor Türmen ve hukukçu kimliğiyle anlatıyor:
''OHAL geçici değil kalıcı. Dolayısıyla Türkiye yargı denetimine tabi olmayan Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilecek. OHAL KHK’lerinin OHAL süresiyle ve konusuyla sınırlı olmasına ilişkin anayasa maddeleri ise çoktan unutuldu. Bundan böyle yasayı yapan da, uygulayan da Cumhurbaşkanı olacak.''
''Nazi Almanyasının hukuk teorisyeni Carl Schmitt’in hukuk anlayışı bugünün Türkiyesi için geçerli hale gelecek. Carl Schmitt hukuktan hukuksuzluğa nasıl geçileceğini çok iyi anlatır. Temel düşünce "istisna hali"dir. Lider, önce içinde bulunduğumuz durumun bir "istisna" olduğu konusunda bir genel kanı yaratmalı, sonra "istisna" halini sürekli bir olağanüstü hale dönüştürmeli. Böylelikle lider, hukukun getirdiği sınırlamalardan kurtulur.
Devletin başı olan Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda siyasal parti başkanı olması, devletle siyasal partinin özdeşleşmesi sonucunu doğuracak. Devlet başkanının siyasal parti başkanı olması, o siyasal partiyi desteklemeyenlerin dışlanmasına, sisteme yabancılaşmasına, kutuplaşmanın artmasına yol açacak.
Bundan böyle yeni bir sözlüğe alışmamız gerekecek. Örneğin, "millet" denildiğinde AKP’ye destek verenler anlaşılacak. "Tek devlet" denildiğinde AKP anlaşılacak.
Bu yeni dönemde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasını beklemeyin. Onun yerine "Türkiye’de yaşayan insanların hakları ve ödevleri" başlıklı yazılı ya da sözlü ilkeler geçerli olacak. Bu ilkelere göre, sokağa çıkıp toplantı ve gösteri yapmak yasak, hükümeti, Cumhurbaşkanı’nı yazılı ya da sözlü eleştirmek yasak. Bunlar terör örgütü propagandası ya da terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek suçlarını oluşturabilir. Cumhurbaşkanı’nı ya da hükümeti eleştirmek hakaret ya da hükümeti aşağılamak suçlarına girer.
Sokaktaki göstericileri döven, yaralayan polis memurları "üstün görev anlayışları" nedeniyle ödüllendirecek. Yeni dönemde internet başıbozukluğuna da son verilecek. Hangi internet sitelerine ulaşılacağına devlet karar verecek. Yeni dönemin insan hakları belgesinde elbette idam cezasına yer verilecek. Vatan hainlerini besleyecek değiliz ya!
Buna karşılık, vatandaşların lidere, devlete ve partiye olan ödevleri her fırsatta anımsatılacak. Bu ödevler biat, itaat, işbirliği olarak özetlenebilir. Bu ödevlerini yerine getirmeyen vatandaşların haklardan yararlanmaları elbette söz konusu olamaz.''
Gayet derli toplu bir faşizm tasviri yapıyor Türmen.
Tabii onun yazdıklarının da büyük kısmı uygulamaya konmuş durumda.
Ve Selin Sayek Böke.
Cumhuriyet gazetesiyle istifası ardından yaptığı mülakatta onun bazı önemli tespitleri tabir yerindeyse gürültüye gitti. Hatırlatmakta yarar var.
Şu noktaların altını çiziyor Böke:
• Biz milyonlara, bütün kişisel dertlerinizi bir kenara bırakın, hastaysanız bile o sandığa mutlaka gidin, dedik. "Siz yoksanız demokrasi eksik" dedik. Bize düşen görev de onların ortaya koyduğu iradeye, aynı kararlılık ve ısrarla sahip çıkmaktı. Bu görüşümü paylaştım. CHP, AKP’nin ortaya koyduğu siyasetin karşısında laik, demokratik solda, bugünkü düzen altında ezilenlerin sesi olmakla yükümlü siyasi alternatif olmak zorunda.
• Biz bütün baskılara rağmen cesaretle, özgüvenle kendi sözünü söyleyebilen milyonları gördük. Biz öncelikle düşen, bu milyonların dışında kalanları ikna etmek değil. O milyonlara sahip çıkmak. İşte bu duygunun yaşatıldığından tereddüt duydum. Çünkü referandum buluşmalarında hep söyledim ki, "Hayır", salt siyasi partilerin savunacağı bir mesele olamaz. Siyaset ve demokrasi, bireyin siyasi partiler dışında örgütlenebildiği, siyasi partilerle ortaklaşabildiği bir zeminde olur. Dolayısıyla siz yoksanız, sokakta anayasal demokratik hakkınızı kullanamıyorsanız demokrasi eksik.
• Meclis içi mücadele, yeni koşullarda yeniden tarif edilmeli. Ama alt bununla sınırlı bir siyasi mücadelenin, bu kadar derin bir rejim değişikliğine karşı koyuşa yeterli olamayacağını düşünürüm. Sokakta demokratik hakkını kullanmak için, "ben buradayım" diyenlere, sokağın korkulacak değil, terörle özdeş değil, bir anayasal hak, demokrasinin en temel tarifi olduğunu anımsatan bir yeni siyaset zeminini sahiplenmek gerektiğini düşünüyorum.
• Siyaset kendi içinde 2019’a dair yol haritasını konuşsun. Çünkü 2019’a giden yol başladı. Ama kamuoyu önünde böyle konuşmamalı. Bugün bize düşen görev, sonucunu kabul etmediğimiz süreci kabullenen yaklaşımı, mümkün olduğunca geciktirmek. Benim itirazım da milyonlar adına konulmuş bir siyasi itiraz. Gayrımeşru sonuç kabullenilmişcesine bir siyasi yol haritası olarak tartışılması, bu siyasi iradenin şevkini de kırdı bence. Ama geç değil.
• Önemli olan, partinin "sen kalk ben oturayım" siyasetiyle değil, "oturduğumda yön vereceğim siyaset ne olduğunu" tartışabilmesi.
• 2019’u bir referandum olarak çerçevelemek (gerek). Yeniden bir referandumla, yetkiyi Saray’dan alıp halka vereceğimiz bir iddia ortaya koymalıyız. 2019’daki Cumhurbaşkanı, Türkiye'yi parlamenter sisteme geri döndürecek, güçlü bir Meclis’i inşa edecek adımları da hızla atacak işler yapmalı. Kendi yetkilerini ortadan kaldıracak, Türkiye’yi parlamenter sisteme geri taşıyacak.
Tespitlerinin ardından pratik bir çözüm öneriyor Böke, ama 'yeni bir zihin-ses' olarak, her zamanki gibi CHP dokusu tarafından geri püskürtülmüş durumda. Muhtemelen 'küskünler' grubuna katılacak, olanları çaresizce izleyecek.
Türmen de iki öneri sıralamış.
• ''Otoriter-totaliter bir rejimin demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalarına karşı bir direniş ortaya koymak.''
• Halktan gelmesi gereken talepler doğrultusunda 'yeni bir demokrasi' projesi hazırlanması.
Aynı konuda CHP liderinin aynı konudaki 'vaadi' ise gayet - nasıl demeli? -mütevazı:
"Siyasi parti liderleriyle görüşürken bunu dile getiriyoruz. Demokrasi paydasını, en az yüzde 50’lilik ‘Hayır’ blokunu biraz daha genişletebilirsek iyi bir sonuç elde edebiliriz."
Dikkat edin 'biraz daha' diyor Kılıçdaroğlu.
Bu, onun Meclis'in 3'üncü büyük partisini yok sayarak Saadet Partisi ve Vatan Partisi ile görüşmeler yapmasını, Meral Akşener ile buluşacak olmasını açıklıyor.
Şu net: CHP'nin - varsa eğer - 'geniş demokratik cephe' tahayyülünde HDP'nin zerresi yok.
6 milyon Kürt seçmenin oyu, demokrasi ve insanca muamele talepleri yok.
Rıza Bey'in çözüm önerisi saygıdeğer ama, onların da 'ama'sı var.
• Sivil/pasif direniş yolları hızla kapanıyor ve bu tür uygarca karşı çıkışlar OHAL marifetiyle ve lumpenleştirilmiş bir kitlenin de desteğiyle kriminalize ediliyor. Kaldı ki, muhalefeti teşkil eden farklı kesimlerin her biri, sadece kendisi ile ilgili 'haksız' uygulamalara karşı çıkmakla yetiniyor. Açlık grevine sadece sol kesimin destek vermesi, Sözcü gazetesine yapılanlara karşı sadece CHP'nin ses çıkarması ve Uğur Dündar gibi Sözcü ile özdeşleşmiş gazetecilerin 'biz Atatürkçüyüz' gibi savunmalarla kendilerini farklılaştırma, ayrık kılma çabaları bunun örnekleri. Kürtler de sadece kendi dertleriyle ilgili.
• Bu saydıklarımın Türmen'in zihnindeki direniş tarzıyla pek bir ilgisi yok, çünkü demokratlıkla ilgileri yok. Gerçek demokratlık ve demokratik direniş, kendisinden farklı mağdurların haklarına sahip çıkmaktan geçer. CHP lideri HDP'yi ziyaret etmeli, Sur'un tarumar edilmesine topyekun karşı çıkmalı. Sözcü gazetecileri, Özgür Gündem veya Zaman gazetecilerinin davalarını izlemeli, özgürlükleri uğruna kavga vermeli. TÜSİAD, mal-mülklerine kanunsuz şekilde el konan, varlıkları adeta Ermeni tehciri dönemindeki gibi talan edilen Cemaat'in, TUSKON'un haklarını savunmalı. Cemaat perişan durumu nedeniyle yurt içinde değilse bile yurtdışında Kürt haklarının kendi cenahında mücadelecisi olmalı. Veya bütün bunların tam tersi. Bu olmadığı sürece kendine demokratlık dışında hiçbir şey olmaz, muhalefet yerinde sayar, oturduğu yerde tabir caizse tesbih çeker durur.
• Türmen'in ikinci önerisi de aşırı iyimser. Halkta böyle bir kapsayıcı demokrasi talebi yok. Kendi hak, beklenti, saplantı ve çıkarlarıyla ilgili güdük bir demokrasi beklentisi var. Hapse atılan gazeteciyi, yerinden edilen Kürt aileyi, tarumar edilen zeytinlikleri, işinden edilen memurları, kovulan akademisyenleri, mülkü yağmalanmış dindar sermaye sahiplerini, işkence gören TSK mensuplarını, ölen çocukları anaları yuhalatılmış Alevi anaları dert etmeyen bir halk, dert etmeye başladığı zaman bir ortak demokrasi talebi şekillenir.
• Bu da liderlik işidir. Öncelikli görev, lağvedilmekte olan cumhuriyetin kurucu partisinin saplantı kaygı ve korkuları bir yana itip, bu talebin taşıyıcılığını yapmasıdır. Mesele, Kılıçdaroğlu'nun ikide bir yaptığı gibi 'durum berbat arkadaşlar' söylenmeleriyle değil, 'durumdan çıkış için braz değil, topyekun seferberlik planımız, programımız' budur deyip demeyeceğine bağlıdır. Kılıçdaroğlu ve CHP bunu yapabilecek midir? Yoksa Türkiye'nin dertli muhalif kesimleri çaresizlikle başbaşa bırakılmaya devam mı edecektir?
• Cevap belirsiz, bu gidişle gelecek son derece karanlıktır.