Ali Duran Topuz
Konuşacakken susmak, susacakken konuşmak
Uzun süredir konuşulmaması gerekeni konuşmak moda oldu, konuşulması gereken ise artık tamamen susularak geçiştiriliyor. Susularak diyorum, psikolojik bir tercih değil, hukuki, siyasi ve aslında askeri bir tercih: Susuluyor çünkü yargılanmak istenmiyor, dışlanmak istenmiyor ve dahası öldürülmek istenmiyor.
Hal böyle olunca konuşulmaması gerekenleri konuşmak neredeyse milli spor haline geliyor, Narin Güran cinayetinde mesela herkes birden polis, savcı, bilirkişi, psikolog, sosyolog, teolog, moralist, tarihçi kesildi. Yayın yasağını savunmuyorum hayır, gazetecilerin, akademisyenlerin, sivil hak ya da mücadele örgütlerinin temsilci veya üyelerinin ve elbette her yurttaşın görüş, duygu ve düşünce beyan hakkını engellemek değil mesele, fakat haddini bilmek mesele: cinayetin nasıl işlendiği, kimin işlediği, kimin kimi koruduğunu, adli-idari pratiklerde ne sorunlar olduğunu çalışmak, kamuoyuna anlatmak gazetecinin görevi.
Ne var ki buradaki soruları eksik bırakıp (çoğunluğun yaptığı gibi) ya da bunlarla yetinmeyip (bazı iyi gazetecilerin yaptığı gibi) bölgenin, halkın “cinayete ortak” hususiyetleri varmış gibi feodaliteden girip dincilikten çıkmak, gericilikten girip politik tercihlerden çıkmak, aslında tek bir basit anlama geliyor: Kürtleri toplum olarak, kavim olarak, ulus olarak aşağılama, dışlama süreçlerinde üretilen ideolojileri beslemek ve tabii onlar tarafından besleniyor olmak. Çünkü çocuklara karşı alçakça suçlar din, mezhep, etnos, coğrafya ayrımı olmaksızın her yerde var, fakat Narin Güran cinayetinden önceki suçlarda “bölgenin özellikleri”, “yerin politik tercihleri”, “toplumun insan-çocuk anlayışı” filan meselelerine girmek kimsenin aklına gelmedi. Gazetecilerin depremde jeolog olması nasıl gerekmiyorsa ve imkansızsa ve bir noktada saçmalamaya götürecekse cinayette de sosyolog, tarihçi, krimonolg, teolog olmaya soyunması aynı şekilde gereksiz, imkansız ve saçmalamaya götürecektir, gördük götürüyor.
Bunlar konuşulanlar, konuşulmayanlar var bir de. En ünlü örneği Merdan Yanardağ oldu yakın dönemde, bir tek şey söyledi: İnfaz kanunu niye eşit uygulanmıyor? Basit bir hukuk ilkesini hatırlattı yani, tutuklandı, sanki örgüt üyesiymiş muamelesi yapıldı, dahası hakkını teslim etmeye yanaşan olmadı, çünkü o mevcut iktidarın tabu haline getirmek istediği bir meseleye dokunmuştu: Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit. Ve seçilen hukuksuzluğun siyasal boyutunu hatırlattı, iktidar böylece Kürt meselesinde elinde muhalefete karşı istediği gibi kullanacak bir koz tutmuş oluyordu.
Sessizlik sadece tecrit meselesinde yürürlükte değil, yakın dönemde yaygınlaşan ama gazetecilik, tarihçilik, sosyologluk, hukukçuluk, teologluk, kriminologluk damarlarının tetiklenmediği, çok olağan bir halmiş gibi karşılanan bir mesele. Türkiye’nin “terörle mücadele” başlığı altında geliştirdiği, daha doğrusu İsrail’den (ve ABD’den) örnek aldığı suikast metodu. Sınır ötesi operasyonların meşruiyeti için uluslararası hukukta imkan sağlıyormuş gibi görünen ilkelere müracaat edilmesini biliyoruz, işte sıcak takip, açık/yakın tehlike, sınır güvenliği vs gibi laflamalar. Bunlar hukuken gayet ve gayet tartışmalı olsa bile pratikte amiyane tabiri ile “gideri var” denilen cinsten gerekçeler. Uysa da yaptım uymasa da yaptım işleri. Fakat suikast meselesi bambaşka bir mesele. En son Süleymaniye’de Gülistan Tara ve Hero Bahadin SİHA saldırısıyla öldürüldü. Elbette haber yapıldı ama silahsız iki insanın, gazetecilik yaptığı bilinen iki insanın nokta hedef alınarak öldürülmesinin hukuki hiçbir tartışılacak boyutu yokmuş gibi davranıldı. Cumartesi Anneleri’nin gördüğü toplumsal, duygusal ve moral kabulden yararlanarak faili meçhullere, gözaltında kayıplara ve işkencede ölümlere karşı çıkıyormuş gibi yapan nice ünlü sima bu meselelerde çık çıkarmadı. İktidarın Kürt meselesinde tercih ettiği askeri/güvenlikçi çözümün ve o tercihin etrafında şekillenen istisna hukuku uygulamalarının gayet normal, yerinde ve gerekli olduğuna inanmak anlamına gelir bu basitçe; öyle olmasa iki gazetecinin öldürülmesine tepki gösteren sadece DEM Parti ile sınırlı kalmazdı.
Bu sadece “Aman bize PKK’li derler, terörist derler” kaygısıyla açıklanacak bir mesele değil. Anlaşılan 2014’ün ünlü MGK toplantısı sadece iktidarı elde tutan güçler tarafından değil, muhalefeti, medyası ve geniş sivil kesimleri ile herkesin bağlandığı kararları almış durumda. Anlaşılan “ana muhalefet” dahil siyasal aktörler için Kürt meselesi sadece genel ve yerel seçimlerde ihtiyaç duyulan oyları almak için seçimden kısa süre kala yapılacak bazı taktik manevralarla kullanılacak bir mesele olmanın ötesine geçmiyor.
Susulması gereken yerde konuşmak, konuşulması gereken yerde susmak ne gazetecilik ne siyaset ne de akademik tutum anlamına gelir, ama üçü açısından bir sonucu var tabii ki bunun: Gazetecilik ama iktidarın sınırlarını çizdiği yere kadar, siyaset ama devletin sınırlarını çizdiği yere kadar, akademiklik ama maaşın sınırlarını çizdiği yere kadar.
NOTLAR
1
Çocuklara yönelik suçların elbette toplumsal, dinsel, sınıfsal, bölgesel, yerel boyutları var, elbette bunlar konuşulmak zorunda. Örneğin çocukların toplu olarak bulunduğu mekanların, kurumların özellikleri (okullar, kurslar, yurtlar, kamplar vs) araştırılmalı, incelenmeli, tartışılmalı fakat bu bir şey, bir cinayette birdenbire sözüm ona etno-kültürel gerçekler sunuluyormuş gibi toplulukların, toplumların, halkların, ulusların suçu getiren hususiyetleri varmış gibi hareket etmek başka bir şey. Batı’daki Katolik kilisesi tartışmaları buna bir örnek: Kilise organizasyonunun suçlardaki fonksiyonunu tartışmak bir şey kiliseye bağlı inançlı insanların suça yatkınlığından dem vurmak bambaşka bir şey.
2
Türkiye ile İsrail arasındaki siyasal gerilim, iki ülkenin benzerliklerini, birbirini taklit eden model alan yönlerini gizliyor sanki: Suikast metodu İsrail’un uzun süredir başvurduğu bir metod. Türkiye bu anlamda takipçi ülke gibi. İsrail yönetiminin Türkiye yönetiminin kimi yöntemlerini model aldığı da bir başka boyutu için. İsrail’in suikast yöntemini uluslararsı hukuki baskı görmeden sürdürmesi Türkiye’nin cesaretini artırdığı da söylenebilir. İnsansız hava araçlarını savaş sahasında kullanmak yine İsrail’in öncülük etiği bir teknoloji, Türkiye burada takipçi. İsrail’in son icadı, günlük kullanımdaki elektronik cihazları (telefon, telsiz vs) bombaya çevirmesi yakında takip edilirse kimse şaşırmasın. İsrail’in bu icadının, her tür çatışmayı-savaşı yeni bir boyuta taşıdığı da bir gerçek. Artık F16 ile sınırda kaçakçı öldürmek bile basit bir meseleye dönüşebilir, eldeki cihazıyla çalışma odasında kimin öleceğini bilmenin imkansız olduğu bir yere gidiliyor. “Kirli savaş” denilen şeyi yepyeni bir boyuta taşıyor bu icat.