Kitapların yalnızlığı

Kitapları paylaşmıyoruz çünkü artık herkes kitabının tek sahibi olmak istiyor. Okumak isteyince alıyor, istemeyince atıyoruz. Kütüphaneler de sahaflar da gıcır gıcır kitap dolu.

Kapağı kırık, daha önce okunmuş bir kitabı okumuyorum ne zamandır. Elimdeki kitapların ilk sahibi benim ve muhtemelen son sahibi de ben olacağım. Kitapların elden ele gezdiği, ödünç verildiği, paylaşıldığı zamanlar geride kaldı.

Okunmaktan yıpranmış, kötü cildi dağılmış, kapağı kirlenmiş, kıvrılarak okunduğu için çatlayıp kırılmış, sayfaları sararmış, bazı satırlarının altları çizilmiş, kopan bir yaprak şeffaf bantla yapıştırılmaya çalışılmış haliyle elden ele gezen kitaplar nerede? Benim kütüphanemde birkaç tane var. Onları birer ilk gençlik hatırası olarak özenle saklıyorum. Erdal Öz’ün Gülünün Solduğu Akşam’ı, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları bunlardan ikisi. Zaten çok da fazla olamazlar. Çünkü en sevdiğimiz kitaplar, elimizin altından en çabuk kaybolup giden kitaplardı o zamanlar. Birilerine ödünç verilir, sonra da geri gelmezlerdi.

Babam söylerdi hep, Anatole France’ın ünlü sözüymüş: ‘Kimseye kitap vermem, çünkü ben kütüphanemi başkalarından ödünç aldığım kitaplarla kurdum’. Kitapların böyle elden ele gezdiği zamanlar onların nesne olarak da kültürel olarak da çok daha değerli olduğu zamanlardı galiba. Nesne olarak değerliydiler, pahalıydı ve herkes alamıyordu ama kütüphaneler ve dostlar vardı daha çok okumak isteyenler için. Ve kendini yetiştirmek isteyen herkes okumak, daha çok okumak isterdi… O nedenle de iyi kitaplar elden ele gezerdi. Bazen herkesten daha iştahlı ve bencil bir Anatole France çıkardı çıkmasına ama bu iş böyleydi…

Kitaplar uzun yıllar saklanmak, tekrar tekrar okunmak üzere alınan nesnelerdi. Onları gazete kağıdıyla kaplamak 1980’lerin gözde bir alışkanlığıydı. Evet birinci sebep kapağının görünmemesi, politik görüşünü saklamak, kitabı saklamaktı… Ama ikinci sebepse kitabı korumak, kapağının kirlenmesini önlemek. O devrin kötü ciltleri dağılmasın diye tam açmadan okumak, asla kenarını kıvırmamak ama mutlaka ayraç kullanmak ve tabii ki altını çizmemek, küçük bir kağıda hatta mümkünse deftere notlar almak da o eski zamanların okuma alışkanlıklarının bir parçasıydı. Bir de tüm bu özene aykırı gibi görünün bir şey, kitabın girişine adını yazmak, tarih atmak var. Bu, işte şimdi hiç olmayan bir şey. Çünkü dediğimiz gibi o eski kitaplar ödünç verilirdi ve geri dönebilsin diye içine ilk sahibinin adını yazmak gerekliydi. Bunun kitaba verilen değerle alakalı bir başka sebebi daha olduğunu düşünüyorum. Kendi kütüphaneni kurmak, ömür boyu seninle yaşayacak kitaplara adını yazmak… Kitap da evimizdeki pek çok başka şey gibi tüketim kültürünün bir nesnesi olduğundan beri, ona sahip olmak da bir ayrıcalık olmaktan çıktı. Kimseye ödünç vermediğimiz için değil, kitaplara o kadar değer vermediğimiz için artık içlerine ismimizi yazmıyoruz.

Yoksa çok daha eski zamanlarda ExLibris’ler yapılıp özel olarak ciltlenmiş kitapların girişine yapıştırılırmış. O kitaplar ki bugün hala elden ele gezerler…
Geçenlerde bir kitapçı dükkanında birkaç üniversiteli genç konuşuyordu. “Artık kitap okumak zorunda değilsin’ diyor birisi, diğerlerinin moralini düzeltmek için mi bunları söylüyor yoksa gerçekten böyle mi düşünüyor bilmiyorum, çünkü konuşmalardan anlıyoruz ki grubu oraya sürükleyen kitap kurdu da kendisi. “Video seyrederek, interneten okuyarak da insan çok şey öğrenebilir, kendini geliştirebilir” diye devam ediyor ama kendini işin dışında tutarak: “Gerçi ben okuyorum ama bu artık eskisi gibi şart değil bence…”

İşte bu gençler aldıkları kitapları birbirleriyle paylaşmıyorlar bence. En birinci sebebi paylaşacak aynı iştaha sahip başkalarının etraflarında olmaması. Kitapların konuşulacak şeyler sıralamasında epey altlarda yer alıyor olması. Genç insanlara kızacak halimiz yok, kitapların, iyi ve kötü eserlerin birinci konu olduğu neresi kaldı ki günümüzde; ne meyhane masaları ne çay sigara molaları…

Kitapları paylaşmıyoruz çünkü artık herkes kitabının tek sahibi olmak istiyor. Okumak isteyince alıyor, istemeyince atıyoruz. Kütüphaneler de sahaflar da gıcır gıcır kitap dolu. Evlerde kitaplıklar kalabalıklaşıyor, doluyor taşıyor ve o yığınlar sahaflara akıyor. Çoğu son beş on yılın çok satarlarından tüm dünyada milyonlarca basılmış kitaplardan oluşan bu kitaplıkların bir sahafiye değeri de yok. Dükkanların önündeki yığını biraz daha yükseltiyorlar o kadar.

Kitaplar ekseriyetle okuma değil sahip olma nesnesine dönüştü. Kitapları çoğu kez bir pazar günü AVM etkinliğinin parçası ya da internet alışveriş alışkanlığının bir uzantısı olarak satın alıyoruz. Bir arkadaşımızın tavsiye ettiği kitabı ondan istemek yerine biz de alıveriyoruz. Yayıncılık işte bu sayede endüstri halini aldı ve bu sayede ayakta duruyor ama korkarım bu nedenle de bitecek.